Kefernahum, Monos, Lilja: Hakiki çocukların direnişi

Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin yeni filmi Kefernahum, hayata isyan eden on iki yaşındaki bir çocuğun hikâyesini anlatıyor. Prömiyerini Cannes Film Festivali'nde gerçekleştiren film, Toronto, Melbourne, Saraybosna, Zürih, Busan, Londra ve Stockholm gibi uluslararası festivalleri dolaştı. Cannes'dan 3 ödülle dönen film Altın Palmiye ödülü için de adaylık sahibiydi.

Google Haberlere Abone ol

Arif Mutlu

Uyarı: Yazıda Monos, Lilja 4-Ever ve Sineklerin Tanrısı eserlerindeki bazı sürprizlere yer verilmektedir.

Lübnanlı yönetmen Nadine Labaki’nin son filmi (ve kanımca başyapıtı) Kefernahum’un hikâyesi bir duruşma üzerinden anlatılıyordu: Filmin başroldeki çocuk karakteri Zain, onu bu dünyaya getirdikleri için ebeveynine dava açmıştı. Pasaportların farklı farklı “değerlerinin” olduğu küresel sömürge sisteminde(1) ailesinin kimlik çıkartmadığı bir insan olarak Zain’in filmdeki yoldaşı ise (yine “pasaport değeri” kaynaklı bir sorun nedeniyle(2)) bir başka çocuktu.

Çocukların her şeyden önce birer insan olarak hakları olduğunu savunan filmde küçük fakat çok önemli bir detay göze çarpıyordu. Yönetmen Labaki, Zain’in avukatı rolünü bizzat üstlenmişti. Bu, aynı zamanda bir oyuncu da olan Labaki’nin avukat rolüne en uygun kişi olmasından kaynaklanan basit bir kasting işi değildi muhakkak. Bu tercih aynı zamanda sanatçının taşıması gereken ikinci kimliğe de işaret ediyordu: Haklının, ezilenin, yok sayılanın yanında olmak.

'BİR METAFOR OLARAK: ÇOCUK'

Elbette söz konusu sanat olduğunda çocuk asla sadece çocuk değildir. Jung’un dört arketipinden biri olarak bir “potansiyel” sembolü olan çocuk bu bağlamda sanat eserlerinde umut dolu geleceği sembolize etme işlevi görebilir: Söz gelimi Özcan Alper’in Sonbahar’ında ölmekte olan Yusuf köyünden bir çocuğa ders verirken aslında yeni bir Yusuf’un oluşumuna da el verir. Elbette bir metafor olarak “çocuk” mutlaka buradaki gibi Jungcu bir perspektifte kullanılarak pozitif bir anlam yüklenmek zorunda değildir. Bir “gelişmemiş insan” olarak çocuk daimi bir gelişmemişliğin, bir geri kalmışlığın sembolüne de dönüşebilir. Kötü Çocuk Türk’te yer alan “Az Gelişmiş Babalar” denemesinde Nurdan Gürbilek Oğuz Atay özelinde Türk edebiyatına bakarak çocuk(su) karakterlerde temsilini bulan yetim kalmışlık, kudretsizlik, duygular düzeyine hapsolmuş, rasyonalite düzeyine çıkamamışlık hissiyatlarının yine Oğuz Atay’ın tabiriyle “Türkiye’nin Ruhu” değilse de Türk edebiyatının ruhu olduğunu tespit eder. Dolayısıyla bir sanat eserinde yer alan çocuk karakteri öncelikle bir çocuk olarak görmek kolay değildir. Çağrışımların boyu çocuğun boyunu çoğu zaman aşar.

Fakat günümüzde çocuğun bir metafor olmaktan çıkıp sanat eserlerinde gerçekten de çocuk olarak yer aldığına daha fazla şahit olmaya başladık. Bu kapsamda “çocuk sorunu”na eğilen tek film de Kefernahum değil kuşkusuz. 28 Kasım’da gösterime giren Monos bu kapsamda ilginç bir örnek. Kolombiya’da (sol mu yoksa sağ paramiliter bir örgüt mü olduğu muğlak bırakılmış) çocuk askerlerden oluşan bir birliği konu edinen Monos (ki İspanyolcada “maymunlar” anlamına gelmektedir) filmde domuz kafası sahnesiyle verilen açık referansta da görüldüğü üzere bir Sineklerin Tanrısı adaptasyonudur. İlginç bir farkla:

Sineklerin Tanrısı bir alegoridir, Hobbes’un Leviathan’ını edebiyat düzeyinde temsil eden bir alegori. Yazar William Golding, kitabında karakterlerini çocuklardan seçerek (bir önceki paragrafta tartışıldığı üzere) onlara metaforik bir anlam yükler. “Yetişkin diye bir şey yoktur, bütün bireyler duygular dünyasına sıkışmış çocuklardır,” der Golding. “İletişimsel rasyonalite sınıfta kalmaya mahkûmdur, zira insan insanın kurdudur.” Demokratik bir ülkenin vatandaşı olan çocuklar ıssız bir adaya düşerler. Başlarında devlet olmadan öylece kalakalan çocuklar (bilinçlerinin “fabrika ayarı” ona göre yapılmış olduğundan) adada doğrudan demokrasi olarak başlattıkları yönetim şeklini kademeli olarak faşizme evriltir ve hayatı tam anlamıyla cehenneme çevirirler. Bu yüzdendir ki kitaptaki dehşet ancak ve ancak devletin adaya ulaşmasıyla son bulur. Final sahnesinde askerle karşılaşan çocuk ağlamaya başlar. Kurtulmuştur artık ve bu ağlayış devletsizliğin ona yaşattığı bütün o gerilimin deşarjı, devlet karşısındaki şükran gözyaşlarıdır.

Monos ise bir alegori değildir. Gerçekliği temsil etme iddiasındadır. Sadece Örgüt diye bahsedilen bir silahlı yapının üyesi olan çocuklar, örgütle bağları koptuktan sonra “Örgüt artık biziz,” derler, zira onların “fabrika ayarı” budur. Hayat onlar için cehennem olarak başlamıştır ve öyle devam eder. Zamansız, mekânsız Sineklerin Tanrısı’na kıyasla (yine ülke ve dönem adı verilmese de) Monos’ta (bir ineğe “Shakira” adının verilmesi gibi detaylardan) kast edilenin Kolombiya olduğunu çıkarırız. Zaten çocuk askerler Kolombiya’daki iç savaş(lar)ın ayrılmaz bir öğesidir. Bu bağlamda filmin finali çok ama ilginçtir. Devlet tarafından kurtarılan(3) Örgüt üyesi çocuk (tıpkı Sineklerin Tanrısı’nda olduğu gibi) ağlamaya başlar. Fakat bu gözyaşlarının üzerinde biraz durmak lazım. Örgüt üyesi çocuğun gözyaşları bir deşarja, devlete olan minnete mi işaret etmektedir?

Monos’un sonu “şeklen” Sineklerin Tanrısı ile örtüşse de, anlamsal olarak bire bir karşılık bulduğu bir başka film vardır aslında: Lilja 4-Ever. 2002 yapımı bu filmde Sovyet sonrası Rusya’da çocuk olmanın ne anlama geldiği çok çarpıcı, çok sert, kaldırılamayacak kadar gerçek bir biçimde işlenir. Toplumsal yapıdaki çürümüşlük ve ekonomik sorunlar resmedilirken mercek yalnızca ülke içine tutulmaz. Liberallerin avuçlarını patlatırcasına alkış tuttuğu küresel kapitalizme entegrasyonun karanlık (ve söylemeye gerek var mı bilinmez ama, gerçek) yüzünü de görürüz filmde. Yoksul bir Doğu Avrupalı çocuk olan Lilja uluslararası bir şebeke tarafından kandırılarak İsveç pazarına bir seks kölesi olarak satılır. Filmin sonunda, Lilja artık dayanılmaz hayatına son vermek için bir köprüden atlar ancak hemen ölmez. Onu önce tam teşekküllü bir ambulansta, uzman sağlık personelleri tarafından canla başla hayatta tutulmaya çalışılırken görürüz. Korkunç bir ironi çarpar yüzümüze: Lilja için yaşarken kılını kıpırdatmayan devlet, o ölmek istediğinde yaşatmaya çalışmaktadır.

'DEVLET BİR ÇOCUĞU NEDEN YAŞATMAK İSTER?'

Şimdi Monos’un finalini Lilja 4-Ever ile beraber okuyalım. Örgüt’ün elinden Devlet tarafından “kurtarılan” çocuk sizce neden ağlamaktadır? Ya da bu sorunun cevabını bir başka soruda mı arasak: Devlet bir çocuğu, Lilja’yı veya bir örgütün elinden kurtardığı çocuğu, neden “yaşatmak” ister?

Madenlerde ve fabrikalarda birer yetişkin gibi çalıştırılan, hatta köleleştirilen (ve öldürülen(4)) çocukların emeği üzerinden yükselen Endüstri Devrimi’nin dördüncü turuna girdiği 2010’lu yıllarda çocuklar artık eskisi kadar ölmüyor. UNICEF verilerine göre çocuk ölümlerini engellemede 1990 kadar yakın bir tarihe nazaran bile kat be kat ilerideyiz. Küresel sistemin çocuk ölümlerini düşürme (tabii, sıfıra denk olmasını beklemenin aptallık olacağı optimum bir çocuk ölüm oranına kadar) politikasını ciddiyetle uyguladığını bu verilerden görebiliyoruz.

Sahi, insanlığın hayrına olan konularda nadiren uzlaşan bu devletler, çocukları yaşatmakta nasıl bu kadar başarılı olabiliyor?

Öte yandan, internet erişiminin bile bir insan hakkı olarak tanındığı, Konyalı robotların çay servisi yapacak düzeye eriştiği bu çağda halen az gelişmiş ülkelerdeki her 100 çocuktan 30’u çalıştırılıyor. Fakat çalıştırılmayan, alınıp satılmayan, istismara uğramayan, okula gidip iyi bir eğitim almayı başarabilen çocukları bile korkulu bir gelecek bekliyor: İklim krizi, su krizi, süresiz işsizlik. Dünya bir distopyaya doğru hızla yol alırken İsveçli Greta Thunberg örneği bu yüzden önem kazanıyor. Aşırı bir yorum olacak ama artık gündemimizde çok güçlü bir biçimde yer alacak, yeni bir fenomenle, “çocuk hareketi” ile karşılaşmak üzereyiz belki de(5). Greta’nın bir “düzen içi muhalefet” projesi olma ihtimali (ki bu satırların yazarı bu ihtimali dışlamıyor) “çocuk hareketi”nin bütünün de bir proje olduğu anlamına gelmediği gibi, tam tersine işaret ediyor aslında: Küresel sömürü sisteminin “gelmekte olan”ı görüp Greta fenomenini yaratarak ön aldığına.

İki Dil Bir Bavul’un pasif direnişçisi Zilkif’in, Bir Zamanlar Anadolu’da ve Kış Uykusu filmlerinde “taş atan çocuklar”ın söylediği de buydu belki de. Çocuklar ölene kadar çalıştırılmaktansa ölümcül koşullarda zorla yaşatılacakları bir geleceğin giderek daha fazla farkına varıyor. Devletle karşılaştığında artık daha “bilinçli” gözyaşları döküyor. Kendisini Örgüt’ün elinden kurtaran Devlet’in ne mene bir “örgüt” olduğunu gayet iyi biliyor çünkü. Ve haliyle, daha fazla direniyor. Metafor olarak değil, hakiki çocuklar olarak.

Kuruluş biçimi nedeniyle “Böyle bir dünyaya çocuk getirmeli miyiz?” sorusunun aslında iki değişken içerdiği çoğu zaman gözden kaçar ve kararın çocuk getirmek ile getirmemek arasında olduğu algısı oluşur. Soruyu belki de şu şekilde yeniden formüle etmek gerekir: “Çocuk getirip getirmeme kararını vereceğimiz dünya böyle mi olmalı?”

Kefernahum’da “Beni neden dünyaya getirdiniz?” diye ailesini dava eden Zain eminim büyüyünce bu yeniden formüle edilmiş soruyu soracak. Belki de sormaya başladı bile...

1)Bakınız: Her sene yayınlanan “Dünyanın En Değerli Pasaportları” listeleri, Suriyeli bir arkadaşım, göçmenlerin Türkiye’den Yunanistan’a botla geçtikten sonra Almanya gibi iş imkânlarının daha yüksek olduğu ülkelere devam edebilmek için Atina’da sahte pasaport yaptırdıklarını ve sahte AB pasaportlarının ücretlerinin bile ülke ülke değiştiğini söylemişti.

2) Etiyopya’dan Lübnan’a çalışmaya geldiğinde insan kaçakçısı tarafından pasaportuna el konan annesinin tutuklanması üzerine yalnız kalan minik Yonas’a filmin devamında Zain bakıyordu.