Sınırları aşmak

Kaçakçılar küçük sırtlanlar; asıl düşünmesi gerekenler, yuvalarını yıktıkları milyonlarca insanı "sınırları aşmaya" zorlayan devletlerdir, sermaye baronlarıdır.

Google Haberlere Abone ol

Nabi Kımran

Siz hiç ülkenizi terk etmek zorunda kaldınız mı?

Ben kaldım.

28 Eylül 2011.

Sabah 06.00'da İstanbul'dan yola çıktık. Saat 09.00 sularında Edirne'nin bir ilçesindeydik. Bir saat kadar oyalandık etrafta, son çaylarımızı içtik memlekette. Sonra bizi alacak otomobil geldi. Hapishane arkadaşımla son kez kucaklaştığımızda içimden bir şey koptu; o uzaklaşırken memleket de uzaklaşıp gidiyordu sanki...

Bindiğimiz otomobil 15-20 dakika sonra tarlaların içinde bir kuytuluğa çekildi. Çok geçmeden yanımıza yanaşan panelvanın kapısı sertçe açıldı ve koşarak kendimizi içeriye attık. Her tarafı sıkı sıkıya kapalı araç hınca hınç insan dolu. Havasızlık, ağır bir koku. Sessizce yeni gelenleri süzen şaşkın, meraklı, temkinli, mütevekkil bakışlar. Yarım saat sonra bir çalılığın kenarında duruyor araç. "Hadi, hadi, hadi, çabuk!" Koşarak kendimizi çalılığın arkasına atıyoruz. Bileklerimize kadar çamura battık. Akşama kadar burada bekleyeceğiz, sonra Meriç'e vuracağız kendimizi.

On beş kişiyiz. Çoğunluk Suriyeli Arap ve Kürtler. Iraklı Kürt, Arap ve Ezidîler. Afganlar. İranlı bir Azeri. Sudanlı ya da Etiyopyalı olduklarını düşündüğüm iki Afrikalı. Kazak ya da Türkmen kadın Iraklı Kürt ile evli, bir de küçük kızları var, kafilenin maskotu.

Ne kadar kolay anlatılıyor değil mi? "Sabah 00.06'da yola çıktık, 10.30 gibi Meriç'e yakın bir çalılığın içinde 15 kaçak göçmenle akşamın çökmesini bekliyorduk vs..." Peki ya ardımızda bıraktıklarımız? Çantaya tıkıştırdığımız birkaç sefil eşya dışında, heybelerimizdeki duygusal yük?.. Memleketi terk etmek koyar insana sevgili okur. Öyle içinize işler ki, baş etmek için yangınınızla, acemiliğinize aldırmadan roman yazmaya bile kalkışırsınız. Ben yazdım. Mekansız (Kalkedon Yay.), bir kadın ve bir erkek sürgünün memleketteki son gününü hikayeleştirir. Sınıra doğru yapılan yolculuk boyunca karşılaştıkları mekanların çağrıştırdıklarını anlatır ve dışa(rıya) yolculuğun, nasıl insanın içine (işleyen) bir yolculuk olduğunu...

Peki ya o çalılığın ardında beraberce günbatımını beklediğimiz insanların hikayelerini kim anlatacak? Neler bıraktılar arkalarında ve neler bekliyor onları?..

Bu kafile uzunca bir süredir kader ortaklığı yapmış, belli. Küçük kız, çocuklara özgü bir sezgiyle uyum sağlamış olağanüstü şartlara. Sessizce oynuyor. Bizi biraz garipsedi, diğer herkesle oynuyor, şakalaşıyor. Tüm kafile pervane çocuğun etrafında. Çocuk kafilenin birleştirici harcı, ruhu sanki; kader ortaklığının, umuda tutunmanın cisimleşmiş hali.

Akşam 18.00 suları. Sert bir fren. "Hadi, hadi, hadi, çabuk!"

Şoför mahalli ve arkadaki koltuğa çantalarıyla birlikte "yolcuları" tıkıştırmaya çalışıyor Trakyalı kızan. İki kaçakçı ve şoförle birlikte 18 kişiyiz. Sığmıyoruz! 5-6 genci pikabın kasasına yüzükoyun yatırıyor adam ve üzerlerine brandayı çekiyor. Biz içerde Gordion'un düğümüne döndük, çözebilene aşkolsun! Bozuk toprak yollarda öyle bir hızlı sürüyor ki, düğüm olmuş insanların dirsekleri, dizleri, başları çarpışıyor, herkes birbirini yaralıyor, kasada yüzükoyun yatanları hiç sormayın! Nehre doğru dikine son sürat giderken, uzaktan nehre paralel yoldan gelen Jandarma minibüsünün ardında bıraktığı toz apaçık görülüyor. Acı bir frenle çalılığın içine sürüyor pikabı şoför. Çocuk ilk kez ağlıyor. Kimsede dayanacak hal kalmadı, kapıları açıp çalılıkta soluklanıyoruz. Sabah saatlerinde bizi ilçeden alan kaçakçı, "abi gözünüzü seveyim karşıya geçene kadar Türkçe konuşmayın, kendinizi de bizi de yakmayın" diye uyarmıştı. Ses çıkaramıyoruz, yoksa şu kızana edilecek iki çift laf var. Uyarının nedeni açık: Kaçakçılıktan bir şekilde yırtmak mümkün ama, aranan iki komünisti kaçırmak katmerli bela. Ve şebekenin her bir kademesi diğerine güvenmiyor. Sabah bizi alan "siyasi" olduğumuzu biliyor ama sonraki kademeye, bizi nehre bırakacak kızana güvenmiyor. Acımadan yol kenarına bırakabilir ya da Jandarmaya teslim edebilir bizi; nasılsa ödülünü bir sonraki kafileye "göz yumulmasıyla" alacaktır... Sabahattin Ali'den beri komünistlerin payına düşenin ne olduğu belli bu sınırlarda.

Bu sahne -Jandarma ile karşılaşma tehlikesi- bir kez daha tekrarlandı. Sonunda ölümcül bir hızla nehrin kenarına attı bizi pikap. Kıyıya vardığımızda bizimle birlikte yolculuk eden iki kaçakçı sırt çantalarından çıkardıkları iki plastik botu şişirmeye başladılar. Sırayla hepimiz katılıyoruz pompalama işine. Ve nehirdeyiz. İki kaçakçıyla birlikte toplam 17 kişi iki bota doluştuk. Küreklerden birini kaptım, kaçakçının işaret ettiği kıyıya doğru çekmeye başladım. Çok değil, 10-15 dakika sonra Yunanistan'daydık. Memleket karşı kıyıda kalmıştı...

Nehrin kenarındaki seti aştığımızda 15 kişilik bir başka kafilenin beklemekte olduğunu görüyoruz: Çinliler. (Belki de Çinli değillerdi, hepsi de çekik gözlü ufak tefek liselileri andıran bu neşeli grubu "Çinliler" diye kodladım hafızama.) Bizi neşeyle karşıladılar, belki de yeni bir sınırı aşmanın getirdiği rahatlama neşelendirmişti onları. Genç kaçakçıyla ilk kez konuştuk. Çat pat Türkçesiyle, "ben sizi dilsiz sandım" dedi. Güney Kürdistanlı, cin gibi bir delikanlı. Şehnaz da bir parça Kürtçe konuşabiliyor, anlaşıyoruz bir şekilde. Yarım saat sonra tekrar botlara binmemizi istiyor. "Neden" diyorum. "Abi sabah 06.00'da sizi otobana yetiştirmem lazım, çocuklar, ihtiyarlar var, yürüyerek gidemeyiz." Yani? Nehrin akışına kapılarak hızla yol alacağız, sonra da biraz yürüyeceğiz. Daha geçen hafta Frontex'in açtığı ateş sonucu bir Afgan gencin nehirde öldürüldüğü gazetelere yansıdı. Yapacak bir şey yok, nehrin akışına bırakacağız kendimizi...

Kürek çekmeye gerek yok, nehir bizi götürüyor. Gün batımının kızıllığı sularda şavkıyor. Kimse konuşmuyor. Kusursuz bir sükûnet kuşatmış akşamı. Tam bir buçuk saat yol alıyoruz. Ve Çinlilerin kafilesiyle birlikte dört bot Türkiye kıyısına yanaşıyor! Yeniden memleketteyiz. "N'apıyorsun?" diyorum delikanlıya. "Bir arkadaş gelecek" diyor. Az sonra çalıların arasından birisi çıkıyor. Bir şeyler konuşuyorlar. Tekrar yola çıkıyoruz, on dakika sonra -yeniden- karşıdayız. "Yakalanmaktan korkmuyor musun?" diyorum delikanlıya. "Türkiye problem değil abi" diyor, "Yunanistan problem". Anlaşıldı.

Kısa bir soluklanmanın ardından yola koyuluyoruz. Önce Çinli grup, 5-10 dakika arkalarından da bizim kafile. Karanlık çöktü ve dik bir dağa tırmanıyoruz. Düşenler, kalkanlar, sırtımda gittikçe ağırlaşan çanta. (Trakyalı kızan çantaları teke indirmezsek Şehnaz ile beni pikaba almamakla tehdit etti, "var çanta, yok çanta" diye çat pat "Türkçe" bile konuştuk adamla, sonunda bir kısım eşyayı atıp hepsini tek çantaya tıkıştırarak yola çıkabildik.) Çocukla annesi etrafında hepimiz pervane oluyoruz. Kısa bir soluklanma anında kadın Şehnaz'ın elindeki pet şişeye ve sonra kucağındaki çocuğa işaret ediyor. Çocuk susuz kalmış! Şehnaz hemen uzatıyor suyu. Kana kana içiyor yavrucak. Kadın geri vermek istiyor kalan suyu, almıyoruz.

Sonunda tırmanış bitti. Zifiri karanlıkta düşe kalka inişe geçtik. Tam düzlüğe yaklaşmak üzereydik ki önümüzde kıyamet koptu! Sirenler, ışıldaklar, mavi-kırmızı neonlar, kafamızın üstünü yalayıp geçen projektörler: Önümüzde giden Çinli grup pusuya düştü! Kafilemiz refleks halinde geriye dönüp dağa doğru kaçmaya başladı. Nefes alamaz haldeydim ve kaçış bir türlü bitmiyordu. Ellisine merdiven dayamış, yarım ciğerli bir adamın "yaşına uygun spor" sayılmazdı pek yaptığım. Nasıl olduysa yanıma düşen kaçakçı delikanlının koluna yapıştım. "Duralım, bizi farketmediler, farketseler de çok uzaklaştık, gelemezler bu karanlıkta." Çok korkuyordu, Türkiye'deki rahatlığından eser yoktu. Beni dinleyecek halde değildi. Bir süre daha tırmandık. Kafile darmaduman olmuştu. Etrafa küçük seslenmelerle toplanmaya çalıştık. Kaçakçı, "burada bekleyin, gelecem" diyerek uzaklaştı bir süre sonra. Üzerimden çıkarıp sıktığım tişörtten ıslak bir çamaşır gibi ter akıyordu. Sıkıp yeniden giydim. Bekledikçe hava ayaza döndü, terim soğudu. Zaman geçmek bilmiyordu. Sabaha karşı soğuk iliklerime işlemeye başladı, istemsizce titriyordum. Hipotermi kapıdaydı. Yerimizi belli etmemek için kalkıp hareket de edemiyordum, çakılıp kalmıştık dağın yamacında. Şehnaz sırtıma sarıldı. Afganlar, Araplar, Kürtler, Azeriler, Afrikalılar, Ezidiler; herkes birbirine sarılarak donmamaya çalışıyordu gecenin ayazında.

Sonunda geldi delikanlı. Yeniden yola revan olduk. Hava ağarmak üzereydi. Otobanı gören bir çalılığın arkasında toplaştık. 5-6'şarlı üç grup halinde ayrı ayrı otomobillere binerek Atina'ya doğru yola çıkacağımızı söyledi. Biz altı kişilik ilk grup olarak koşarak gidip otoban kıyısındaki şarampole uzanıyoruz. Trafik akıyor. Yarım saat geçtiği halde gelen giden yok. Sürünerek delikanlının yanına gidiyorum. "Ne oluyor?" "Buluşamıyoruz." Telefonla yer tarifi işe yaramıyor belli. Gözüme, delikanlının elindeki yarısına kadar dolu beş litrelik su bidonu ilişiyor. "Bunu yolun kenarına koy, telefonla söyle, bidonun önünde dursun." Neredeyse boynuma sarılacak sevinçten, pek tuttu "buluşumu". On dakika sonra zınk diye duruyor bir otomobil bidonun önünde. "Çabuk, çabuk, haydi!" Delikanlı son anda kolumu tutup, "abi, Atina'ya kadar Türkçe konuşma" diyor. Fesuphanallah! "Tamam" deyip fırlıyorum. (Az sonra anlayacağım uyarının ne kadar yerinde olduğunu.) Otoban hâlâ tenha, tek tük araç geçiyor. Şoför arka kapıyı açıp, koltuğun arka bölümünü çekerek yatırıyor: Buradan bagaja giriliyor. 17-18 yaşlarındaki Suriyeli Arap ve Kürt iki genci hızla bagaja itiyor, koltuğu kapatıp binmemizi istiyor. Şehnaz öne oturdu, biz arka koltukta üç kişiyiz, bagajda da iki delikanlı. Saniyeler içinde olup bitti her şey, hızla yola koyulduk.

Şafak sökmeye, Yunan ovaları aydınlanmaya başladı.

Başımızı yaslayıp rahat bir nefes almaya çalışıyorduk ki, hepimizi yerinden fırlatırcasına cıs tak cıs tak gümbürdemeye başladı müzik. Hem de ne? "Bas bas paraları Leyla'ya bi daha mı gelicez dünyayaaa!" Refleks halinde bağırdım, "kapat lan şunu!" "Abi sen Türk müsün?" "Evet. Kapat şunu kaldıracak durumda değiliz." İlk takışmamız burada başladı, yol boyunca da gerilimin dozu artarak sürdü. Kaçıncı seferi yaptığını, neler çektiğini, müziksiz olmadığını anlattı durdu. Yol boyunca 8-10 tane enerji içeceği içti -hâlâ tiksinirim bu içeceğin kokusundan-, damarları nasıl patlamadı anlamadım. Türkçe bilen bir Bulgaristan Çingenesiydi şoför, telefonda durmadan "da da da" (Bulgarca evet) diye konuşup durdu.

Hava ısınmaya başladı. Gecenin ayazından sonra iyi geldi sıcak, fakat bir süre sonra dayanılmaz oldu. Çok geçmeden bagajdaki çocuklar arka koltuğu yumruklamaya, bağırmaya başladılar, boğuk boğuk geliyordu sesleri. Havasız kaldı çocuklar! Hemen koltuğun sırtımızı yasladığımız bölümünü öne doğru çekip kolumu uzatıyorum aşağıya. Sımsıkı yapıştılar koluma. "Kenara çek, çocuklar ölecek" diyorum, "bi şey olmaz abi" diyor. Koltuk aralık kaldığında nefes alabildiklerini anladım, "kenara çek" ısrarımdan vazgeçtim. Kolumun yarattığı aralık çocukların nefeslenmesi için yetiyordu. Atina'ya kadar hiç çıkarmadım kolumu. Bagajdaki iki can, iki çocuk sımsıkı tuttular elimi, ara sıra öptüler, yanaklarını dayadılar. Kurtardım elimi, öpmelerini engelledim, yanaklarını, başlarını okşadım. Öyle el ele, Atina'ya kadar gittik saatlerce...

Defalarca kolumu oradan çekmemi, yakalanmamıza yol açacağımı söyledi şoför, ...tir çektim. Sinir harbi halinde yol aldık. Bir ara, "onar Euro toplayın benzin alacağım" dedi. "Herkes uyuyor, ben sana vereyim, inince alırım" dedim. "Tamam" dedi, "70 Euro ver." Verdim.

Sonunda akşam 18.00 sularında Atina'ya vardık. 36 saattir hiç uyumadan -ki yola çıkacağımız gece de pek uyumamıştık-, tek lokma yemeden ve suyumuzu çocuğa verdikten sonra bir yudum su içmeden yoldaydık...

Tenha bir sokakta durdu otomobil. Çocukların elini bıraktım, "geldik" dedim Türkçe, emin olabilsinler diye Şehnaz Kürtçe seslendi, rahatladılar. Hızla apartmana girmemizi istediler, "çocukları almadan girmem" dedim. Koltuk içe doğru açıldı, güçlükle çıktı çocuklar. Yürüyemiyorlardı. Yeni doğmuş taylar gibi titreyerek adım atıyorlardı, ter içindeydiler. Kollarına girdik. Boynuma sarıldı, sessizce ağlıyordu...

Bodrum katta küçücük bir daireye doluştuk. Bizden önce gelenlerle birlikte hıncahınç doluydu daire. Telefonlar çalışmaya başladı. Sistem şöyle çalışıyordu: Paranın yarısını yola çıkarken veriyorsunuz, kalan yarısını iki tarafın da güvendiği birine bırakıyordunuz. Paranın kalanı, yediemine siz telefon ederek, "yerime ulaştım, parayı verebilirsin" dediğinizde İstanbul'daki kaçakçılara veriliyordu. İstanbul'u aramayı geciktirdim. Önce Atina'daki eski hapishane arkadaşımı aradım, kaçakçıyla konuşturup buluşma yeri-saatini kesinleştirdim. Arkadaşla buluştuğumuz anda da İstanbul'u arayıp parayı verebileceğini söyledim.

Ama önce vedalaşma. 36 saatlik zorlu yolculuk dillerimizi ortaklaştırmıştı. Çocuk, annesi, bagajdaki gençler... Gözyaşının, terin, birbirine sarılıp ısınmanın, koltuğun aralığından alınan nefesle hayata tutunmanın diliydi bu, sarılarak vedalaştık...

Evde geçirdiğimiz süre boyunca sıkıştırdım kaçakçıları, "70 Euro'yu verin!" Çamura yattıklarını anladım. Kimse bunu "Çingene kaçakçının çakallığı" olarak okumasın, kaçakçıların dini-milleti yok; çeşitli milletlerden/dinlerden bir kaçakçılar enternasyonali/şebekesinin hikayesidir anlatılan. İstanbul'dan Atina'ya uzanan yolda dört ayrı -tabii ki birbirleriyle bağlantılı- grubun/kademenin elinden geçtik. Meriç'e kadar İstanbullu ve Trakyalı Türkler, nehirden Yunanistan'daki otobana kadar Güney Kürdistanlı Kürtler, otobandan Atina'ya Bulgaristanlı Çingene, Yunanistan'daki evde Yunanlılar: Para gibi, suç ve insanlık dışı muamele de şebekenin tamamı arasında bölüşülüyor.

Yıllardır görmediğim hapishane arkadaşımla sarıldığımda, bizi getiren çakal sinsice uzaklaşmaya başlıyor. 70 Euro? Ne 70 Euro'su, çiğnenen gururun uzaklaşıp giden! "Bi dakka!" Adamın koluna yapışıp, elindeki telefonu çekip alıyorum. "Abi yok para, ver telefonu, Kuran çarpsın adres verin yarın getireyim" diye yalvarıyor. "İyi o zaman, yarın akşam bu saatte burada buluşalım, getir parayı, al telefonu" diyorum. Dizlerini döve döve uzaklaşıyor. Gece telefon çalıyor, arayan, bizi Edirne'nin ilçesinden alıp nehre götürecek arabaya aktaran kaçakçı, belli ki yetkili biri. "Abi sen n'aptın" diyor, "bütün şebeke diken üstünde. Ben buradaki arkadaşlara vereyim parayı, daha fazlasını vereyim, telefonu ver. Bütün bilgiler orada, ver telefonu." "Sen değil o it getirecek parayı, gözümün içine bakarak verecek bana." "Bizi biliyorsun" diyorum, -siyasi kimliğimizi kastederek- "polise gitmem, ama o çakallara da gururumu çiğnetmem, mesele para değil." "Tamam abi" diyor, kapatıyor.

Bölgeyi bilen bir arkadaşla ertesi akşam gidiyoruz aynı yere. Ne gelen var, ne giden. Polise gitmeyeceğimizden emin olmaları telefonu gözden çıkarmalarına yol açtı anlaşılan. Meydan okumamızın arkasında nasıl bir "güç" olduğu vehmine kapıldılarsa, gelmediler. Halbuki dımdızlak iki kişi gittik randevuya. Çift hatlı güzel bir telefon, Burhan'a hediye ediyorum. O da bir süre sonra Arnavut yankesicilere kaptırdı metroda.

Akıl kârı mı yaptığımız iş? Pekâlâ bizi delik deşik edip atabilirlerdi bir köşeye. İnsan canının içtikleri enerji içeceği kadar değeri yok gözlerinde. Merak ediyorum, o bagajlarda havasızlıktan boğulan kaç çocuk atıldı Atina'nın çöplüklerine?

Onların hesabı böyle.

Ama "sınırları aşanların" hesabı da bilinen "akıl" terazileriyle tartılır cinsten değildir pek. Kaçakçılar küçük sırtlanlar; asıl düşünmesi gerekenler, yuvalarını yıktıkları milyonlarca insanı "sınırları aşmaya" zorlayan devletlerdir, sermaye baronlarıdır.

B. Brecht, "Banka kurmanın yanında banka soymak nedir ki?" diyor; ekleyelim, devlet şebekelerinin yanında küçük kaçakçı şebekeleri nedir ki? Kavimler göçünü andıran bu büyük tufanın toplumları zorladığı açıktır. Ama emin olunuz ki, bu büyük altüst oluştan en son sorumlu tutulacak olanlar o bagajdaki çocuklar ve onlar gibi olanlardır: Onların yakasını bırakın, emperyalistlerin, silah ve petrol tacirlerinin, irili ufaklı "saygın" ya da "çakallaşmış" devletlerin yakasına yapışın!

Bundan öte "politik analiz" kaldırmaz burada anlatılan hikâye.

Bu yazıyı okuyun ve biraz düşünün.

Ya da iyisi mi hissedin. Hissedebiliyorsanız...