YAZARLAR

Sinemiz yarelendi mi?

Vekilimiz, sabah namazı kılmak üzere abdest alırken onlarca polis tarafından gözaltına alınan biri ama bundan da ibaret değil. Vekilimiz “ibaret olmadığı” her şeyle ne zamandır demokrasicilik oyunu bile oynamadığımız şu “yad düzen”in putlarına meydan okuyan biri. Evvelsi gece yaptığı yayınlarda bedenen ne kadar yalnız olduğunu gördük. Vekilimiz bizim evimize kurulmuş müesses nizam putlarını yıkma umudumuz! O bizim Vekilimiz, biz onun şahitleriyiz!

Çok ağır yaralar aldık. Öyle yenilir yutulur cinsten değil son bir haftada yaşadıklarımız. Zaten uygulamayarak askıya aldıkları bir yasayı, İstanbul Sözleşmesi’ni, yan yana durduğumuz bir zemini ayaklarımızın altından çekmeye kalkıştılar. Henüz her şey bitmedi, elbet bir yolunu bulacağız. İstanbul Sözleşmesi her şeyden önce bizlerin arasında bir sözleşme. Tabii ki uğraşacak, saldırıya uğradıkça bizler arasındaki hukuku düzenleme gücüne güç katılan bu sözleşmeye, devletin de uygulayıcı olarak tabi olmasını sağlayacağız. Daha yapabileceğimiz her şeyi yapmadık. Yenilerini de akledeceğiz.

Bir de Ömer Faruk Gergerlioğlu vekilimizin (bundan böyle Vekilimiz) önce vekaletini düşürdüler, sonra gözaltına aldılar (serbest bırakıldığını yazı bittiğinde büyük, kocaman, ele avuca sığmaz bir mutlulukla öğrendim). HDP milletvekili Hüseyin Kaçmaz’ın, Vekilimiz’in gözaltına alındığı sahneyi nasıl anlattığına bakın. Vekil odalarının kapılarına polis yığmışlar. Dayanışmasınlar diye. Hepimize yaptıkları şey bu. Dayanışma kapılarımızı işgal ederek hayatla bağımızı koparmaya, adalet duygusundan vazgeçmeye zorluyorlar ne zamandır bizleri. Gene yaptılar. Ama bu defa, bu berbat oyunu sahneledikleri yer kabul edilebilir gibi değildi. Kaçmaz ne diyor dikkat ettiniz mi? 1994’teki o sahneden bile kötüydü. Hatırlayın o sahneyi, ne olmuştu: Demokrasi Partisi (DEP) milletvekilleri Leyla Zana, Hatip Dicle, Mahmut Alınak, Selim Sadak, Sırrı Sakık, Orhan Doğan, Zübeyir Aydar ve Ahmet Türk Meclis’ten zorla çıkarılarak tutuklanıp hapse atılmışlardı. 1990’lara mı döndük sorusunun net bir cevabı var artık: Beterin beteri oldu.

'KURU KÜTÜK YANMAYINCA TÜTER Mİ?'

Tütmüyor. Bunu geçtiğimiz çarşamba günü, Vekilimiz’e “düzülen yad düzen”in son perdesi sahnelenirken gördük. Bir gece önce yüzbinlerce insan “Ömer Faruk Gergerlioğlu yalnız değildir” diye haykırdı yorulmadan. “O kararı okutma!” diye seslendiler vekillere. Meclis’te yoklama yapılacaktı, hepimizin gözü orada olacaktı. Onlarca milletvekilinin yüzlerce telefon aldıklarını biliyorum. Uyandırma servisi olmak bizlere kalmıştı. Vekilimiz’e sahip çıkmalıydık. Vekilimiz’e vekiller de sahip çıkmalıydı. Orası bizim irademizin tecelli ettirileceği yer değil miydi? Vekilimiz, 90 bin kişinin oyuyla seçilmiş, ama adalet terazisini elinde tutan o güzel kadıncık Themis gibi gözünü hak ve adalet talep edenin kimliğine bağlayarak herkesin hakkı için mücadele etmiş biriydi. Hepimizin, herkesin vekiliydi. Yalnız onu seçenlerin değil, herkesin vekili olmayı seçmişti. Varlığıyla sanki bir daha hiç kapanmayacak gibi duran adalet yaramızı tedavi ediyordu. Ona “düzülen yad düzen”in asıl konusu idi adalet duygumuz. Bu yüzden o gece sabaha kadar seslendik geriye kalan vekillere: O kararı okutma! Vekilimiz’in yanında dur! İrademize ve adalet duygumuza höykürüşlerle indirilen bu zalim darbeyi durdur. Hiçbir şey yapamıyorsan orada ol, kendini şahit yazdır bu “dava”ya, müdahil ol.

Yapmadılar. Meclis TV’nin sürekli kesilen yayınında gözüm boş koltuklara takılıp kaldı. Önce “andımız” tartışması yapıldı. Sonra dışardan intizamlı gibi görünen ama aralarında bir rabıta olmadığı hemen anlaşılan bir dizi konuşma daha yapılmaya başlandı. Her biri bir felakete, hak ve can kayıplarına ve o kayıplar etrafında oluşan adaletsizliklere bağlanan meseleler hakkında vekiller birer dakika söz alıyorlardı. Hiçbiri önemsiz değildi ama Meclis bizden bağımsızdı sanki. Başka bir şeye bağımlıydı o zaman, ama neye? Meclis’le ilgili konularda tecrübeli bir arkadaşla yazışıyordum o esnada. Sönmek üzere olan bir kibritin yaydığı kadar bir umut ışığı olabileceğini söyledi. Belki de gündemi meşgul ederek mevzuyu geçiştirmeye çalışıyorlardı (filibuster). Öyle mi yapıyorlardı?

'BİR VEFA KALMADI OK İLE YAYDA'

Tam olarak ne olup bittiğini tutanağı okurken anladım. Bundan sonrasını oradan aktaracağım. Vekilimiz’le ilgili gündem maddesini ilk dile getiren HDP Milletvekili Ali Kenanoğlu. Sözü kesiliyor ve İYİP İstanbul Milletvekili Hayati Arkaz “tarihimizin en önemli devlet adamlarından biri olan Talat Paşa”yı hatırlatıyor Meclis’e, evet tabii, bildiğiniz Talat Paşa. Sonra iki Çanakkale anması daha yapılıyor ve Erdemli’de gerçekleşen fırtınanın verdiği zarar konuşuluyor. Sıraya halk eğitim merkezleri alınıyor ve İYİP İstanbul Milletvekili Musavat Dervişoğlu Çorlu tren faciasından ve asgari ücretlilerin fitreye muhtaç hale getirilmesinden bahsediyor. Sonra yine Çanakkale. (Bu türlü rabıtasız tartışmanın Meclis prosedürüyle kurulduğunu biliyorum. Demek ki o prosedürde bir yanlışlık var. Siyasî tartışma yapmaya uygun değil.)

HDP Grup Başkanvekili Meral Danış Beştaş, kararın okunup okunmayacağını soruyor. Haberlerde geçiyordu ama Genel Kurul gündemine açıkça yazılmamıştı anlaşılan. Diyor ki: “Meclis Başkanvekili’nin bile bilmediği ya da bize iletilmediği bir gündemden söz ediyoruz.” Meclis’in ne olduğunu hatırlatıyor Meral Hanım, “Bir kara sayfa daha eklemeyelim, Anayasa Mahkemesi’nin kararını bekleyelim, hem emsal de var elimizde Enis Berberoğlu kararı var” diyor özetle. “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diye hatırlatıyor hem de birkaç kez. O esnada biri arkadan slogan atıyor. Sonradan eski AKP milletvekili ve şimdi Deva Partisi kurucusu Abdurrahim Aksoy olduğunu öğreniyoruz. Tutanakta yazmıyor tabii ne dediği, haberlerde kayıtlı: "Yaşasın özgürlükçü demokrasi. Yaşasın demokratik Türkiye. Kahrolsun otokrasi.” Oturuma ara veriliyor.

Aradan sonra ilk konuşan CHP Grup Başkanvekili Engin Altay. “Biz hukukun üstünlüğü için hak arayan herkesin yanındayız” girizgâhıyla başlıyor konuşmasına. Belli ki “yanında durduğumuz HDP değil, hukukun üstünlüğü için buradayız” demek için uzatıyor sözü. O da Enis Berberoğlu davasını aktarıyor emsal olarak. Elinde Anayasa kitapçığı var. Dersini çalışmış. Madde numaralarıyla konuşuyor. “Meclis ofsayt’a düşmesin” diyor.

AKP Grup Başkanvekili Bülent Turan giriyor söze ve “ortada olmayan bir işlemi tartışmayı anlamlı bulmadığı”nı söylüyor. Vekilimiz hakkındaki tezkerenin okunması gündemde mi, değil mi? Konu o. Engin Altay sinirleniyor, “Meclis’in evraklarını sadece siz mi biliyorsunuz?” Bence son derece kilit bir soru. Meral Danış Beştaş ve Bülent Turan’ın da katılımıyla bir karşılıklı atışma sahnesi yaşıyoruz. Engin Altay bir yerde: “Bu da bir ayıp! Sen biliyorsun, biz bilmiyoruz, biz bilmemeliyiz. Ne ayıp şey ya! Bu da Anayasa’ya aykırı” diye haykırıyor. Bülent Turan, Meclis Başkanı’na şikâyet ediyor: “Daha ağzımı açmadım. ...HDP ile CHP’nin bu gerginliğini, bu agresifliğini anlıyorum.” Şikâyet sırası Engin Altay’a geçiyor: “Bana agresif dedi Sayın Başkan.”

Bu atışma kısa bir müddet devam ettikten sonra HDP’lilerin attıkları “Hak, hukuk, adalet” ve “Darbeci AKP” sloganlarına rağmen karar okunuyor. Vekilimiz’den genel kurulu terk etmesini istiyor Meclis Başkanvekili Celal Adan. Bir ara AKP sıralarından “Teröristler dışarı” sloganı yükseliyor. Bülent Turan, “düzülen yad düzen”in Anayasa’ya uygunluğunu savunuyor. Sloganlar berdevam. İki dakika ara. Ve Vekilimiz, genel kurul salonunu terk etmediği için oturum sonlandırılıyor. AKP ve MHP’li vekillerden sonra CHP ve İYİP vekilleri de terk ediyorlar salonu. Zaten sayıları o kadar az ki, genel kurul göz açıp kapayıncaya kadar ıssızlaşıyor... Vekilimiz, HDP’li vekillerimizle birlikte salonda yalnız kalıyor. Meclis, Vekilimiz’den ve HDP’li vekillerden ibaret kalıyor o anda: Tam arkada sahiden de, “Egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir” yazıyor.

CİĞERLERİMİZ PARELENSE Mİ?

Tutanağı defalarca okudum. Burada bir kurgu var, ama o neyin kurgusu, nasıl bir kurgu diye anlamak için okudum. Şunu gördüm: Garê ve HDP’li vekillerle ilgili yeni fezlekeler konusunda kamuoyunun ne dediğini duymuş muhalefet vekilleri: Herkes kendisi olarak muhalefet etsin, birbirinizden rol çalmanıza gerek yok, bulunduğunuz yerden konuşun, itiraz edin de nasıl ederseniz edin. Ama Vekilimiz’in vekilliğinin bir “yad düzen”le düşürüldüğü gün herkesin kendisi olarak değil “millet”in vekili olarak karşı koyacağı bir gündü. Derslerini çalışmamışlar, ezberleri de bozuk. Bir tür “filibuster” girişimi sahiden var mı bilmiyorum ama varsa da başarılamamış. Çünkü yeterince kalabalık değiller. O gün Ankara’da kar yağıyordu, herhalde o yüzden. Görebildiğim kadarıyla Ahmet Şık, Sera Kadıoğlu, Ali Şeker ve Barış Atay (başka vekil vardıysa affetsin, görebildiklerimi yazdım) Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin davası için Çağlayan’dalardı. 20 CHP milletvekili, Urfa’da esnaf buluşması için o günü seçmişlerdi. Geriye kalanların nazenin bünyelerinin kara, soğuğa, ayaza, adalet ve “millî egemenlik” mücadelesine dayanıksız olduğunu zannediyorum. Eğer öyle ise kendilerine tez zamanda emeklilik diliyorum.

Vekilimiz’le dayanışmak dünyanın en kolay şeyiydi oysa. Herkesin vekili olmuş biriyle dayanışmak, dayanışan herkes için büyük bir ayrıcalık olacak, siyasî meşruiyetine meşruiyet katacaktı. Bunu bile göremeyecek kadar nasıl kapanmıştı acaba o gözler. Daha sonra öğrendiğimize göre, CHP’li vekiller Vekilimiz’in ve HDP’lilerin ziyaretine gitmişler nöbetleşe. Herhalde kalabalık yapmak istemediler. Yapmadıkları o kalabalıkların günahları da veballeri de boyunlarına. Eğer muhalefetteki partiler arasında o gün için yapılmış bir koordinasyon vardı ise çok başarısızdı. Vekillerini, Bizim Vekilimiz’in şahsında, kendi vekalet yetkilerini savunacakları gün Meclis’e getiremeyen partiler, yarın bir gün kim bilir hangi koşullar altında, kim bilir hangi aday için seçmeni sandığa nasıl götürecekler bilmiyoruz. O vakte ne kadar var, onu da bilmiyoruz.

'KILAVUZ EDERLER TELLİ TURNAYI'

Ve son sahne. Sabah ezanıyla abdest alıp namazını kılmaya hazırlanan Vekilimiz’e, Meclis’in tuvaletinde tuzak kurdular. Herhalde şöyle düşündüler: Namazlarını aksatmaz, e tabii abdest de almak zorunda, genel kurul ya da grup odasında kötü olur görüntü, iyisi mi pijamalarıyla ve yalın ayak, Allah’ın huzuruna varmaya hazırlanırken gözaltına alalım. Suç uydurmak kolay: “Milletvekili gibi davranmak, sosyal medya üzerinden basın açıklamaları ve canlı yayınlar yapmak, kamu binasında hakkı olmadan durmak.” Yankılanıyor mu kafanızın içi: “Milletvekili gibi davranmak! Milletvekili gibi davranmak! MİLLETVEKİLİ GİBİ DAVRANMAK!”

Geriye kalanların yapamadıkları şeyi yapmak. VEKİLİMİZ olmak! Suçu bu.

O sahneler bana, belki de içinden abdest ve namaz sözcükleri geçtiği, Vekilimiz’in yalın ayak sürüklenerek gözaltına alınması yüzünden Kâbe’deki putların neden kırıldığı meselini hatırlattı. Hişam Ibn Al Kalbi (737-819), Putlar Kitabı olarak Türkçe çevirisini de bulabileceğiniz eserinde İslam öncesi Kâbe’nin tarihini anlatır. O putların ortaya çıkışı dünyanın en hüzünlü hikâyelerinden biridir. Ama sonunda İslam’ın bir isyan formunda ortaya çıkışına zemin oluşturan zulmü de hazırlar aynı hikâye. İbrahim’in oğlu İsmail’in nesli Kâbe’nin etrafında çoğaldıkça çoğalır nesiller boyu ve elbette Kâbe’nin koruyucusu kim olacak problemi üzerinden başlarlar birbirlerini öldürmeye. Sürülenler gittikleri yerlere, kim olduklarını hatırlamak için Kâbe’den aldıkları taşları götürürler ve tıpkı Kâbe’yi tavaf eder gibi tavaf ederler Allah’ın evinden kopardıkları taşları. Nesiller geçtikçe unutulur Kâbe ile o taşlar arasındaki bağ ve her nesilde biraz daha süslenen taşlar put olur. Derken Kâbe’nin muhafızlarından biri ağır bir hastalığa tutulur. Suriye’ye gider ve ora halkının putlara taptığını görür, tabii ki bilmez o putların Kâbe taşından yapıldığını. Derler ki, “biz bunların aracılığı ile yağmur ve düşmana karşı yardım isteriz.” Kâbe’nin muhafızı o putlardan birkaçını alır ve Allah’ın evine getirir. Kâbe’den kopan, Kâbe’ye döner. Zamanla Hicaz’ın mühim aileleri kendi putlarını da getirip Kâbe içine ve etrafına sıralamaya başlarlar. O putlar aracılığıyla Kâbe’nin muhafazasında, dolayısıyla Kâbe’den sadır olan güçte pay sahibi olmaktır dertleri. Hani o kitaplarda zulmü ballandıra ballandıra anlatılan “müşrik” hukuku var ya. İşte o hukuk böyle oluşur. Allah’ın evinin içine ve etrafına sıralanmış her bir put, onun koruyuculuğuna soyunmuş ailenin gücünü, putların birbirleriyle pozisyonları da o aileler arasında oluşan hukuku temsil eder. Peygamberin put kırmak suretiyle ortadan kaldırdığı şey aslında zalimleri koruyan müesses nizamın hukukudur. Putları kıran Peygamber, Kâbe’yi kelepçeleyen hukuku kaldırır ortadan. “Put kırmak” dediğimiz hadisenin, Müslümanların dilinde çoğu kez, zalimlerin hükmünü, hukukunu sonlandırmak şeklinde kullanılagelmesinin sebebi de budur.

Vekilimiz, bir tabip ama tabip olmaktan ibaret değil. Vekilimiz bir insan hakları savunucusu ama insan hakları savunucusu olmaktan ibaret değil. Vekilimiz, Kürt olmayanların da Kürtler için adalet isteyebileceklerini, herkesin bir başkası için adalet isteyerek biri olacağını, ancak biri olduğumuzda birlikte kalabileceğimizi hatırlatmak üzere sık sık tekrarlıyor “Kürt değilim” diye, ama “Kürt olmamaktan” ya da “Türk olmak”tan ibaret değil. Vekilimiz dini bütün bir insan ama dini bütün bir insan olmaktan ibaret değil. Vekilimiz, sabah namazı kılmak üzere abdest alırken onlarca polis tarafından gözaltına alınan biri ama bundan da ibaret değil. Vekilimiz “ibaret olmadığı” her şeyle ne zamandır demokrasicilik oyunu bile oynamadığımız şu “yad düzen”in putlarına meydan okuyan biri. Evvelsi gece yaptığı yayınlarda bedenen ne kadar yalnız olduğunu gördük. Ama o bir yandan da şunu diyordu:

"Öyle destek mesajları geliyor ki... Bir koyversem kendimi, tutamam bir daha gözyaşlarımı. Oysa ben metin duruyorum, alnım açık, başım dik, yüzüm ak. Zaten bu candan sözler bizi güçlü kılıyor ya. Zaten bu sözler zalimi perişan ediyor ya. Haklıyız, güçlüyüz, kazanacağız!!"

Vekilimiz bizim evimize kurulmuş müesses nizam putlarını yıkma umudumuz! O bizim Vekilimiz, biz onun şahitleriyiz!

Not: Yazıya başlarken Vekilimiz gözaltına alınalı henüz bir saat kadar olmuştu. İşimi yapabilmek için sosyal medyayı kapattım. Şimdi, şu yukardaki paragrafı bulmak için bir daha açtım ve serbest bırakıldığını gördüm. Ankara’daki Newroz kutlamalarına gittiğini yazmış. Gözümüz aydın, yolumuz açık olsun. Tam da dediği gibi! “Haklıyız, güçlüyüz, kazanacağız.”

İkinci not: Ibn al Kalbi, Putlar Kitabı (Kitab al-Asnam), Rosa Klinke-Rosenberger’in Almancaya çevirisinden Arapça aslı ile karşılaştırarak çevirenin girişi ve notları ile birlikte Türkçeye çeviren Beyza Düşüngen, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1970.

Üçüncü not: Vekilimiz’in gözaltına alındığı görüntüler, neden bilmem, Turnalar Semahı’nı getirdi koydu aklıma ve dilime. En çok Selda Bağcan’dan dinlemeyi seviyorum.

 
 
 
 
 
 

Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.