Sınır, duvar, devlet(sizlik)
Devlet bir gün belki, kök salanların, başka köklere saldırmayanların, doğaya daha az zarar verenlerin, daha az öldürenlerin, daha az işgal edenlerin tarihi olarak düşünülecek ve anılacak.
Ülker Şener
SINIR NEDİR?
Nasıl tanımlanır? Bir psikolog ile bir coğrafyacının ya da ekonomistin tanımı farklı olsa da, her tanımda ortaklıklar bulmak da, bireysel düzeyden başlayarak kolektif bilince kadar çok katmanlı tanımlar yapmak da mümkün. Bu soruya verilen ilk cevap iki şeyi birbirinden ayıran olsa gerek. Bütünleşemeyecek, bir arada olamayacak, olmaması gereken ya da öyle düşünülenleri iki farklı tarafa yerleştiren... Bir taraftan diğerine geçişi engelleyen, kontrol altına alan. İzin verilenlerin bittiği yer olarak da tanımlanabilir: “bir yere kadar”, “buraya kadar” cümlelerini duymuşluğumuz da, kurmuşluğumuz da çoktur. Onay ile, rıza ile ilişki kurar böylelikle. Bazen bittiğini, tükendiğini anlatmanın yoludur; bazen de yapabilmeye ilişkindir, kapasiteye. Gücün de bir sınırı vardır, takatin de.
Sınırın varlığı, sınırları genişletmeyi ve aşmayı kendiliğinden gündeme getirir. Çizilen sınırları hiçe saymak, sığmamak, yıkmak belki... Yıkıcılığın kendine has bir coşkusu olduğu gibi sonuçları da var elbette. Sınırı geçme, verili olanın dışına çıkmak olarak da anlaşılabilir; çizilmiş olanın ötesini merak etme, deneyimleme uğraşı olarak da. Aşma uğraşı kimi zaman şok eder tanık olanı, korkusuyla yüz yüze bırakır, etrafını saran-özenle kurduğu imkansızlıkların bahanelerden ibaret olduğunu gösterir. Elbette aşma ile şok etmenin aynı olmadığı, aralarında kalın bir çizgi olduğu söylenmeli. Sınırı aşma özgürlüğe ve özgürleşmeye dair iken, bazen bu şok edici olsa da, şok etme özgürlükle ilişkili olmak zorunda değil. İkisini ayrıksı kılan bıraktığı duygu ve öznenin kim olduğu gibi. Sınırı zorlamada özne ben iken; şok etmede özne başkasıdır, bir başkasında bırakılan etkidir sanki.
Sınırların kapıları vardır. İzin verilenlerin geçebildiği kapılar. Kapı orada durur, bazen birey için var olduklarını unutturan bekçileriyle birlikte. Kafka’nın kapısında bekler gibi bekleriz: Kapının bekçisine girip giremeyeceğimizi sorarız, “şimdilik değil” karşılığını verir. Ardından, sonra izin verip veremeyeceğini... Sorulmaması gereken tek soru ve verilen “belki” cevabıyla birlikte kapı, yaşam-ölüm alanına dönüşür. Sürekli açık olan kapıdan bakarken, kapı bekçisi bizi yakalar “bu kadar çekici ise bana rağmen girmeyi deneyebilirsin” der. Cümledeki belirsizlik korkutur. Bekleriz. Sona gelmişken, gözlerimizi kapatırken, kapının kimin için olduğu sorusu belirirken; bekçi eğilip kapının bizim için, sadece bizim için var olduğunu kulağımıza bağırır, yok varsayılan bir olanağın her zaman olduğunun acısını.
Sınırları çizilmiş bir dünyada yaşıyoruz. İnsanlar arasında başlayan, topluluklara, coğrafyalara ve ülkelere yayılan… Sıkı sıkıya ayıran çizgiler. Şimdilik bireyler arasındaki sınırları bir tarafa bırakıp, coğrafyalara-ülkelere bakıyorum. Yakın zamanda sınırların ortadan kalkacağına- birbirinden ay(ı)rılmış coğrafyaların bütünleşeceğine dair bir emare yok. Ulus devletlerin ortadan kalkacağına, bütünleşmiş bir dünyada yaşayacağımıza dair son söylem Berlin Duvarının yıkılmasına ait. Her şeyin hareket halinde olacağı bir dünya tahayyülü idi bir nevi: sermaye dolaşacak, emek dolaşacak, bilgi dolaşacak ve sınırlar ortadan kalkacaktı… Bunun bireyler-emek için temelsiz bir beklenti, öngörü olduğu kısa zamanda ortaya çıktı. Sanal alemde sınırlar ortadan kalkarken, bedenin içinde devindiği mekan olduğu gibi duruyor. Ulus devletler de, bölgesel birlikteliklere rağmen dimdik ayaktalar. Yer yer daha da güçlendiklerini görmüyor değiliz. Belki de insanlığın hiçbir döneminde sınırlar şuan olduğu gibi katı bir biçimde vurgulanmamıştı, tellerle çevrilmemişti, tellerin yetmediği yerlerde duvarlar dikilmemişti. Kimin girip kimin dışarıda bırakılacağına iktidar sahipleri-devletler tarafından karar verilmemişti. Sınırların da bir tarihi var elbette, milliyetçilikle-ulus devletlerin kuruluşu ile birlikte iyice belirginleşen bir tarih.
Günümüzde genel olarak etnisite-ulus üzerinden sınırlar belirlense de bunun hiçe sayıldığı coğrafyalar da yok değil. Ortadoğu coğrafyasında olduğu gibi cetvelle çizilen; ne coğrafyaya, ne etnisiteye, ne de başka bir parametreye bakmayan sınırlar. Başkasını evinden, kök saldığı topraktan koparma pahasına çizilen.
SINIR NEDEN ÇİZİLİR?
İçeride olanı dışarıdan ayırmak, farklılığın altını çizmek için elbette; bu nedenle adlandırılır-ad verilir-ad değiştirilir-ad unutturulur. İçeride korunacak-korunması gereken bir şey vardır ve dışarıdan gelenin buna zarar vereceği varsayımı. Bu koruma da biçim biçim. Çoğunlukla şiddete karşı korumadan bahsedilir, dışarıdan gelecek olan şiddettir. Sonra medeniyet ve uygarlık gelir, kültür gelir; içerideki “arılığı” sürdürme isteği, homojen olma isteğinde ısrarcı olma diyelim ve karışmamak. Öyle bir nokta gelir ki sınırı çizmenin yetmediği görülür, ve iyice belirginleştirmek için teller çekilir, sonra o da yetmez, dışarıdaki sızacak bir yer bulur çünkü, duvarlar dikilir. Gitgide yükselen duvarlar, bir metre ötesini görünmez kılan, bir metre ötesindekine dokunmayı imkansızlaştıran. Kimileri sınırlandırırken, kimileri hapseder.
Berlin Duvarı, 1961 yılında Demokratik Almanya Cumhuriyeti tarafından yapılmaya başlandı, 106 km uzunluğundaydı, yapımı 10 yıl sürdü ve yapıldıktan 20 yıl sonra birkaç günde yıkıldı. Bu duvarı aşmaya çalışırken ölenlerin sayısı 140. Gazze duvarını aşmaya çalışırken ölenlerin sayısı ile karşılaştırıldığında küçük bir nokta. Berlin Duvarının yıkılması her iki taraftaki insanlar için sevinç kaynağıydı. Onların iradesi dışında dikilmişti. Duvarların yıkılması hep böyle bir duygu yaratmaz, bazen de sevinç belli belirsizdir ve tek taraflı bir gösteriye dönüşür. Her iki taraf birbirine yabancılaşmıştır, ne olduğunu-yaşandığını bilse bile yabancılıktır bu, düşmanlığa ve yok etmeye evrilen. Gazze duvarının aralanmasında olduğu gibi.
SINIR NEYİN SINIRIDIR?
Devletin elbette, devlet olmanın gereği. İktidar olunan, hükmedilen alanın belirlenmesi. Devlet, ulus-devlet olmak neden önemli? Neden sol literatürde bile Almanya’nın geç bir tarihte ulus-devlete dönüşmesi, birliğini geç sağlaması diyelim, geniş bir yer tutar ve olumsuzluk atfedilir. İlerlemeci-evrimci tarih anlayışının dışavurumu, bir dönem çok tartışılan aşamalı devrim misali, bir aşamayı tamamlamadan diğerine geçemezsin. Ulus devletle biçimlenen kapitalist toplumu yaratmadan sosyalist bir toplum yaratamazsın, vb. Nietzche’de Almanların birliğini geç sağlamasını kendisine epey bir dert edinmişti.(1) Ulus-devletin seveni çok anlayacağınız. Bu cümleleri yazarken ben de tereddüt etmedim, içimden bir şey yanlış yoldasın demedi değil. Roma-Germen İmparatorluğundan başlayarak devlet kurmuş bir halkı, devletsizlik üzerine düşünürken nasıl örnek verirsin diye haykırdı içimden biri, güçlü bir biçimde sarstı beni.
Devlet olmak, devlet kurmak neden bir halkın gelişmişlik düzeyiyle ilişkilendirilir? Neden devletsiz halkların başlarına gelen her musibeti hak ettiği inancı hakimdir? Devlet olamamıştır, devlet kuramamıştır, demek ki gerekli yetilere sahip değil, demek ki başkası tarafından yönetilmeli, öyleyse ezilsin başı. Ulus Baker(2) seminerlerin birinde Pierre Clastres’e gönderme yaparak şunu söyler: “devletsiz toplum dediğimizde, sanki onlarda bir eksiklik varmış gibi söylüyoruz, yani onlarda devlet aygıtı 'eksik'tir. Devlet aygıtını onaylasak da, onaylamasak da sanki bu devletsizlik, hukuksuzluk, hukukun henüz olmaması üzerinden, ya da artı-değerin, artık-üretimin henüz gerçekleşmediği türünden bir şema kurarız.” Belki eklenmesi gereken yok etmek için kendilerine yönelen olmadığı sürece bu eksikliği hissetmedikleri-hissetmediğimiz olsa gerek. Clastres’den devam edersek devletsiz toplumların tarihini gücün tek elde toplanmasına, herhangi birinin iktidarına, kendini topluma dayatmasına, “…devlete karşı mücadelelerinin tarihi olduğunu söyleyebiliriz”(3). Bu toplumların da tarihi olduğunu, medeniyet kurduklarının altını çizer. Yerelcilik ya da otonomculuk olarak tanımlayabileceğimiz bir yaklaşımdır bu.
Devletsiz olmayı sadece olan bir şey olarak görmek de mümkün; ne yeterince “medeni”, ne de yeterince “gelişmiş” sayılmanın ölçütü. Yine de hakim olan anlayış bu değil, ne yazık ki değil. Devlet sadece güç ile değil aynı zamanda medeniyet ile birlikte anılır, medeniyet devlet ile birlikte varlık kazanır. Devletsiz halkların “medeniyetleri” gözden kaçırılır, yokmuş gibi. Anın etrafında dönen, geleceğe dair düşü olmayan toplumlar olarak kodlanır. Tarih gelecekte belki de devletlilerin, fethedenlerin-yönetenlerin-kontrol edenlerin-emir verenlerin-sınıf, sınıf ayıranların-güç için her yola başvuranların- biriktirmek için yanıp tutuşanların değil; olduğu yerde kök salanların, ya da başka köklere saldırmayanların, doğaya daha az zarar verenlerin, daha az öldürenlerin, daha az işgal edenlerin, daha az gasp edenlerin tarihi olarak düşünülecek ve anlatılacak. Övgüyü hak eden ana aktörler yer değiştirecek. Devletsiz-sınırsız tarihlerimize onuru iade edilecek. Ama ne yazık ki şimdilik değil. Şimdilik değil, çünkü çoğumuzun deneyimleri farklı olanı söylüyor bize: ulus-devletin “ulusu” korumada ana aktör olduğu ve onun bu işlevini devralacak yapıların yokluğunu-yaratılamadığını.
Ve son olarak, bir zamanlar atalarımızın söylediği bir cümleyi tekrarlayarak bitirelim: devletli-dünya öküzün boynuzları üzerinde duruyor ve öküzün boynuzlarından biri Ortadoğu’ya saplanmış durumda.
NOTLAR:
(1) Tarihin Yaşam İçin Yararı ve Sakıncası, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015
(2) Seminerlerin kitaplaştırılmış hali: Sanat ve Arzu, İletişim Yayınları, 2014
(3) Devlete Karşı Toplum, Ayrıntı Yayınları, 2016