Nayır nolamaz, göremiyorum!

Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu'nun üçüncü uzun metrajlı filmi olan Gözümün Nûru, geçtiğimiz günlerde MUBİ'de yayınlandı. Melik Saraçoğlu'nun gerçek hayatta başına gelenleri konu edinen film, tek gözü görmeyen, diğer gözünü de kaybetme noktasına gelmiş, üstelik sinema aşığı bir kahramanın trajedisine odaklanıyor.

Google Haberlere Abone ol

Can Öktemer

John Berger, ünlü çalışması 'Görme Biçimleri' kitabının ilk sayfasında “Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk, konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir” cümlesini kurar. Berger’e göre, görme sözcüklerden önce gelmiştir ve biz faniler dünyayı görerek tarif etmekteyiz. Lumiere Kardeşler’in icat ettiği sinematograf ise sadece tüm dünyayı görünür kılmamış aynı zamanda kaydedilebilir bir hale getirmiştir. Dolayısıyla sinemanın varlığı görme biçimlerimizi tamamen değiştirmiştir. Bu girizgahın sebebi geçtiğimiz günlerde MUBI’de yayımlanmaya başlanan Hakkı Kurtuluş ve Melik Saraçoğlu’nun 2013’te çekmiş oldukları Gözümün Nuru filmi. Film hem görme biçimleriyle hem sinemayla hem de hastalıklarla ilgili. Şöyle detaylandıracak olursak, küçük yaşlardan itibaren görme bozuklarıyla boğuşan sinema sevdalısı kahramanımızın sinema aşkı için gittiği Lyon’da göz rahatsızlığının tekrar etmesiyle ameliyat olmak için memleketine dönüp, 40 gün boyunca hareketsiz bir şekilde yatıp tedavi olma sürecini anlatıyor. Bir insan hem sinema aşığı olup hem de 40 gün boyunca başı önde aynı yerlere bakınca, görme biçimleri de ters yüz oluyor hiç şüphesiz. Filmin hikayesinin temeli otobiyografik öğelere dayanıyor. Hikâyenin anlatıcısı ve başrol oyuncusu Melik Saraçoğlu, vaktinde gerçekten de buna benzer bir operasyon geçirmiş ve benzer tedaviyle sağlığına kavuşmuş. Kendisi haricinde filmdeki diğer oyuncular da Saraçoğlu’nun gerçekteki ailesi, yani filmde herkes kendini oynuyor.

'BANA KADERİMİN BİR OYUNU MU BU?'

Yeşilçam'ın gözde temalarından biri hiç kuşku yok ki, hastalık ve kör olma halleridir. Kaderin sillesini yiyen bahtsız kahramanlar ya “ince” (evet hastalığın adı hiç anılmaz) bir rahatsızlığa kapılırlar ya da gözlerine aniden perde iner. Filmin kader çizgisine göre de kahramanımız ya hayatta kalır ya da gözleri açılır. En kötü ihtimalle her şey berbat bir sonla biter, ekran kararır, siyah ekranın üzerine "SON" yazar. Seyirciler ellerinde mendilleriyle salonu terk eder. Bu tip ağır melodramların Türkiye’de bu denli ilgi görmesinin sebebini iki dünya arasına sıkışmış olmasına, yoksulluğun, yoksunluğun olduğu ve her daim kaybetmeye hazır bir topluma bağlayabiliriz belki de. Toplum, perdede kendi hayatlarına benzeyen trajediler görmek ya da “bak bak neler yaşıyor insancıklar” hissine kapılmak için yıllarca bu anlatılara ilgi göstermişti.

Gözümün Nur’u da tek gözü görmeyen, diğer gözünü de kaybetme noktasına gelmiş, üstelik sinema aşığı bir kahramanın trajedisine odaklanıyor. İki gözü bantlı bedbaht kahramanımız yüzü sürekli bize dönük bir biçimde bize yaşadıklarını aktarıyor. Kahramanız bir daha görebilecek mi? Yoksa Cüneyt Arkın gibi “Açın ışıkları göremiyorum” diye isyan ederken doktorlar mahcup bir şekilde kafalarını öne mi eğecek? Şimdi böyle tarif edince kelimelerin arasından ince bir keman sesi, aralardan ağlamaktan mendilleri deforme olmuş kalabalıkların hıçkırıkları geliyor, farkındayım ama mendilleri çıkarmanıza hiç gerek yok çünkü filmde mevzular hiç de öyle gitmiyor. Gözümün Nuru, tüm bu ağır halleri mizahla anlatmayı tercih eden bir yapım çünkü. Gözleri bantlı şanssız kahramanımız az biraz kaderci, az biraz da “geçer bu günler de” hissiyatıyla eğlenceli bir üslupla Woody Allenvari bir şekilde bize doğru anlatıyor hikâyesini. Dolayısıyla kahramanımızın tedavisi esnasında araya sıkıştırılan Hülya Koçyiğit’li, Cüneyt Arkın’lı “Nayır, nolamaz göremiyorum” isyanlı Yeşilçam görüntüleri, işin parodisi haline geliyor. Filmin mizahının bir diğer ağırlığı da hiç kuşku yok ki orta sınıf aile halleri oluyor. Hayaller Lyon, gerçekler İstanbul ve orta sınıf aile hayatı.

AİLE VE ORTA SINIF YAŞAMININ GİZLİ İMGELERİ

Gözümün Nuru’nda klasik bir orta sınıf aile hayatı ve yerleşik imgeleriyle karşı karşıyayız. Yönetmenler, özellikle bu dünyayı daha iyi ve gerçekçi kılabilmek için yakın planlara, objelere başvurmuşlar. Kahramanımız dertler içerisindeyken mutfaktan gelen düdüklü tencere ve blender sesi, desenli halılar, masaya serilen geniş sakız beyazı örtüler, nereden çıktığı kestirilemeyen elektrik süpürgesi, babanın gürültülü bir şekilde sayfaları çevirirken çıkardığı gazete sesi, televizyondan gelen maç özeti filmin odaklandığı detaylar oluyor. Bedbaht sinema aşığımız içinse bu sesler bir noktadan sonra katlanılması zor gürültüler haline geliyor. Sıkışmışlık bununla da sınırlı kalmıyor; geçmiş olsuna gelen annenin arkadaşları, içilen poşet poşet çaylar, yenilen kısırlar, tamamı değil de kilo yapmasın diye yarısına dokunulan pastalar ve kimsenin kimseyi dinlemediği, aynı anda konuştuğu ortamlar, kız arkadaşı aile yemeğinde ailenin diğer fertleriyle tanıştırma merasimi, yemek konuşmasını beceremeyen baba, zor iletişim kurulan dede ve her daim gözleri nemli bir şekilde, oğluna iyi gelsin diye kasa kasa havuç yedirip endişelere düşen anne… Bir çoğumuzun aşina olduğu imgeler ve hayatlar bunlar. Üstelik filmde kendisinin de dediği gibi; insan ailesinden çok şey alıyor, hastalık dahil. En nihayetinde dede, anne, baba, kardeş; filmdeki ailenin tamamı gözlüklü. Film, tüm bu detayları oldukça sade ama ince bir mizahla veriyor. Kahramanımız Fransa’da özgürce film çekme hayalleri kurarken, bir anda kaotik aile yaşamına salondan sırt üstü ve gözleri bantlarıyla devam etme çaresizliğini yaşıyor.

90 SONRASI KUŞAK VE SİNEMA

Orta sınıf aile hayatı ve hayaller arasına sıkışma durma 90 kuşağı sonrası sinemacıların, edebiyatçıların üzerine eğildikleri bir durumdu. Küreselleşme, sınırları aşma, yabancı ülkelerde eğitim olanaklarının artması, yerleşik kimliklerin aşınması 80 ve sonrası doğan kuşak için yeni bir dünya tahayyülü sunuyordu. Filmdeki kahramanın orta sınıf imgeleri ve aile hayatıyla çatışma yaşaması da bir anlamda bu yüzden. Seküler, eğitimli bir orta sınıf aile hayatına sahip ailenin, kahramanın tedavisi için bir süre sonra pozitivist yöntemlerden vazgeçip, okunmuş su ya da kurşun dökme gibi girişimlere başvurması, evin her yerine nazar boncuğu asılması da iki dünya arasına sıkışmışlığın bir başka göstergesi olsa gerek. Kahramanımız, Lumiere Kardeşler’in peşinden Lyon’a giden Godard olabilme ihtimali kurarken tüm bu hayallerinin uzak ihtimale dönüşmesinin krizini atlatamıyor zaten. En çok da “Cinema Paradiso” ve gerçekler arasında sıkışmışlığı yaşıyor belki de. Gözler düzelmezse insan bir daha nasıl film çeker, hatta bir daha nasıl film izler? Tüm o Fellini’yi aratmayan kâbus dolu rüyaların evin gürültüsüne karışması da kahramanın ruh halini çok iyi özetliyor bir anlamda. Kamera da en fazla bir hafıza işlevi görerek Proustvari hatırlama edimine dönüşüyor, eski el kamerasıyla kaydedilmiş kötü org sesleri eşliğinde oynayan sünnet düğünleri, bir hevesle kaydedilmiş salondaki çocukluk halleri filmde karşımıza çıkıyor.

Melik Saraçoğlu ve Hakkı Kurtuluş, 1990 sonrası kuşağı sinemacıları. Fotoğraf makinesinin lüks sayılmadığı, küçük el kameralarının giderek yaygınlık kazandığı yıllarda çocukluklarını, ilk gençlik yıllarını yaşayan bir kuşağın temsilcileri. Film yapımının kolaylaştığı, yepyeni bir dünyanın ortaya çıktığı, büyük paraların kazanıldığı bir dönemin sinemacıları… Onların sinemayla kurduğu ilişki hiç kuşku yok ki çok başka, bir tarafta TRT diğer tarafta hızla açılan özel kanallar, AVM sinemaları… Zihinlerindeki imgeler iki farklı hat üzerinden inşa edilmişti. Film boyunca yönetmenlerin sinemaya bakışlarına buradan da bakabiliriz gibime geliyor. Bununla beraber, klasik orta sınıf hayatıyla, sınırsız dünya sıklıkla birbirine değiyordu. Dolayısıyla “ev” kavramı sorgulanır, tartışılır hale gelmişti. İnsanlar şanslarını yurt dışında arıyorlardı; aradıklarını bulanlar kaldı, beceremeyenler döndü, bazıları da ellerinde olmayan sebeplerle yurda dönüş yaptılar. Lakin ne dönenler ne de kalanlar için “ev” bulanabilmiş değil sanki. Halen herkes “evini” aramaya devam ediyor. Özellikle şimdi cebinde parası kalmayan, üç kuruşa çalışmak durumunda kalan diplomalı orta sınıf için işler daha da kâbus. Desenli halı, düdüklü tencereler, çay-bisküvi, gürültülü misafirler onların şimdi daha da üstüne geliyor galiba. Hepimiz salonda ailecek oturup “nayır nolamaz” şeklinde bu buhrandan uyanıp eve dönmenin yollarını arıyoruz sanki…