Sınıfsal baskı ve faşizm: Her öfkenin bir geçmişi vardır

Pilar Quintana'nın ilk kez Türkiyeli okurla buluştuğu romanı 'Köpek' Can Yayınları tarafından Havva Mutlu çevirisiyle yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Pilar Quintana çok yönlü bir yazar. Roman ve öykü yazarlığının yanı sıra senaristlik de yapıyor ve her iki kategoride de pek çok ödüle layık görülmüş. Kolombiya’nın önemli yazarları arasında kendine yer bulmasına şaşmamalı.

Quintana’nın birden çok kitabı olsa da, onu dünyaya “La Perra” adlı romanı tanıttı. “La Perra”, İngilizceye “The Bitch” olarak çevrilmiş. Geçtiğimiz günlerde Can Yayınları etiketi ve Havva Mutlu çevirisiyle raflara giren çevirinin ismi ise “Köpek”. Bu ilişkiye dair yaptığım araştırmada ise karşıma Liz Moreno Chuquen’in bir yazısı çıktı. Chuquen, “La Perra”nın çift anlamlı olduğunu, “dişi köpek”in yanı sıra, “orospu” gibi aşağılayıcı bir karşılığa da bulunduğunu belirtiyor. Onun için romanı bu çift anlam üzerinden değerlendirmekte fayda var.

Köpek, Pilar Quintana, Çeviren: Havva Mutlu, 112 syf., Can Yayınları, 2022. 

ANNELİK BASKISI

Quintana’nın dilimize çevrilen ilk kitabı olan Köpek kısa bir roman. İki ana çatışma üzerine kurulmuş; ilki aileyi ve anneliği ele alırken, diğeri sınıf meselesini ve ırkçılığı tartışıyor.

İlkiyle başlayalım; Damaris ve Rogelio genç yaşta evlenmiş iki insan. Damaris bir nevi bekçilik olarak da değerlendirebileceğimiz ev temizliği işiyle uğraşırken, Rogelio balıkçılık yapıyor. İkisi de komşuları gibi; kendilerine benzeyen siyah ve yoksullara kaba, beyaz ve zenginlere saygılı ve müsamahakâr davranıyorlar. Ancak onları diğerlerinden ayıran bir şey daha var; Damaris bir türlü hamile kalamıyor. Evliliklerinin üzerinden iki yıl geçiyor, sonra dört, sonra on… Hemen her periyotta, konu komşunun dedikodularıyla paralel şekilde yeni bir çare arayışına giriyorlar; o şamandan bu şamana koşuşturup ellerindeki üç kuruşu da çarçur ediyorlar, ancak sonuç değişmiyor.

Romanın başında Damaris bir köpek yavrusu sahipleniyor ve ona, doğmamış kızına uygun gördüğü Chirli ismini koyuyor. Bahçelerinde üç köpek daha var, ama Damaris bu avuç içi kadar köpeğe yürekten bağlanıyor, kendi doğurmuş gibi ihtimamla yaklaşıyor. Öyle ki onu koynunda, sütyeninin içinde uyutuyor. Ancak köpek büyümeye başlayınca işler pek istediği şekilde ilerlemiyor.

SINIFSAL BASKI VE FAŞİZM

“Damaris kendi kendine: ‘Şu anda birileri bizi görecek olsa, evin sahibi olduğumuz için böyle rahat davrandığımızı sanmaz kesinlikle,’ diyordu. Garip giysiler içindeki bir grup yoksul zencinin, zenginlerin malını kullandıkları hemen anlaşılırdı. Ona göre eşit olmayı düşünmek, ensest bir ilişkiye girmek ya da cinayet işlemek kadar büyük bir suçtu.”

Köpek’in ikinci çatışmasını oluşturan kısma girmeden belirtelim; roman Pasifik kıyısında geçiyor. Kolombiya’nın Pasifik kıyıları üvey evladı muamelesi gören bir yer. Bu bölgede ağırlıklı olarak siyahların yaşadığını düşününce karşımıza mutlak bir yoksulluk ve sağlığından eğitimine kadar yetersiz bir devlet desteği çıkıyor. Ayrıca burası uyuşturucu kaçakçılığının önemli noktalarından biri olması ve silahlı grupların hâkimiyetiyle de dikkat çekici bir yer.

Köpek’te silahlı çeteler, uyuşturucu savaşları gibi şeyler olmasa da atmosferin benzeri bir hava yarattığı, yani sert ve acımasız bir dünyayla karşı karşıya bulunduğumuzu anlıyoruz. Tabii iş bununla da bitmiyor; Pasifik aynı zamanda bir turist “cenneti”. Yılın belli aylarında gemilerle gelen yerli-yabancı turistler yoksul köylülerin onlara tahsis ettikleri yerlerde kalıyor ve yerliler, küçük tezgâhlarda sattıkları hediyelik eşyalarla geçinmeye çalışıyorlar.

Romanda küçük bir motif olarak geçen bu mevsimlik turistlerin yanı sıra bir de oradan arazi satın alan, kendilerine en kaliteli malzemelerden lüks evler yaptıran zengin beyazlar var. Damaris’in bekçiliğini yaptığı boş ev de böyle bir ev.

Damaris ve Rogelio bu evin bahçesindeki müştemilat gibi bir kulübede yaşıyorlar. Ev ne kadar lüksse kulübe o kadar kötü halde; tıpkı Damaris’in ruh hali gibi.

Aslında Damaris’in ruh hali biraz manik depresif seyrediyor. Kısırlığın acısı canını ne kadar yakıyorsa köpeğe o kadar bağlanıyor; köpeğe ne kadar bağlanırsa kısırlığını o kadar hatırlıyor. İlerleyen süreçte yaşanan enteresan mevzular bir yana, işin asıl dikkat çekici kısmı geçmişte; köpeğin gelişi ve büyümesiyle beraber başlayan/değişen durumlar ile geçmişte yaşananlar, bu lüks evin yapılışı, evin sahibi Reyes’lerin tutumu ve başlarına gelenler birbiriyle ilişkili.

Pasifik kıyılarında dokuz yıl yaşayan Quintana, bu bölgenin ülkedeki faşizmin açık bir göstergesi olduğunu belirtiyor bir röportajında ve “Neyi yanlış yaptığımızı görmek istiyorsak Pasifik’e bakmamız gerekir,” diyor.

Quintana bölgeyi çok yakından tanıyor: Yoksul siyahlar, her yerinden su alan teneke kulübeler, çamurlu yollar… Hepsi toplaşıp toplaşıp sınıfsal bir öfkeye dönüşüyor ve tıpkı Pasifik’in suları gibi hırçın ve ölümcül birtakım sonuçlar doğuruyor, ancak bilinçli bir öfke değil bu, çok duygusal, anlık, neredeyse refleksif; bir çift çizme için belki...

Bir yanda toplumun annelik baskısı, diğer yanda Kolombiya’nın bölgesel/siyasal baskısı, bir diğer yandaysa beyazların sınıfsal baskısı altında kalan bir kadının hikâyesini anlatıyor Köpek. Quintana’nın diğer kitaplarını da merak ettirecek denli dikkat çekici üstelik.