Berlin Film Festivali’nden arta kalanlar
Berlin Uluslararası Film Festivali'nde Altın Ayı sahiplerini buldu. Bu son yazıda festivalin günlük koşturmacası içinde, notlarını aldığım ancak sizinle paylaşamadığım filmleri – olayları anlatmak istiyorum.
Ahmet Boyacıoğlu
Bu yıl 70’inci yaşını kutlayan Berlin Film Festivali sona erdi, ben de Ankara’ya döndüm. Bu son yazıda festivalin günlük koşturmacası içinde, notlarını aldığım ancak sizinle paylaşamadığım filmleri – olayları anlatmak istiyorum.
Ünlü belgesel yönetmeni Viktor Kossakovsky imzalı Norveç - ABD ortak yapımı Gunda, festivalin en çok ilgi çeken filmlerinden biriydi. Bunda bu yıl Oscar kazanan Joaquin Phoenix’in filmin yapımcıları arasında yer almasının da rolü olabilir. Ancak siyah beyaz çekilmiş, sözsüz, müziksiz ve insansız bir belgesel olan Gunda, birçok yönden festival programındaki diğer filmlerden ayrılıyordu. Filmin karakterleri bir çiftlikte yaşayan Gunda adındaki anne domuz, on bir yavrusu, tüylerinin çoğunu kaybetmiş horozlar, tek ayaklı bir tavuk ve bir inek sürüsü. Hayvanların çoğu kameraya bakıyor, nasıl becermişlerse. İnekler yan yana gelip duruyorlar ama biri kuyruğunu salladığında diğerinin başındaki sinekleri kovalamış oluyor. Ben küçükken anneannem "Allah bu hayvanları biz yiyelim diye yaratmış" derdi. Gunda, hayvanların duygularının olmadığını düşünenler için iyi bir ders niteliğinde ve son üç dakikası da anlayan için çok dramatik.
Festival’in Berlinale Special Bölümü'nde çok fazla para harcanmış, yapım kalitesi yüksek, yıllara yayılan büyük ve önemli öyküler anlatan, görsel açıdan çok doyurucu filmleri izledik ve neden ana yarışmada olmadıklarını anlayamadık. Bu filmlerden ikisi hakkında kısaca bilgi vermek istiyorum.
Vadim Perelman’ın yönettiği Farsça Dersleri (Persian Lessons), gerçek olaylardan yola çıkılarak yazılmış bir senaryoya dayanıyor. 1942’de Fransa’da bir toplama kampında Belçikalı bir Yahudi, ölümden kurtulmak için İranlı olduğunu söylüyor ve savaştan sonra Tahran’a gidip bir lokanta açmak isteyen Nazi subayına Farsça yerine kendi uydurduğu bir dili öğretiyor. Schindler’in Listesi ve Piyanist gibi filmlerle benzerlikler gösteren Farsça Dersleri, çok farklı tepkiler aldı. Gösterimden sonra alkışlar yirmi dakika sürmüş. Kimi sinema yazarları da filmi hiç beğenmedi. Filmin final sahnesi unutulacak gibi değil, insanın rüyasına bile girebilir. Önünüze çıkarsa izleyin.
Şarlatan (Charlatan) 1889 – 1973 yılları arasında yaşayan Jan Mikolasek’in biyografisine dayanan, Çekya, İrlanda, Polonya, Slovakya ortak yapımı, Agnieszka Holland imzalı bir film. Mikolasek şifalı otlar kullanarak insanları iyileştiren ama aynı zamanda bir şişeye konmuş idrara bakarak teşhisler koyabilen, daha da tuhafı bir insanın yüzüne bakıp ‘Sen Salı günü öleceksin’ diyebilen, kısacası üstün yetenekleri olan bir kişi. Film, gençliğinden başlayarak İkinci Dünya Savaşı öncesi dönem, Nazilerin Çekoslavakya’yı işgal yılları ve komünist rejim sırasında Mikolasek’in yaşadıklarını, özel ve politik ilişkilerini anlatıyor. İzlemeye değer.
Eşim Esin mimar ve öğretim üyesi olduğundan gittiğimiz her kentteki yeni binaları (eş durumundan) ziyaret ederim ve kültürümü arttırırım. Berlin’in ünlü müzeler bölgesinde bildiğiniz gibi bir Bergama Müzesi vardır ve burada adından da anlaşılabileceği gibi Bergama’dan, ama aynı zamanda Milet’ten ve o zaman Osmanlı toprağı olan Irak’tan 19’uncu yüzyılda Almanya’ya götürülen eserler sergilenir. Müze birkaç yıldır yenileme çalışmaları nedeniyle kapalı.
Bergama Müzesi'nin yanına yeni binalar yapılmış, çünkü müzecilik kent kültürünün önemli bir parçası olmanın yanı sıra ciddi gelir getiren bir iş. Bu binalardan biri de Panorama Binası imiş. Zaman ayırıp gittik, kapıda adam başı 19.90 Avro’yu bayılıp içeri girdik. Berlin Büyükelçiliği'miz bu konuda da bir girişimde bulunsa ve Türkiye’den gelen ziyaretçilere Bergama Müzesi’ne girişte indirim sağlasa ne iyi olur. Girişte müzenin tarihçesi var. 1864/65 yıllarında Anadolu’da yol inşaatı yapan Alman mühendis Carl Humann Bergama’daki kalıntıların yerel halk nasıl tahrip edildiğini görmüş, çok üzülmüş ve Almanya’daki makamları uyarmış. Sonrası malum. Bir başka ilginç ayrıntı: Ruslar 1945’te müzedeki eserleri söküp Moskova’ya götürmüş ama 1958’de Almanlar başarılı bir diplomasi ile eserleri geri almışlar. Panorama’nın çekiciliğine gelince: Bina 30 metre yükseklikte ve herhalde yine 30 metre çapında bir silindir. Ortasında beş katlı bir iskele var, eşim merdivenleri saydı ve her katın üç metre olması gerektiğini söyledi. Duvarda Bergama kentinde iki bin üç yüz yıl önceki günlük hayatı anlatan, 360 derece izleyebildiğiniz dev bir resim var. Işık ve ses efektleri ile de destekleniyor ve çok başarılı. Kentin pazar yerindeki insanların seslerini duyabiliyor, gecesini gündüzünü yaşayabiliyorsunuz. İskelenin her katında farklı açılardan kentin tamamını izlemek olanağı var. Bu dev resim Viyana’da doğan, halen Berlin’de yaşayan İran kökenli bir sanatçı olan Yadegar Asisi tarafından yapılmış. Görevlilerden biri ile konuştum, tabii ki Türk çıktı ve bazı faydalı bilgiler verdi. Yadegar Asisi müzelerde çalışan birçok insanın fotoğrafları çekmiş ve bu tarihi resimde onları kullanmış, dikkatle bakılınca bazı yüzleri birden fazla olarak duvarda görmek mümkünmüş. Görevli bana Yadegar Asisi’nin fotoğrafını da gösterdi.
Dışarı çıktık, Bergama Müzesi'nin kısmen açık olan bölümlerini de gezdik. Oldukça moral bozucu bir durum. Tek tesellim tuvaletteki pisuvar ve lavaboların markasının Duravit olmasıydı.
Elveda Lenin filminden anımsayacağınız Alman yönetmen Wolfgang Becker geçen Ekim ayında uluslararası jürinin başkanı olarak Antalya’ya gelecekti. Altın Portakal’ın başlamasından dört gün önce acilen hastaneye kaldırıldı ve bir böbrek taşı ameliyatı geçirdi. Biz de geçmiş olsun dileklerimizi göndermekten başka bir şey yapamadık. Daha sonraki yazışmalarımızda, içinde fotoğrafı ve özgeçmişi olan Antalya Altın Portakal Film Festivali kataloğunu kendisine vermek ve yüz yüze tanışmak için Berlin Film Festivali sırasında buluşmaya karar verdik. Festivalin temposunun düşmeye başladığı 27 Şubat Perşembe günü bir kafede bir araya geldik. Benim bir saat sürer diye düşündüğüm birlikteliğimiz, beş yıl önce büyük bir Türkiye Özel Bölümü düzenlediğimiz Meksika’nın Guanajuato Film Festivali’nin yönetmeni Sarah Koch’un da tesadüfen bize katılmasıyla neredeyse üç saati buldu. İyi de oldu, çünkü Sarah Wolfgang’ı Meksika’ya davet etti. Ben de Sarah’a ‘Wolfgang bensiz hiçbir yere gitmez’ dedim. Bakalım ne olacak? Toplantı sırasında gazetecilik damarım tuttu, Wolfgang’a yedi milyondan fazla izleyiciye ulaşan ve dünya çapında büyük başarı kazanan Elveda Lenin’in yapım sürecini sordum, çok da ilginç cevaplar aldım. Proje Wolfgang’a bir genç tarafından getirilmiş ve aslında iki öyküden oluşuyormuş. Öykülerden biri annesi Alman, babası Türk olan Deniz adlı gencin babası tarafından bir Türk kızıyla evlendirilmek istemesiyle ilgiliymiş. Bu öykü daha sonra devre dışı kalmış. Senaryo bir buçuk yılda Tom Tykwer ve Wolfgang tarafından yazılmış. Aynı sahneyi birbirlerinden habersiz ayrı ayrı yazıyorlar ve tartışıyorlarmış. Wolfgang senaryonun iki kişi tarafından yazılmasının çok önemli olduğunu söylüyor. Film bittiğinde kimsenin büyük bir başarı beklentisi yokmuş, hatta dağıtımcı ‘bu bir televizyon filmi olmuş’ demiş. Elveda Lenin, Avrupa’da sosyalist ve komünist partilerin güçlü olduğu Fransa, İtalya gibi ülkelerde büyük başarı kazanmış. Hollanda ve İskandinav ülkelerinde hiç anlaşılamamış. Brezilya’da bir sinemada bir buçuk yıl oynamış. Liverpool kentinde de çok sevilmiş. En komik olaylar ise ABD’de yaşanmış. Amerika’da insanlar metro ile Berlin’den Moskova’ya gidilebileceğini düşünüyorlarmış. Cahillik kötü şey.
Cannes Film Festivali’nde buluşmak üzere. Dedikoduya göre isimlerini çok iyi bildiğiniz iki İranlı yönetmenin filmleri şimdiden yarışmaya seçilmiş bile. Ne diyelim: İran sinemasının yükşelişi hayırlı olsun.