Sır sandığımız şey aslında bilmediğimiz hakikattir!
Bize yine birbiriyle bir şekilde bağlantılı insanlar, kurbanlar, “kazalar ve eceller” ile sırlar kaldı: Hrant Dink, Muhsin Yazıcıoğlu, İsmail Güneş, Kaşif Kozinoğlu, Koruma Polisi Erol Yıldız ve isimler, isimler, isimler!
“Muhsin Yazıcıoğlu’nun koruma polisi, duruşmada tanıklık yapacaktı, kendi arabasını iterken altında ezildi, öldü.”
Bu ülkenin kanlı sırlarını birbirine eklesen…
Belki aklımıza, yüreğimize, muhakememize, bir şeylerin değişmesine bir yol olur!
Biri de Muhsin Yazıcıoğlu’nun, düşen helikopterde ölümü.
25 Mart 2009.
Şarkışlalı Yazıcıoğlu, Malatyalı Hrant Dink’ten 3,5 ay küçükmüş.
Dink’in suikastta ölümü, 19 Ocak 2007.
Neden birlikte yazdım?
Elbette yanılabilirim ama inancım o ki, Dink suikastına dair bazı sırlar Muhsin Yazıcıoğlu’na ulaşmıştı.
Eğer şu anda “Fetöcü” olarak cezaevinde bulunan, kendini MİT görevlisi diye de tanıtmış bir infaz memurunun ifadesi ciddiye alınabilirse, belki bir çanta içinde.
Helikopter düştükten sonra, karlı zemine yayılan şahsi eşyalar arasından “birileri”nin aldığı iddia edilen çanta.
Çantanın varlığını ve yok oluşunu iddia edenlerin pek söylemediği şey, içinde Dink suikastına dair bilgilerin de bulunabileceği.
Buna kanaatim var ama iddia bile edemem kolay kolay.
Ne ki, biri suikast, diğeri henüz “helikopter kazası” denen iki ölümün ardındaki sırların bir noktada birleştiğine dair kanaatim.
Belki koruma polisinin “kendi arabası altında kazayla ölümü” de!
Hatta, o çantayı Yazıcıoğlu’na gönderdiği iddia edilen üst düzey MİT görevlisi, “Fetö’nün yurtdışı örgütlenmesine dair rapor hazırladığı” söylenen Trabzonlu Kaşif Kozinoğlu’nun, “Ergenekon sanığı” olarak Silivri Cezaevi’nde “ecelinden” ölümü de!
28 Mart 2007’de, yani Dink Cinayeti’nden iki ay sonra, Yazıcıoğlu’nun o ölüm helikopterine binişinden tam iki yıl önce, Sabah’ta şunu yazmışım:
“Muhsin Yazıcıoğlu, Trabzon’da ziyaretlerde çekilmiş, ‘Dink suikastı zanlıları’ ile fotoğraflar yayınlandıktan sonra, Sabah’ta, ‘Evladıma, işte katilin çocuğu diyorlar’ dediğinde içim acımıştı.
Günahları veya yakıştırmaları küçük masum omuzlarında taşımak zorunda kalan çocuklar iç acıtır.
Daha acısı ise ‘maktulun çocuğu’ olmaktır. Bir de ‘maktul çocuk’.
İstanbul’da Dink’ in çocukları, Anadolu’nun her köşesinde şehit asker çocukları, işte daha geçen gün kahpe mayında uçup giden babasının tabutuna sokulan yeni doğmuş bebek.
Mesela, Kızıltepe’de polisin yaylım ateşinde babasıyla birlikte, 12 yaşından bir fazla kurşunla yere serilen ve sanıkların güçlü, mağdurların suçlu sayıldığı Uğur.
Yazıcıoğlu da elbet hatırlar.
Öyle, çok çocuk vardı 12 Eylül’e yol döşenirken. Çok baba vardı, evladını yitiren. Üstüne bir gazete atılmış, başucu kan gölü, öyle yatarken. Bir gün üniversite önünde, bir gün bir evde, bir gün Maraş’ta, Çorum’da topluca katledilen.”
ABİLER VE DİĞERLERİ
O yazının devamı, Dink Suikastı’nda sahne önünde olanların nasıl adım adım hazırlandığına dairdi. Abiler, mahkumiyet dosyası Yargıtay’da sumen altı edilenler vd.
“Helikopter kazası”ndan sonra ise çok soru soran bir dolu yazı yazmışım.
Başkaları da yazdı, sordu, bazı cevaplar veya çok sayıda kuşku buldu.
İlginç şeylerden biri de “Fetö lideri” denen kişiye ait olduğu söylenen bir video kaydıydı:
“Onca kin ve garez yüklü insanın her gün daha farklı bir komplo kurduğu bir dönemde, şayet gönül erleri, liyâkat peşinde koşuyorlarsa ve davaya ehil insanlar olmak için çırpınıyorlarsa, o ölçüde menfi neticelere istihkaktan uzak durmuş sayılırlar.
Aksi halde, ne kadar liyâkat kaybına uğruyorlarsa, o nispette de derdest edilip bir kenara itilme istihkakıyla karşı karşıya kalmış olurlar.
Aldansanız bile kimseyi aldatmayın. Çünkü aldatma günahtır. Aldanırsanız böyle kurban gidersiniz. Bir Perşembe akşamı vefat edersiniz, bir Cuma günü cenazenize ulaşırlar.
Asker vazifesini yapmadı dediler, ben yaptığına kâniyim yani. Hakikaten herkes seferber olmuş. Sivil inisiyatif bu mevzuda bir şey yapmadı, ben o kanaatte değilim, herkes elinden geleni yaptı.”
Oradaki “asker”den kasıt, helikopter enkazına ilk giden jandarma istihbarat mensupları mıydı? Onlar darbe girişimi sonrası “Fetö”den içeri mi atılmıştı?
Karda iz de kalır, izler kara da karışabilir.
Sandıklarımız hakikat olmayabilir; hakikat aklımıza gelmeyen kuytularda gizlenmiş bulunabilir.
Ama zannımca, sadece tek bir örgütlenme değil, “birbirini kullanmış” farklı amaç ve hedeflerin kurbanıydı Dink.
Ve Yazıcıoğlu da, cevapları bilemem ama, en azından bu konudaki sorulara, şüphelere, iddialara sahip kişilerin önde gelenlerindendi!
GAZETECİNİN MİRASI
“Kahramanmaraş’taki Helikopter kazası”ndan sonra, kimsenin pek görmediği Sivaslı İsmail Güneş’i de yazmıştım.
Güneş, Yazıcıoğlu ile helikoptere binen gazeteciydi ve o son anların hem tanığı, hem kurbanıydı.
Onunla en son kimler görüşmüştü? Misal, bir gazeteci, “Görüşmedim” dediği için yalan beyandan yargılanıyordu.
İlk ekip helikopter enkazına geldiğinde, kazayı bildirmiş olduğu söylenen Güneş yaşıyor muydu? Sonradan mı gerçekleşmişti donarak ölümü? Öyle mi olmuştu?
Fotoğraf makinesi gibi eşyalarına kimlerin eli değdi, kim kurcaladı?
Olayın bir de “vicdani boyutu” vardı.
İsmail Güneş İhlas Haber Ajansı, dolayısıyla Türkiye Gazetesi ve TGRT muhabiriydi.
Ve eşi ile evladına mesleki mirası, yaptığı haberler kadar, son anında yanında bulunan “gazetecilik araçları”ydı.
"Kaza”dan sonra 1 Nisan 2009’da Sabah’ta şöyle yazmışım:
“Karların arasında imişler:
Basın kartı, bilgisayarı, fotoğraf makinesi, bir de kamerası.
İşte bunlar, gazetecinin en çıplak mirası.
İsmail Güneş'i umarım ülke gazeteciliği ve meslektaşları hiç unutmaz.
Çünkü 'şöhret gürültüsü' kirliliğinden mustarip memleket ile medyada...
Karbeyaz nihai mücadele ile bu mesleği onurlandırdı...
Kırık ayakla buz gibi hayata tutunmaya çabalayışına... ailesine doğru, umutsuz adımları inatla atışına...
Oturup da tam yıkılmadan, tipiden bir heykel oluşuna kadar...
Beynimin içinde dönüp duruyor, kalbimde ısınıyor, inadına yaşıyor bu kardeşim."
Derken birkaç ay sonra, ben bu kez Habertürk’te, “İsmail’in mirası” yine aklımda, kalbimde, şunu yazmışım:
“Sanki içime doğmuş...
Sonra ne olmuş?
Hani ‘Gazetecinin en çıplak mirası’ vardı ya...
Hani basın kartı yanında, ‘bilgisayarı, fotoğraf makinesi, kamerası’.
Eşi Yasemin bu ‘miras’ı İsmail'in çalıştığı ajanstan istemiş.
Yasemin Güneş, ‘O yazınızı sonradan okumuştum... O kadar etkilendim ki, herkese dağıttım o yazıyı... Sanki içine doğmuş da yazmış, dediler. O yüzden bunları önce sizinle paylaşmak istedim’ dedi önceki gün. Anlattı. İçim daha çok acıdı.
İhlas yöneticileri, önce demişler ki, ‘Üçü de kullanılamaz halde".
Hani, cesetlere ulaşıldıktan sonra, içindeki ‘helikopterden son görüntüler’ dört bir yana dağıtılan (satılan) makine, kamera için!
‘Peki’ demiş.
Günler geçmiş, öğrenmiş ki, hepsi tamir ettirilip İsmail'in yerine tayin edilen meslektaşına verilmiş.
Bunun üstüne, Yasemin Güneş tekrar istemiş ‘İsmail'in mirası’nı.
Fotoğraf makinesi zaten onunmuş. Taksitle 1440 lira kadar ödemiş ajansa. Allah için, İhlas o parayı iade etmiş ölümden sonra...
Allah için, 20 bin lira yasal tazminatı ve başta Ajans'taki arkadaşları, yardım için toplanan 28 bin lira, bir de 3 bin lirayla birlikte.
Tekrar istemiş ya...
Ajans yönetimi demiş ki, 8 bin 250 tutuyor hepsi. Ödeyin, verelim!’
Öyle bankadan da değil; elden! Ki eller utansın sadece!
Beş yaşındaki evlat bile isyan etmiş. ‘Cenazede neler diyorlardı. Neden babamın makinelerini vermiyorlar’ diye.
Ajans, ‘Yeni makine alacak gücümüz, bütçemiz yok’ diyormuş!
‘Yasemin Hanım biz bir aileyiz; bunları kimse duymasın’ diyormuş, İsmail'in adaşı ajans yöneticisi.
‘O, son nefesine kadar onlara hizmet etti. Ölürken bile onları aradı, bildirdi. Öldü, çektiği görüntüleri kullandılar, sattılar’ diyor Yasemin Güneş.
Duydukça, içim parçalanıyor, her bir parça utanç doluyor, doldukça için için öfkeye patlıyor.
Görevde donarak ölen, donarken de görev yapan gazetecinin mirasını, ailesine ancak bedeli mukabili vereceğini söylerken, bir de ‘8 bin 250 lira zaten indirimli fiyat’ diyebilen meslektaş dilini ve insan halini merak ediyorum!
Yıllarca millete ahlak, terbiye, ihlas satabilen insanlık, gazetecilik, tüccar ve inanç halini merak ediyorum!”
Sonra…
Yasemin Hanım ve evladının ısrarı, bu yazıların onlarla omuz omuza vermesiyle, “miras” Güneş’in ailesine teslim edildi!
Sonra…
Bize yine birbiriyle bir şekilde bağlantılı insanlar, kurbanlar, “kazalar ve eceller” ile sırlar kaldı:
Hrant Dink, Muhsin Yazıcıoğlu, İsmail Güneş, Kaşif Kozinoğlu, Koruma Polisi Erol Yıldız ve isimler, isimler, isimler!
Sır sandığımız şeyler, henüz bilmediğimiz ve hatta hiç merak etmediğimiz hakikatlerdir Sırrı!