YAZARLAR

Sınırda mücadelenin denektaşı: Kültürleşme!

Karşı siyasetin olmazsa olmaz koşullarından biri, onun kendisini gündelik yaşam içinde alışkanlıklar düzeyinde yeniden üretebilmesi, yani kültürleştirmesidir. Kültürleşmenin praksisteki karşılığı bu tarafta her şeyin başka türlü yaşandığının gösterilmesidir.

Kültür, Latince, ekip biçmek anlamındaki cultura’dan o da “colere” fiilinden geliyor. Colere, işlemek, yetiştirmek, düzenlemek, onarmak, inşa etmek, bakım ve özen göstermek, ekip biçmek, iyileştirmek, eğitmek anlamlarını içeriyor. Türkçe “ekin” diyoruz.

Kültür, zamanla toplum bilimlerinin, siyasetin de önemli bir kavramı haline geldi.

Yüzlerce tanımı var. Bu yazı çerçevesinde kültürü, toplumsal gündelik yaşamla ilgili tüm edim ve etkinliklerin birikimli toplamı, verili bir zamanda, verili bir toplumda, maddi yaşamın, tüm toplumsal/gündelik ilişkilerin normlandırılmış, anlamlandırılmış bütünlüğü olarak anlayabiliriz. Kültürü, en genel ama aynı zamanda özlü ve kanımca doğru biçimde “doğanın yarattıklarına karşı insan eliyle yaratılan her şey” diye tanımlayabiliriz.

Kültürün kurucu öğesi, soyutlamaların simgeseleştirildiği dil’dir.

Tarım ve bitkiler dünyasıyla toplumlar dünyası arasındaki benzerlik bir yere kadardır. Toplum söz konusu olduğunda örneğin “ekme” fiilinin yerini “eğitim” almakta, “bilinç endüstrisi”, “toplum mühendisliği”, “devletin ve sermayenin ideolojik aygıtları” kavram ve düzenekleri devreye girmektedir. Öte yandan, toplumsal kültürleşmede evrimsel birikim ve katmanlaşma çok önemli bir rol oynamakta, bir toplumun verili kültürüne kestirmeci, kısa yolcu iradi müdahaleler kültürel alanda kaosa, ses ve kavram uyumsuzluğuna, eş anlamla kakofoniye yol açmaktadır. Bugün yaşanmakta olan çok kısaca budur!

*

Kapitalist toplumda, üretim araçları ve ideolojik aygıtlar gibi, zaman-mekân ve kültür de kapitalist sınıfın denetimindedir. Kapitalist toplumun kültürel yapısı farklı uygarlıklardan, farklı sosyolojik/sınıfsal kaynaklardan gelen kültürlerin, sermaye tarafından kendi kültürüne eklemlenmesiyle, asimilasyonuyla biçimlenmektedir. Asimilasyon, kanımca en iyi “kendine benzeterek içerme”(1) olarak tanımlanıyor.

Öte yandan, her egemen kültür gibi kapitalist kültür de oluşup olgunlaşırken karşı kültürün yeşereceği koşulları hazırlıyor. Karşı kültürün eski düzen içinde yeşermesi nesnel bir eğilimdir. Pratikleşmesi kendiliğinden olamıyor; mutlaka bilinçli insan müdahalesini gerektiriyor!

Sanayi Devrimiyle başlayıp yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar süren sanayi kapitalizmi döneminde burjuva/kapitalist- proleter/sosyalist karşıtlığı yalnızca siyasal değil, kültürel boyutlar da kazanmıştı. Sınıfsal kültürel bölünmenin derin ve güçlü olduğu İngiltere’de işçi sınıfının kapitalizm karşıtı siyasal hareketi güdük kalırken, işçi sınıfının nicel varlık ve sınıf kültürü olarak zayıf olduğu Çarlık Rusya’sında dünyanın ilk proleter sosyalist devriminin gerçekleşmesini tarihin cilvelerinden biri saymak gerekiyor.

Lenin’in yaşamının son zamanlarında komünizme geçişte kültür sorununun belirleyici önemini fark edip üzerine eleştirel yazılar yazdığını, Bolşeviklerin büyük devrimden çok önce ve sonra kültür sorununu “proletkült” üst başlığıyla ciddi biçimde tartıştıklarını, bu eksende ayrıştıklarını biliyoruz. Burada bunlara giremiyor, düşünmek ve tartışmak üzere şöyle bir saptama yapmakla yetiniyoruz: 74 yıllık Sovyet deneyimi, Çin’de Mao’nun cüretli “kültür devrimi” pratikleri, yeni kültürün ve “yeni insan”ın henüz komünizme hazır olmayan tek tek ülkelerdeki devrimlerle, yukarıdan siyasal müdahalelerle yaratılamayacağını ne yazık ki acı biçimde göstermiştir. Taylorist yöntemlere başvurmak, “komünizm eşittir elektrifikasyon” demek, demir çelik üretiminde en ileri kapitalist ülkeyi geçmeyi komünist topluma geçiş ölçütü almak türünden yaklaşımlar hem teoriyi hem pratiği deforme etmiştir.  

Sosyalist çözülüş ve bilişim devrimiyle birlikte Sovyetli dünyanın ve onunla eşzamanlı sanayi kapitalizmi evresinin kültür kavramı değişime uğramış, bir dönem bu açıdan da kapanmıştır.

*

Kültür başlığına da sınırdan bakmalıyız.

Bir: Sosyalist denemelerin bildiğimiz biçimde çözülmesinin ve bilişim devriminin yol açtığı gelişmelerin çakıştığı bir tarihsel ortamda postmodernist kayganlığın “büyük anlatılar”ın, ütopyaların, devrimci programların sona erdiği yollu savları dünyayı değiştirmek isteyenler arasında da etkili olmuş, bizim tarafta da ideolojik ve kültürel karmaşa yaratmıştır.

İki: Bu iki kaynaklı etkinin sonuçlarından biri, toplumsal/siyasal mücadelelerde sınıfların yerine kimlikleri koyma eğiliminin moda olmasıdır. Sıralamak için harflerin yetmediği bir kimlikler yelpazesi ile karşı karşıyayız. Bu kimlikler çokluğunun uygarlığımızın en kadim ve köklü yarılması olan kadın sorununun ve ezilen ulus mücadelelerinin üstünü örten bir işlev görmeye başladığını eklemek isterim. Günümüzün en önemli ideolojik, siyasal ve kültürel problemlerinden biridir. Görmezden gelemeyiz.

Üç: Toplum yaşamının tüm alanlarında tarih içinde oluşmuş norm, değer, teamül, hukuk ve yasaların yerini kod’ların, simgelerin, ikonların, emojilerin aldığı bir kültürel yozlaşma döneminden geçiyoruz. Durumu anlatan uygun sözcük anomi’dir. Anomi bir normsuzluk durumudur. Anomi ortamında ortak değerler zayıflamakta, giderek yok olmakta, birey yalnızlaşmakta, toplumsallık, kolektif faillik devre dışı kalmakta, bireycilik öne çıkmaktadır. İnsan dağılmaktadır. Anomi, insanın yaşama nedenini, ruhsal yaşam gücünü (libido) tahrip eden bir normsuzluk durumudur.

Dört: Kantçıl eleştirel bir saptama: Günümüzde birey özerkliğinin ve özgürlüğünün temeli olarak aklın, iradenin ve sorumluluğun yerini kodlanmış, ayrıntılandırılmış arzular alıyor. Kodlama yalnızca bir iletişim dili değildir. Aynı zamanda verili zaman ve mekândaki tüm ilişkileri, sanatı, günlük yaşamı, yeme içmeyi, giyim kuşamı, bedenle ilgili tercihleri, zevkleri, duygulanımları tektipleştiren, kalıplaştıran bir yeni dil’dir. Az sözcüklü, aşırı derecede basitleştirilmiş, köşeli, Roy’un deyişiyle “otistik” bir dil.(2)

Beş: Sınıf mücadelesi açısından kritik iki saptama.  

Birincisi, işçi sınıfı kültürünün gelişebileceği toplumsal mekân ve zamanlar, üretim ve yaşam alanları parçalanıp, birbirlerinden koparılıyor. “Büyük işyeri”, “büyük fabrika” özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde yok oluyor.  Mutenalaştırma (gentrification), yerinden etme (deterritorialization), özelleştirme yöntemleriyle emekçilerin yaşam yatakları dağıtılıyor. İşçilerin serbest zaman geçirdikleri kamusal alan ve araçlar ellerinden alınıyor. Mekân, toplumu fiziksel olarak içine alan basit bir kap değil, toplumsal pratiklerin gerçekleştiği kültürel ortamdır. Mekânsızlaştırma kültürsüzleştirmedir.

İkincisi, tipik örneği bizdeki motor-kuryelerin “esnaflaştırılmasında” görüldüğü gibi ücretli işçinin yerini sözde girişimci-birey alıyor; bu yolla birey kendi güvencesizliğinin sorumlusu ve yöneticisi konumuna sokuluyor. Çalışmayla özel yaşam arasındaki sınırlar belirsizleşiyor.

Altı: Tüketim, günümüz sermaye uygarlığında doğayı, ekolojik döngüyü ve insanı bozan kültürel kolonlardan biri haline geldi. Marx’ın zamanında işçi sınıfının tüketim kapasitesi en temel yaşamsal gereksinmeleri asgari düzeyde karşılamanın ötesine geçemiyordu. Fordizmle birlikte ve özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra durum değişti; toplumsal proletarya kapitalizm içinde hem artık değerin gerçekleşmesine kitlesel tüketimle katkı yapan hem de çelişkili biçimde tüketimden gelen gücü yeğinleşen bir sınıf özelliği kazandı.

Tüketim kültürünün en önemli sonuçlarından biri, mutluluğu daha çok metaya sahip olmakta arayan, tüketimi yaşamın amacı haline getiren bir insan tipi yaratmış olmasıdır.

Araçlar amaçlara hizmet eder. “Kültürel kopmanın sebebi internet değildir. İnternet, değişimin aracını sunmuştur… Narsisizm eğilimli bireyciliği internet yaratmamış, ama ona benzeri görülmemiş bir yayılma alanı sunmuştur…İnternet yurdu belli ve sosyalliğe dayalı eski dünyanın yerine küresel ve aracısız erişilebilir bir sanal mekân yaratmıştır…Birey artık bir toplumsal dokuda yerleşik değildir. Arkadaşları, ailesi ya da ilişkileri olmadığı anlamına gelmez bu; işi [çalışmayı], sosyalliği ve kültür (ya da altkültür) evrenlerini birbirinden [ayırdığını]” gösterir.”(3) İnternetin sağladığı ağ tipi iletişim ve örgütlenmenin sorun ve olanakları ayrı bir yazının konusudur.

*

Öyleyse ne yapmalı?

Yabancılaşmanın ve kültürsüzleşmenin kaynak nedenine ve sonuçlarına karşı etkili bir mücadele ancak sermaye düzenine ve uygarlığına ideolojik, siyasal karşıtlık ve yeni toplum kuruculuğu temelinde geliştirilebilir. Karşı siyasetin olmazsa olmaz koşullarından biri, onun kendisini gündelik yaşam içinde alışkanlıklar düzeyinde yeniden üretebilmesi, yani kültürleştirmesidir. Kültürleşme, kendi mahallemizden, parti ve sendikalarımızdan, gündelik ilişkiler alanlarından başlamalıdır. Kültürleşmenin praksisteki karşılığı bu tarafta her şeyin başka türlü yaşandığının gösterilmesidir. Böyle bir kültürleşmenin boy vermesi için komünal/komünizan tohumu tüm toplumsal devrim süreci boyunca, yani siyasal devrimden önce ve sonra toplum toprağına ekmek sürekli devrimciliğin tarihsel misyonudur. Buna kültürleşme mücadelesinde “örneğin gücüyle yol almak” diyebiliriz.

Tam bu noktada kimi yoldaş yurttaşların “bunlar güzel sözler, hani bunun siyaseti?” diyeceklerini duyar gibi oluyorum.

Bu sitemli soruya yanıt için iki şey söyleyeceğim.

Birincisi okuyucudan özür dileyerek Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk kitabımda uzunca ( 357-433 sayfalar arasında)  açıklamaya çalıştığım  “mücadele hedefleri” çözümlemesine  gönderme yapmak zorundayım. Bu gönderme, anlamlı bir tartışma ya da polemik yürütmek isteyenler için. Mücadele hedeflerini, toplumsal proletaryayı bu talepler için mücadeleye siyaseten ve eylemsel olarak kazanma, kapitalist mantığın karşısına komünist mantığı siyasal pratik olarak bedenleştirme yöntemi olarak öneriyorum. Bu yaklaşımı yok sayanlarla anlamlı bir tartışma ya da polemik yürütebileceğimizi sanmıyorum.

İkincisi, en büyük öğretmen pratikten öğrenmemiz gerekiyor.

Sözü, kültürleşme bağlamında 2009 Tekel Direnişi’ne ve 2013 Gezi/Haziran isyanına getirmiş oluyorum.

Ankara’nın göbeğinde kurulan bir tür çadır kentte 2009 sonunda başlayıp, 2010 ilkbaharına kadar süren Tekel Direnişi, çok özetle yalnızca Tekel işçilerinin değil, bu topraklardaki tüm emekçilerin etnik, dinsel, kimliksel aidiyetlerini içererek aşan proleter komünal bir mücadele ve dayanışma pratiğiydi. Toplumsal proletaryanın yalnız AKP/Erdoğan iktidarına karşıtlığının değil aynı zamanda sermaye karşıtlığının bayrağı haline gelen Tekel Direnişi’nden, sosyalist hareketimize sınıfsal enerji katan bir deneyim olarak yararlanabildiğimizi söyleyemiyoruz.

2013 Gezi ya da Haziran isyanı, bu kez birikmiş öfke ve isyanın, çok daha büyük bir hareket olarak cisimleşmesiydi. Konumuz açısından en önemli özelliklerinden biri, direnişin, özellikle Taksim’deki 1-15 Haziran arasındaki fiili alan hakimiyeti günlerinde her gönüllü bireyin büyük-küçük, önemli-önemsiz katkı ve katılımını çeken büyük, kendiliğinden, komünal renkler taşıyan bir dayanışma örgütlenmesini, ruhunu canlandırmasıydı. Piyasa ve para geçici olarak kovulmuştu. Gezi’de, çadırları, meydanı, radyosu, televizyonu, gazetesi, reviri, ambulansı, itfaiyesi, güvenlikçisi, psikoloğu, çarşısı, kitaplığı, eczanesi, kahvehanesi, aş evi, oteli, kuaförü, berberi, sineması, sanatçıları, kreşi, atölyeleri, müzesiyle, dilek ağacıyla yeni bir yaşamın örnek modeli bir çakım kısalığında da olsa görünmüştü.

Bu isyan, toplum çoğunluğu tarafından da son derece haklı, meşru, güven verici bir eylem olarak algılandı; sempatiyle karşılandı. Erdoğan’ın, bu çıkışa gösterdiği tepkinin, gezicilere duyduğu eksilmeyen kin ve nefretin altında bu gerçeği belki herkesten iyi görmesi var.  

Bu toplumsal ileti, ne yazık ki, Türkiye solunun bu iletiyi en iyi anladığı izlenimi yaratan kesimleri tarafından bile içselleştirilemedi. Verili düzen siyasal düzleminde yer bulamayan emekçilere, kadınlara, gençlere siyasal kanal açma iddiaları çokça dillendirildi ama pratikte neredeyse hiç karşılık bulamadı. Bürokratik-yönetsel statükocu kültür, büyük bir inatla ortama yeniden egemen oldu.

Sosyalist siyasetteki tıkanıklığı aşmak, ortaklık kültürleşmesini bugünden başlayarak mayalandırmak için sürece eleştirel/kurucu bir içtenlik ve tutarlılıkla yaklaşmak gerekiyor.

*

Yazıyı, buraya kadar söylenenlerin tümünü aşan büyük bir tehlikeye işaret ederek bitirelim. Biliyorsunuz, Elon Musk insan beynine ilk çipin takıldığını duyurdu. Soru şu: Beyinden dışarıya komut verdirebilen bir teknolojiyle, milyonlarca insanın beynine uzaktan hükmetmek, komuta etmek mümkün olmayacak mı? Bu sorunun kesin yanıtını bilmiyorum. Ama iklim kriziyle birlikte bu tür yapay zekâ uygulamaları kapitalist uygarlıktan kurtulmak için sonsuz zamana sahip olmadığımızı düşündürtüyor.  


NOTLAR:

(1) Tanım, Olivier Roy’a belki de kitabını çeviren Haldun Bayrı’ya ait: Olivier Roy, Dünyanın Düzleşmesi, Çeviren: Haldun Bayrı, Metis Yayınları, İstanbul, Nisan 2024, s. 39

(2) Olivier Roy, age, s. 118

(3) Age. s. 36


Haluk Yurtsever Kimdir?

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. 1973-1976 ve 1980-1992 yılları arasında İngiltere, Sovyetler Birliği, Fransa ve Almanya’da bulundu. 1974’de İngiltere’de TKP üyesi oldu. Bir yıl Moskova’da Lenin okulunda eğitim gördü. İlki 1990’da yayımlanan Sınıf ve Parti (Dönem Yayınevi, Ankara) olmak üzere yayımlanmış 15 kitabı var. 8 ortak kitaba katkı yaptı. Son iki kitabı, Uygarlık Dönemeci 2021’de, Dünyada ve Türkiye’de Komünist Ufuk 2023’de Yordam Kitap’tan yayımlandı. Yurtsever Nisan 2024’de yine Yordam Kitap tarafından yayımlanan 15 yazarlı 100 yıl Sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin de yazarları arasında bulunuyor. Tarih, felsefe ve siyaset üzerine çalışıyor, kitap ve makaleler yazıyor. İzmir’de yaşıyor.