Alternatif bir festival yazısı

Çok iyi bir hikâyeniz vardır ve bunu eldeki kısıtlı imkânlarla da bir ilk filme göre “başarılı” bir şekilde çekmişsinizdir. Kameraman arkadaşınızdır, setteki yemek işini annenizin yardımı ile ulaşımı eniştenizin kamyonu ile kotarmışsınızdır. Filminiz de iyidir ve sinema kültürüne ve bilgisine güvendiğiniz birkaç kişiye de izlettiniz. Olumlu dönütler ve yapıcı eleştiriler (ki bu Türkiye’de çok nadirdir) aldınız. Bütün o sinema, yönetmen ve yapımcılık atölyelerinde de öğretildiği gibi bir festival yolculuğuna çıkarsınız değil mi?

Google Haberlere Abone ol

İlknur Bilir

Öncelikle bu yazıya şöyle başlamak isterim bu alternatif bir festival yazısı olmak üzere yazılmıştır. Amacı genel olarak film yapmaya yeni başlamış ve yahut henüz başlamamış yaratıcı insanların film yaptıktan sonra festivallerle nasıl iletişim kuracakları üzerine bir yazı.

Tabii ki eksikleri vardır ve bu yazının amacı burada sözü edilmemiş, konuşulmayı hak eden meseleleri bir yerlerde konuşulur kılmaktır. Öncelikle bu yazıyı yazmama neden olan birkaç yönetmen arkadaşımın sorusuydu ve en başta da benim geç kazanılmış bir A sınıfı festival deneyimimdi. Geçtiğimiz günlerde düzenlenen Uluslararası Berlin Film Festivali benim bir gazeteci, yapımcı ve bir endüstri araştırmacısı olarak katıldığım ilk A sınıf film festivaliydi. Bu sebeple de benim ve birçok genç sinemacı arkadaşın da fark etmek için geç kaldığımız birkaç konu hakkında festival boyunca düşünme ve sinema yapan arkadaşlarla da konuşma fırsatım oldu. Bunlar benim gözlemlerim ve burada festivalde izlemediğim filmlerin basın bültenlerinden devşirme övgü cümlelerinden alıntı yapıp bir filmin afişinde boy göstermek değil amacım.

Çok iyi bir hikâyeniz vardır ve bunu eldeki kısıtlı imkânlarla da bir ilk filme göre “başarılı” bir şekilde çekmişsinizdir. Kameraman arkadaşınızdır, setteki yemek işini annenizin yardımı ile ulaşımı eniştenizin kamyonu ile kotarmışsınızdır. Filminiz de iyidir ve sinema kültürüne ve bilgisine güvendiğiniz birkaç kişiye de izlettiniz. Olumlu dönütler ve yapıcı eleştiriler (ki bu Türkiye’de çok nadirdir) aldınız. Bütün o sinema, yönetmen ve yapımcılık atölyelerinde de öğretildiği gibi bir festival yolculuğuna çıkarsınız değil mi?

Hayır, hikâye her şey değildir.

Üzülerek değil ama emin olarak söylemek isterim ki hayır. Çok iyi bir hikâyeyi, iyi bir film olarak çekmiş de olsanız, hiçbir festival tarafından fark edilmeyebilirsiniz. Burada belirtmek isterim, sinemada çığır açan, hikâye anlatım olanaklarının dışına çıkabilmiş ve bugüne kadar sinemaya getirilmemiş bir yorum getirmiş o dâhiyane filmi ve yönetmenini tenzih ediyorum. Her zaman tekrarlanan ve bir noktadan sonra anlamını yitirmiş olan “içerik/hikâye her şeydir” sözüne geliyoruz burada. Aslında bu sözün ne kadar yalan ve sistemin sürekliliğine dair bir tutkal görevi gördüğünü en fazla ikinci filmini çekmiş bütün yönetmen ve yapımcı arkadaşlar öğrenmiştir. Hayat sadece yaşadıklarımızdan öğrendiklerimiz olmasa gerek diye düşündüğümden yeni film yapmaya başlayacak arkadaşlara ve aslında kendime ilk önerim: Bulduğunuz her festivale gidin. Yalnız doğru anlaşılmak isterim her festivale filminizi gönderin demiyorum, siz gidin. Filminiz hangi aşamada olursa olsun bir festival yöneticisi ile tanışmak, bir yapımcının sizin ve filminizin varlığından haberdar olması, ve ya film müziği yapmak isteyen fakat kimseyi tanımayan bir müzisyen/sanatçı ile yolunuzun kesişmesi Zeki Müren’in o güzel sesinden söylediği gibi bazen karanlık dünyanıza bir ışık olabilir.

.

YAZ GÜNÜNDE ÜŞÜYENLER (*) OLARAK BAĞIMSIZ SİNEMACILAR

Eğer benim gibi ait olduğunuz sınıfın imkânlarına hiç uymayan bir şekilde illa da sinema yapmak istiyorsanız biraz daha amiyane tabirle parasızsanız, benim gibi bilmem kaç yaşında ilk defa bir A sınıf festivale geldiğinizde, sinemada da sınıfsal parametrelerin ve hamili kart sahibi yakınımdır ilişkilerinin hüküm sürdüğünü göreceksiniz. Bu tip festivallerde büyük bir ekonomi döndüğü için, rakamlardan söz edecek olursak Berlinale bu yıl 330 bin bilet satıldığını ve 22.000 film endüstrisi profesyonelinin akredite olduğunu açıkladı. Sözünü ettiğimiz festival orta büyüklükteki çok uluslu bir şirket ekonomisi döndürüyor ve siz bunu festivalin ambleminin olduğu her etkinliğe bilet kesildiğini öğrendiğiniz anda iliklerinize kadar yaşıyorsunuz. Festivaller sizin her şey olan hikâyenizin peşinde değil aksine kimin sizi desteklediğinin yani kaç ülke ile ortak yapım aldığınıza, ülkenizde senaryonuzun desteklenip desteklenmediğine ve ya sinemada dağıtım teyidinizin olup olmadığına bakıyor. Önemli olan sizin iyi bir film çekmiş olmanız ve yahut potansiyeliniz değil bağlı bulunduğunuz sınıf, geldiğiniz cemaattir. Burada özellikle politik sinema yapan yönetmenlerin Türkiye’de iki türlü yok oluş serüvenine değinmek istiyorum.

KENDİ YANKISINA SAĞIR OLANLARIN BATIŞI

İlki hükümete muhalifseniz ve bunu sinemanızla veyahut sinema dışında ifade ettiyseniz ilk filminizi yapmadan neredeyse tüm yollarınızın kapanıyor olması. Eğer görece filmleriniz dünyaca ünlü Locarno, Sundance, Rotterdam ve ya Tribeca gibi festivallerde gösterilmişse ortak yapımlar için günde 40 tane toplantı yaptığınız festivallerde harcayacaksınız tüm enerjinizi ve uluslararası arenada neden Türkiye’de desteklenmediğinizi anlatmaya çalışacaksınız. İkinci çöküş şekli ise kendi yankısına sağır olanların batışı, hükümet yanlısı (**) politik filmler çekip (nasıl oluyorsa) kamusal kaynaklı bütün fonları alan, devlet televizyonunun organizasyon partneri olduğu bilumum festivallerin senaryo yazım atölyesi, yetenek kampüsü, geliştirme atölyesi ve yarışmasında yer alıp onun dışındaki hiçbir yerde varlığından dahi kimsenin haberdar olmadığı film, yönetmen ve yapımcıların yaşadığı çöküş. Yalnız belirtmek isterim bu tuzu kuru bir batış, zira şehrin en güzel yerinde açtıkları ofisleri, nereye harcadıkları belli olmayan yapım destekleri ve ortada olmayan senaryolarla oldukça kazançlı bir düşüş sektörü de oluşmuş durumda.

Festivalleri bir film izleyicisi olarak farklı, bir sinema profesyoneli olarak farklı bir şekilde takip etmemiz gerekiyor. Öncelikle marketi olmayan bir festival ise, yani filmlerin dağıtımcılara, festivallere, uluslararası satış ajanslarına, televizyonlara tanıtıldığı farklı ülkelerin ulusal film komisyonlarının stand açtıkları ve ülkelerinin filmlerini tanıttıkları bir bölüm yoksa festival konuk listesine, konuşmacılara ve panellere göz gezdirin. Kimlerle diyaloğa girmeniz gerektiğini kısa filminiz varsa ve küçük ölçekli fakat iyi bir festival geleneğine sahip bir kısa film festivalinden bir temsilci varsa mailine ulaşın, randevu talep edin ve bir kahve için. Filminizi daha sonrasında onayını aldıktan sonra gönderebilirsiniz. Bu yıl Berlinale Talents etkinliklerinden biri de festival ve gösterim küratörlerinin çalışma şekilleri üzerineydi. Tüm katılımcıların ortaklaştığı konu insan ilişkilerinin başvuru sayfalarının arkasına geçebildiğiydi. Birebir tanıştıkları yönetmenlerin veya mailde filminin ellerine ulaşıp ulaşmadığını soran yapımcı/yönetmenlerin filmlerinin gerçekten de izlenildiğini belirttiler. Bir önceki cümledeki “gerçekten” kelimesinin ne anlama geldiğini anlamışsınızdır. Tabii ki filmfreeway, withoutabox ve ya festivallerin kendi başvuru portallarına gelen filmlerin hepsi izlenmiyor. Festivallerin uyguladığı başvuru ücreti konusuna ise ancak gelebiliyorum. Festival başvurularına ayıracak bir bütçeniz yoksa kesinlikle nereden bakarsanız bakın 100 tane festivale indirim kodu için mail atarsınız ve bunlardan sadece 10 tanesi cevap verir, 3 tanesi indirim kodu gönderir, 3 tanesi kabul etmediğini bildirmek için yazmıştır ve Dolar/Euro TL kurundan dolayı indirim kodu ile birlikte festival başına 100-200 TL arası ücreti ödemediğiniz için elinizde içerik konseptini, temasını ve kategorilere göre kaç film aldığını bilmediğiniz ve yahut araştırmadığınız 4 film festivali kalmıştır. 100 festivalden 4’ne başvurduğunuzda şansınızın ne olduğu aşikâr. Fakat festivaller ile ilişkinizi filminizi bitirmeden çok önce geliştirirseniz küratörlerin bahsettiği insan ilişkileri noktası işinizi biraz kolaylaştıracaktır.

İşte bu noktada daha önce yurtiçi ve yurtdışındaki festivalleri takip eden, dünya sinema mutfağında nelerin hazırlandığından haberdar olan yönetmen ve yapımcıların sektörde tutunmaları daha kolay oluyor. Özellikle bu dijital çağın getirdiği bilgiye erişim hızının artması sonucu, genç yaşta “başarıya” ulaşmış sinemacıları dinlediğinizde ortak gördüğünüz birkaç husus, kişisel yatırım, dünya sinemasını takip etmek ve bunun bir parçası olmak için mobilize olmak.

YALNIZ VE GÜZEL ÜLKENİN YALNIZ VE SAHİPSİZ SİNEMACILARI (***)

Berlin Film Festival’inden sonra da birçok film eleştirmeni festival hakkında yazdı. Festival seçkisindeki 342 film arasından Türkiye’den film olmaması, jüride görev alan küratör Fatma Çolakoğlu, ve Berlinale Talents’a seçilen kurgucu Selda Taşkın, oyuncu Ece Yüksel ve yapımcı ve yönetmen Emine Yıldırım dışında Türkiyeli sinemacının olmaması Türkiye Sineması hakkında oldukça konuşulmasını da beraberinde getirdi. Yeni bir dünya keşfetmedim fakat birkaç gözlemimden yola çıkarak yaşadığımız sıkışmanın coğrafya kaderdir kolaycılığından daha farklı ve köklü nedenleri olduğundan söz etmek istiyorum. Coğrafya değil ama yaşadığınız ülkenin kültür politikaları sinema kaderinizi belirliyor. Başta söz ettiğim 330 bin biletin içinde Alman üniversitelerinin sinema, televizyon ve medya çalışmaları bölümlerinin fakülte üyelerine, öğrencilerine ve kültür merkezlerinin bursiyerlerine sağladığı festival akreditasyon biletleri de var. Özellikle Generation ve GenerationPlus bölümlerine şehirdeki lise öğrencilerinin indirimli biletlerle gösterimlere toplu katılımı hem geleceğin sinemacılarını festival kültürü ile çok erken tanıştırıyor hem de var olan festivalin kemikleşen ve aynı zamanda değişerek genişleyen bir festival izleyicisi kitlesine sahip olmasını sağlıyor. Bu gibi kolaylaştırıcı teşviklerin şehir sakinlerinin festivalle kurduğu ilişkiyi de geliştirdiği bir gerçek. İlk filmini yapmış olan bir yönetmenin izleyici tarafından keşfine olanak sağlanması hem festivaller hem de yerel yönetimler için geri dönüşü muhteşem olacak karlı bir yatırımdır. Umuyoruz ki Türkiye’nin büyük festivallerinde de bu tür çalışmalar çoğalır, liselere ve sinema okullarına kadar ulaşır.

FESTİVALLER İLAHLARIMIZ DEĞİL

Bu yazıda bir filme emek veren yapımcı, yönetmen ve senarist ve ya bunların hepsi olan sinemacıların ilk filmlerinde festival yolculuklarında karşılaşacakları birkaç sorun üzerinde durdum. Bunlar sadece ilk filmini yapan yönetmen/yapımcının değil, bağımsız sinema yapan sinemacıların da karşılaştığı sorunlar. Buradaki amaç ilk filmi ile sinema sektörüne girmeye çalışan arkadaşların hevesine ket vurmak ve ya apolitik olun aman dünyayı biz mi kurtaracağız aymazlığı da değil. Aksine sinemaya gönül, emek ve kafa vermiş insanların boş bir iyimserlikten ziyade gerçekçi bir plan ile yola çıkmalarını isterim. Festivallere çok bel bağlamamalarını, festivallerin kendilerini ödüllendirdiğinde en iyi filmi çekmiş olduğuna inanan sinema tarihimizin bekleme odası sakinlerine benzememelerini salık vermek için yazdım. Özellikle yönetmenlerin her fikirlerinin muhteşem ve çekilmeye değer bir hikâye olmadığını bilmeleri gerekiyor. Yapımcılarının kendilerinin asistanı değil filmde en az kendileri kadar yürütücü rolü olduğunu kabul edip filmin en başından festival planına oradan dağıtıma kadar birbirlerinin fikirlerine değer veren bir işbirliği ve ortaklığı kabul etmeleri gerekiyor. Yönetmen yapımcı ilişkisi üzerine kendi deneyimlerimden aklımda kalanlar başka bir yazı olacak kadar çok. Burada araya sıkıştırmak istemem, anlatılmaya değer gördüğüm zaman onları da paylaşmak isterim.

Ezcümle filminizi iyi tanıyın, çevre edinin, kutuplaşmanın bu kadar arttığı bir zamanda zor ama farklı insanlarla tanışın, yolunuzun uzun olduğunu bilin ve festivallerin sinema yapma tutkunuzun önüne geçmesine izin vermeyin. Düşündüğümüzde sinema cenneti olması gereken festivallerin sizi korkutabileceği ihtimali bile festivallere dair algımızın değişmesi gerektiğine işaret ediyor. Yazıyı emir cümleleri ile Oprah Winfrey konuşmalarından birebir alan çok sevgili atölye hocaları gibi bitirmek istemem ayrıca kimseye hoca olmak ne haddim ne de hedefim ve fakat festivallerde ödül verilen o kadar kötü film varken festivalleri ilahlarımız haline getirmeyelim.

(*) Yılmaz Güney – Umut (1970)

(**) Jean-Luc Godard - Politik film yapmak ve politik bir şekilde film yapmak arasında ayrım vardır.

(***) Nuri Bilge Ceylan – 2008 Cannes Film Festivali Ödül Konuşması