Tarantino’nun ‘cool’ görünümlü ‘looser’ kahramanları

Tarantino’nun ‘cool’ görünümlü ‘looser’ kahramanlarını, kendi kurduğu fantastik dünyanın kurtarıcıları gibi görmesine bir lafımız olamaz ama kendisinin yaratıcılık açısından biraz ‘cephanesinin’ azaldığını düşünürsek, bu onu Amerikan sinemasının kurtarıcısı yapar mı, tartışılır…

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Quentin Tarantino’nun dokuzuncu filmi ‘Once Upon Time In Hollywood’, ismi itibariyle, yönetmenin her zaman hayranı olduğunu açıkladığı (özellikle Sergio Leone’nin yönettiği) ‘western’ film türüne selam çakıyor. Ancak Tarantino bu isteğini (ve hevesini diyelim) son iki filmi ‘Django Enchained’ ve ‘The Hateful Eight’ ile tamamen karşıladığı için, bu son filmiyle değişik ve belli ölçülerde ‘taze’ bir yol izliyor.

‘Once Upon…’, yönetmenin hayranlarının belli bir kısmını şaşırtabilir çünkü her ne kadar bu ‘geçişin’ sinyallerini son filmlerinde vermiş olsa da, halen ondan günümüzde geçen, kara mizahın ‘tavan yaptığı’, bol kanlı, şiddetli ve sağlam polisiye entrikalı bir yapım bekleyebiliriz.

Ancak karşımıza çıkan, daha çok tarihi bir döneme (ve olaya) bağlı kalan, sosyolojik ve politik bir dönemi irdeleyen, yönetmenin ‘özünü’ kaybetmediği ancak onun ‘sinema tutkunu büyük çocuk’ imajıyla da pek örtüşmeyen bir film oluyor.

Bazı yabancı eleştirmenlerin Tarantino’nun ve sinemasının ‘sağ’ (hatta zaman zaman ‘aşırı sağ’) bir hava taşıdığı, yönetmenin ‘ölüm cezasına’ taraftar olduğu tarzındaki eleştirilerini de bir kenara yazarak, bizim bu yazıda filme daha sinemasal dil ve üslup açısından bakmaya çalışacağımızı belirtelim.

1969 yılında Rick Dalton, televizyon dizilerinde oynayarak belli bir ün sahibi olmuş, ancak kariyeri düşüşte olan ve umutsuzca sinema dünyasına geçiş yapmaya çalışan bir oyuncudur. Oyuncunun Hollywood’un o dönemin ışıltılı dünyasına geçme çabası, arkadaşı ve sadık dublörü Cliff Botth’un da kariyerini etkilemektedir. Dalton’nun komşusu ise o dönemin büyük yönetmenlerinden Roman Polanski’yle evli olan aktris Sharon Tate’dir ve onun kariyeri Dalton’nun aksine yükseliş içindedir. Bütün bu gösterişli süreç ve hassas dönem, Tate’in ve arkadaşlarının Manson’nun tarikatının toplu katliamına uğramasıyla kesilir ve alt üst olur.

DÖNEMLERİN YÖNETMENİ

Tarantino bir süredir, sinemasında bağlı olduğu bazı öğelerden ve temalardan taviz vermemek şartıyla, giderek dünya tarihini değiştiren veya en azından etkileyen dönemleri ve olayları filmlerinin arka planına koyarak senaryosunu bunun etrafında şekillendiriyor. Bu tutum, bazen ‘Inglorous Bastards’ filminde olduğu gibi bazı tarihsel olayları çarpıtarak veya daha doğrusu ‘uydurarak’, bazen ise önemli dönem olayını göstererek değil sadece ‘hissettirerek’ filmini daha kişisel bir düzeye çekmesiyle kendini gösteriyor.

Ancak yönetmenin tarihe bu kişisel eklemeleri katması veya bazı olayları tamamen ekrana taşımaması, onun İkinci Dünya Savaşı ve dolayısıyla Yahudi soykırımı, Amerika’daki Afro-amerikan karşıtlığı veya Manson’nun tarikatının cinayetleri gibi temaları ve olayları ‘hafifletmek’ veya ‘ti’ye almak niyetinden değil, bunlara daha kişisel ve daha değişik bir bakış atmak isteğinden kaynaklanıyor.

Bu değişik bakış ‘Once Upon…’ filminde de sürüyor ve aslında Tarantino kamerasını Sharon Tate cinayetinden çok o dönemki Hollywood sinemasının ışıltılı ve pervasız dünyasına ve bu sistemde ‘var olmaya’ çalışan iki adamın hikayesine çeviriyor.

PAYLAŞILAN BİR DÜNYA…

Film hikayesinin asıl ortamını, 1969 yılında altın çağını yaşayan Hollywood sinemasının, bu insanların hayallerini süsleyen ‘Babylon’nun, yavaş yavaş hegemonyasını kurmaya çalışan televizyon ile rekabetinin sürdüğü döneme koyuyor. Bu güncel sorun ve rekabet filmin ağırlığını ve keskinliğini arttıracakken, yönetmen oyuncu Dalton’nun kariyerinin tıkanıklığını ve uğraştığı kişileri göstererek kendine has mizahını konuşturmaya başlıyor. Oyuncuların kariyerlerini en ‘karlı’ bir biçimde kullanmaya çalışan yapımcılar, değişik bir film yapmaya çalışırken ekibinin psikolojik şirazesini bozan yönetmenler ve ‘star’ oyuncular ve birçok ünlü isimin birbirlerinin arkasından ürettiği dedikodular, aslında ihtişamlı ve parıltılı bu dünyanın ne kadar sorunlu, riyakar, zaman zaman ahlaksız hatta ‘çürümüş’ olduğunu gösteriyor. Ancak yönetmenin bu bakışının basit bir ‘Hollywood’ eleştirisi olmadığını da anlıyoruz çünkü hem Tarantino’nun filminin girişinde kullandığı kamera (ve görüntüler) hem de başkarakterlerini koyduğu pozisyon meselenin çok daha ‘derin’ olduğunu kanıtlıyor.

TELEVİZYON HER ZAMAN VARDI!

Tarantino gibi ’35 mm’ kamerayı sonuna kadar savunan, hem sinemasının dilini bu şekilde kuran hem de bu yöntemi asla kopmadığı klasikleşmiş filmlerle hassas bir köprü olarak gören bir yönetmenin, filmin girişinde kullandığı ‘vintage’ tadında (sahte) reklam sekansları, seyirci olarak bizde ‘ters köşe’ etkisi yaratıyor. Tarantino’nun sonunda kamera türünü değiştirdiği endişesi sürerken aslında bu ‘girişin’ filmin can alıcı noktasını belirtmek için kullanıldığını anlıyoruz. Yönetmen, en parıltılı döneminde bile film endüstrisinin merkezinde hep televizyonun hakimiyetinin söz konusu olduğunun ve olacağının altını çiziyor.

Dolayısıyla göründüğünden çok daha sınırlı ve ‘aciz’ bir sinema dünyasını kendince eğlenmek için kullanıyor. Burada bir eleştirinin gerektirdiği ciddi anlatım, sert bakış ve mesafeli tutum bulunmuyor. Bir Kaliforniya partisi havasında geçen bu gezinti sırasında sık sık değişik filmlere göndermeler, küçük rollerde kullanılan büyük oyuncular ve (bilinçli) bir şekilde zamanlaması tam olarak kusursuz olmayan diyaloglar göze çarpıyor. Her ne kadar bu sekanslar ilginç olsa da, bunların devamının pek gelmemesi, filmin bu bölümünü biraz dağınık ve toparlanması zor bir hale sokuyor diyebiliriz.

YA SİSTEMİN İÇİNDESİNDİR YA DA DIŞINDA

Bizce filmin en duygusal sekanslarından birini, Sharon Tate’in oynadığı bir filmi (The Wrecking Crew/1969) sinemada bir seyirci gibi izlerken diğer seyircilerin tepkisinden mutlu olduğu sekans oluşturuyor. Çünkü bu sekans bu genç aktristin nasıl bir dünyada ‘var olmaya’ ve dolayısıyla kariyer açısından yükselmeye başladığını gösterirken aynı zamanda filmin iki diğer başkarakterinin nasıl bir açmazda olduğunu da bize sunuyor. Dalton ve dublörü Booth gün içerisinde ayrılmaz bir ikili olarak ve hep beraber dolaştıkları halde, günün sonunda, onları evlerinde yalnız bir şekilde, tek başlarına görüyoruz. Bir bakıma onlar da bizim gibi daimi bir seyirci olarak, tamamen ait olmadıkları bir dünyada bize rehberlik yapmaya çalışıyorlar.

Filmin üçte ikilik bölümünden sonra, Booth’un biraz ‘çatkapı’ bir şekilde birçok çekimin yapıldığı için tanıdığı bir çiftliğe gelmesi ve burada Manson tarikatına ait bir grup garip ‘Hippinin’ (bizim deyişimizle ‘Çiçek çocuklar’) yaşadıklarını öğrenmesiyle, sinema dilinin adeta tarzı değişiyor. Çiftlikteki uzun ziyaret sırasında, kurulan ‘ambiance’ hem yönetmenin her zaman hayranı olduğu ‘western’lere (uzun sessizlikler ve bundan doğan gerilim), hem de yine Amerikan kırsalını korku mekanı olarak seçen ‘Teksas Katliamı’(1974) gibi yapımlara göndermeler içeriyor. Tarantino bir bakıma elinde bulundurduğu senaryonun genişliği ve esnekliği sayesinde değişik film türleri ve dönemleriyle oynuyor. Ancak bu ‘oynama’ asla basit bir ‘şaka’ düzeyine inmiyor, daha çok yönetmenin sevdiği ‘film paletini’ bize tanıtmayı amaçlıyor.

Filmin yıldızları Leonardo DiCaprio ve Brad Pitt biraz zamanı geçmiş, başka bir deyişle biraz ‘has been’ karakterleri oynarken, kendilerinin aslında hiç de öyle olmadıklarını açık bir şekilde gösteriyorlar. Her ne kadar Pitt’in karakteri biraz geri planda kalsa da ve asıl duygusal sahnelerde ‘aslan payı’ DiCaprio’ya gitmiş olsa da, ikilinin arasındaki kimya tutmuş gibi görünüyor.

Filmdeki şiddet ve kan dozunun yönetmenin diğer filmlerine göre oldukça azalmış olduğunu söyleyebiliriz ancak filmin kanlı finali ve ‘kara mizahın’ zirve yaptığı sahne yine de bir Tarantino filminde olduğumuzu bize açıkça hatırlatıyor.

Sonuç olarak Tarantino’nun ‘cool’ görünümlü ‘looser’ kahramanlarını, kendi kurduğu fantastik dünyanın kurtarıcıları gibi görmesine bir lafımız olamaz ama kendisinin yaratıcılık açısından biraz ‘cephanesinin’ azaldığını düşünürsek, bu onu Amerikan sinemasının kurtarıcısı yapar mı, tartışılır…

Yönetmen: Quentin Tarantino

Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Brad Pitt, Margot Robbie, Dakota Fanning, Luke Perry, Al Pacino, Damian Lewis, Emile Hirsch, Timothy Olyphant…

Ülke: ABD