YAZARLAR

Sınırları aşamıyor

Benjamin Millepied ilhamını “Serseri Aşıklar”, “Ballads”, “Breathless” gibi filmlerden alsa da; sınırlar, farklı kimlikler, suç örgütleri vb. gibi bugünün referanslarıyla modern bir anlatı denemeye kalkışsa da ortaya çıkan filmin bu çabaların karşılığını vermekten uzak olduğunu söylemek gerek.

Daha önce dansçı, koreograf ve görüntü yönetmeni olarak filmlerde görev alan Benjamin Millepied, ilk uzun metrajıyla konuk oluyor bu hafta salonlara. Mérimée'in kısa romanından aynı adla Fransız besteci Georges Bizet tarafından 1875’te 4 perdelik opera olarak bestelenen "Carmen"den esinler taşısa da bambaşka bir hikaye karşımızdaki.

Carmen, Meksika’da yaşayan güzel genç bir kadın. Annesi kartel tarafından öldürülünce ABD’ye kaçmak zorunda kalıyor. Sınırı geçtiğinde ise devriyeye yakalanıyor. Sınır devriyelerinden birisi gereksiz şiddet kullanıyor. Bir başka devriye ve filmin esas oğlanı Aiden duruma müdahale ediyor ve Carmen’i kurtarıyor. Ancak kendisini de geri dönülemez bir duruma sokuyor. İkili mecburen bir kaçış sürecine giriyorlar. Bu yolculukta, Aiden’in Carmen’e olan hayranlığı artarken, genç kadın da geçmişine dair bazı açıkları kapatıyor.

Öncelikle "Carmen"in özgün, dikkat çekici bir hikayesi olduğunu söylemek çok zor. Hatta hikaye klişe olmaya bile yaklaşamıyor. Daha çok durumların birbiri ardına dizildiği ve bu açığın kimi estetik tercihlerle kapatılmaya çalışıldığı bir tür deneme olarak düşünülebilir. Bunu yaparken de yükselişte olan iki başrol oyuncusunun çekim gücüne güveniyor belli ki yönetmen. Son iki "Çığlık" filmleriyle dikkat çeken Meksikalı oyuncu Melissa Barrera’nın güzelliği ve albenisiyle, 'Normal People' dizisinden sonra hızla yeni gözde erkek oyuncu haline gelen Paul Mescal’ın cazibesi filmin bütün bileşenlerinin önüne geçiyor denilebilir. Ki yönetmenin muradının bu olduğu da su götürmez.

Çünkü filmin akışındaki hemen hemen hiçbir gelişmeye ikna olamıyoruz. Carmen’in annesi niye öldürülüyor, genç kadın kimlerden kaçıyor, niye kaçıyor? Aiden gibi tecrübeli bir asker sınırdaki o şuursuzluğu neden yapıyor, geçmişle ilgili bir derdi var ama ne? İkili birbirine nasıl bu kadar hızlı ısınıyor vb. sorular çoğaltılabilir. Benjamin Millepied bütün bunları anlatının tali unsurları olarak kurgulamış olacak ki daha çok karakterlerinin bir durumdan başka bir duruma geçişiyle ilgileniyor. Ancak tıpkı ABD-Meksika sınırı gibi birbirinden bambaşka dünyaları ayıran bu geçişler sırıtıyor bir süre sonra. Aralara serpiştirilen kimi dans sahneleri görsel olarak tatmin edici olsalar da hem anlatıyla bağları çok zayıf hem de ‘otantik’ birer yama olmaktan öteye geçemiyorlar. Daha açılışta Carmen’in annesinin dansından başlayarak, Almodovar’ın gözde oyuncusu Rossy de Palma’nın canlandırdığı Masilda karakterine kadar her şey tuhaf bir otantizm barındırıyor. Finale doğru Carmen’in dört başı mamur olduğuna dair vurgular da seyirci de öyle bir etki yaratılamadığı için havada kalıyor haliyle.

Belki bu tercihlerin anlatıya masalsı bir hava katmak için yapıldığı düşünülebilir. Eğer öyleyse de pek başarılı olunduğu söylenemez. Zira filmin hikayesiyle görsel dünyası arasındaki bu büyük uçurum istenilen etkiyi yaratmaktan hayli uzak. Yönetmen bile isteye koyduğu bu sınırları aşmakta, bir filmin olmazsa olmazları arasındaki geçişleri sağlamakta başarılı olamıyor maalesef.

Benjamin Millepied ilhamını “Serseri Aşıklar”, “Ballads”, “Breathless” gibi filmlerden alsa da; sınırlar, farklı kimlikler, suç örgütleri vb. gibi bugünün referanslarıyla modern bir anlatı denemeye kalkışsa da ortaya çıkan filmin bu çabaların karşılığını vermekten uzak olduğunu söylemek gerek.