YAZARLAR

Sinir bozmayacak kadar iyi: Ted Lasso

Futbol, Amerika’dan kalkıp Londra’ya gelmek zorunda olan bir adamın yaşayacağı kültürel çatışmaya eklenmiş bir katman sadece. Ted’in İngiliz medyası, yemekleri ve hatta çay ile kurduğu ilişkiyi bir komedi malzemesine dönüştürmeyi çok iyi beceriyor dizinin yaratıcıları. Takımdaki farklı kültürden, ülkelerden oyuncularla yaşanan kültürel dinamikler de öyle…

Başka bir bağlamda karşımıza çıksa ‘hadi len’ diyeceğimiz olayların, nefret edeceğimiz karakterlerin bir anda hayranlığımızı kazanmasının altında çok büyük bir maharet yatıyor kuşkusuz. Apple TV’de Ağustos ortalarında yayınlanmaya başlayıp, bu ayın başında sona eren “Ted Lasso” dizisi bu tür şeytan tüyü olan yapımlardan.

Bir Amerikan futbolu takımı menajerinin İngiltere Premier Ligi’nde mücadele eden ‘gerçek’ bir futbol takımının başına geçmesinin kendisi yeterince absürt bir durum zaten. Üstüne üstlük diziye adını veren Ted Lasso’nun başka koşullarda sinir bozacak kadar ‘iyi’ ve ‘Amerikan’ olması gibi bir durum söz konusu. Ve fakat dizi bu iki durumu da sihirli dokunuşlarla aşıyor adeta.

Kendisini aldatan zengin kocasından boşandıktan sonra payına düşen AFK Richmond kulübü için parlak fikirleri vardır Rebecca’nın. Kulübü batırmak ve böylece eski kocasının canını yakmak. Bunun için bulduğu en parlak fikir ise bir Amerikan futbolu menajerini takımın başına getirmek olur. Yardımcısı Beard ile birlikte Londra’nın yolunu tutan Ted Lasso yalnızca yabancısı olduğu bir kültürün değil, bir oyunun da içine düşer. Çünkü gerçekten ofsaytın ne olduğu konusunda en ufak fikri yoktur. Ama tabii bir Amerikalı olarak ‘takım ruhuna’ güvenmekte ve ‘inanmayı’ önemsemektedir. İlk yaptığı şeylerden birisi soyunma odasının duvarına ‘inan’ yazılı bir döviz asmak olur.

Yazının girişinde bahsettiğimiz absürt durumlardan ilkiyle başlayalım. Ted Lasso’nun Richmond adlı futbol kulübünün başına geçmesi, tıpkı İngiliz basınının yaptığı gibi dalga geçilecek bir mevzu. Dizi de bunu ihmal etmiyor. Ama bir süre sonra meselenin futbol olmadığını anlıyoruz. Bir futbol dizisiymiş gibi görünüyor ama aslında en az ilgilendiği şey bu belli ki. Daha çok takım içindeki karakterlerle ilgileniyor. Kocasıyla yaşadıklarının yarattığı travmayı atlatmak için çabalayan Rebecca’yı, futbolu çok iyi bilmesine rağmen bir türlü özgüvenini toplayıp harekete geçemeyen Nathan’ı, kariyerinin sonuna geldiği için öfkesini kontrol etmekte zorlanan Roy’u, yeteneğini ve güzelliğini yanlış biçimde harcayan Keeley’i, Rebecca’ya ihanetinin bedelini ödemek zorunda kalan Higgins’i ve kibrin bir takım oyununda asla yeri olmayacağını zor yoldan öğrenmek zorunda kalan Jemie’yi takip ediyoruz bir yandan da…

Futbol, Amerika’dan kalkıp Londra’ya gelmek zorunda olan bir adamın yaşayacağı kültürel çatışmaya eklenmiş bir katman sadece. Ted’in İngiliz medyası, yemekleri ve hatta çay ile kurduğu ilişkiyi bir komedi malzemesine dönüştürmeyi çok iyi beceriyor dizinin yaratıcıları. Takımdaki farklı kültürden, ülkelerden oyuncularla yaşanan kültürel dinamikler de öyle… Futbolun İngiltere’de günlük hayata ne kadar içkin olduğunu, sokakta top oynayan genç kızlardan bar muhabbetlerine, sokaklarda yenilen küfürlerden tribündeki sloganlara kadar iliklerimizde hissediyoruz. Tabii ki karakterimiz Ted Lesso da.

Bütün bunlar Ted’in aşırı iyiliği ve Amerikanlığının neden sinir bozucu olmadığını anlamamız için gerekli olan noktaya götürüyor bizi. Her şeye olumlu yaklaşan, kötülük yapıldığında bile affedici olan, takım kötü durumdayken bile mutlu olacak bir şeyler bulup çıkartan ve ortalıkta durmadan ‘takım ruhu’, ‘inanç’, ‘kendini sev’ gibi sözler sarf eden, patronuna her sabah kurabiye getiren Ted kadar gıcık birisi olamaz bir dizide, hatta gerçek hayatta bile… Ama işte dizinin tılsımı şurada yatıyor. Bunların çoğu işe yaramıyor. Evliliğinin bitmesine engel olmuyor, Rebecca’nın kendini iyi hissetmesine, Roy’un depresyonunu, Nathan’ın özgüven sorunlarını aşmasına vesile olmuyor. “İnanç”, takımı başarıdan başarıya koşturmuyor. Evet, karakterler bu sıkıntılarını aşmada mesafeler kat ediyorlar ama daha çok kendi inisiyatifleri ve çabaları sonucu. İşte tam da bu noktada Ted’in çabaları sinir bozucu olmaktan çok naif bir hal alıyor. Onun Amerikan usulü bir kahraman değil, kendi halinde bir adam olduğunu anlıyoruz. Bir şeyleri değiştiremiyor belki ama çabalıyor.

“Ted Lasso”, futbolun fena halde hayata benzediği tezini bir kez daha kanıtlayan, kültürler arası çatışmadan lezzetli bir mizah çıkaran sezonun en iyi işlerinden… Otuzar dakikalık süresiyle hızla eriyor on bölüm. Hafta sonu tavsiyesi…