Sıradaki şarkı Joan Baez ve Tarkan düeti olsun mu?
Onun müzik dünyasının dışına da zarifçe süzülen o protest ve sağlam duruşu hiçbir zaman geçmeyecek, bize en dibe vurduğumuz ve en küçük bir moral kırıntısına, neşeye, “yalnız değilsin” cümlesine gereksinim duyduğumuz anlarda ilaç gibi “gelcek".
Bazı müzisyenler sadece müzik dünyasına kattıklarıyla ölümsüzleşmezler, ayrıca aktivist kimliklerini müziklerine taşıyarak da efsaneler arasında yerlerini alırlar.
Bu açıdan müzik sektörünün farklı noktalarında bir varoluş mücadelesi verseler de çağdaş müzisyenler arasında biri çocukluk, diğeri genç kızlık idollerimden olan iki kişinin zaman zaman evrenin bir noktasında ruhlarının örtüştüğünü hissediyorum: Amerikan folk müziğinin tanrıçası Joan Baez ve Türk pop müziğin megastarı Tarkan.
Baez, çocukluğuma dair en ışıltılı anılardan biri. Sabah gözlerimi açar açmaz kulaklarıma ulaşan Joan Baez sesi ve akşam gideceğim konserin hayaliyle içim içime sığmamıştı. Birkaç gün önce aldığımız kırmızı rugan ayakkabıyı ve en sevdiğim kırmızı çantamı almalıydım. Acaba yakından da o kadar güzel miydi? Taş plaktaki gıcırtılar yine olacak mıydı? Yanımıza minder almalıydık, akşam taşların üzerinde otururken üşüyebilirdik.
Henüz altı yaşındaydım ve Efes Antik Tiyatro’ya giden engebeli yolda tıngır mıngır ilerleyen mavi Vosvos’umuzun içinde, teypten gelen Diamonds and Rust’ın nakaratını çocuksu telaşımla yarım yarım tekrarlamaya çalışıyordum. Annem ve babamla ilişkimde müzik çok özel bir yere sahipti ve Joan Baez-Bob Dylan ikilisinden aşk kokulu düetleri daha ufacıkken öğrendiğim için, yaşımın çok ötesinde müzik tartışmaları yapacaktık yıllar içerisinde.
Tüm arkadaşlarım iki yandan örgülü saçlarla gezerken, uzun yıllar saçlarım “Baez modeli” kesilmişti.
Bu ilk konserimdi ve biliyordum ki konser ışıklarının altında devleşen Joan Baez, benim ailem için sadece Joan Baez değildi.
Üç oktav ses aralığına sahip bir soprano olması da öncelikli değildi. Benim o yaşlardaki boyutlarıma göre kocaman gelen gitarının ardında kısacık saçlarıyla aktivist, ilkeli, her türlü haksızlığın karşısında kaya gibi duran, sosyal konulara karşı hassas, savaş karşıtı ve tüm bu kimlikleri de güler yüzünün tam orta yerine konduran bir müzisyendi. Martin Luther King Jr’ın yakın arkadaşıydı. 1968 kuşağının sembol isimlerindendi.
1988 yılında sahnede Joan Baez’i dinlerken dönemin tüm ağır siyasi iklimini çocuk gözümle tam olarak algılayamasam da, yıllar sonra belleğimde donup kalmış o anıyı ve omuz omuza şarkı söyleyen dinleyicilerin yüzündeki umudu düşündükçe, bana, artık yavaş yavaş korkunun yerini umuda bıraktığını, bunun da müzik yoluyla olabileceğini göstermişti.
Tam 20 yıl sonra İstanbul’daki konserinde, o güzel Türkçesi’yle eline aldığı kâğıttan okuduğu Yiğidim Aslanım’ı söylerken gözyaşlarımı tutamamam da çocukluğumla aramdaki en güçlü sese karşı içten bir teşekkürdü belki de...
Joan Baez Türkiye’ye düzenli aralıklarla uğruyordu ve ben her gelişinde biraz daha büyüyordum; benimle birlikte üzerimizde gezinen ve sonraki nesillere de aktarılan ülke ve dünya gündemi de...
1979 yılında Vietnam’daki mahkumlara dikkat çekmek üzere kurduğu, ardından Kamboçya’da mültecilerin zorlukları ve Güney Amerika’da insan hakları ihlallerine de odaklanan Humanitas International İnsan Hakları Komitesi’nden, Vietnam ve Irak Savaşları başta olmak üzere tüm savaşlara karşı durmasına, her ne kadar kırk yıldan uzun süre yasaklanıp tüm kopyaları toplatılsa da Pinochet yönetimi altındaki Şili halkına ithafen İspanyolca albüm çıkarmasına, protestolarda ön saflarda yer alıp gitarıyla konser vermesine, bu esnada tutuklanmasına rağmen Uluslararası Af Örgütü başta olmak üzere sivil toplum örgütlerinin aktif destekçisi olmaktan yılmamasına dek çok güçlü bir aktivist kariyeri vardı Baez’in. Belki de yeri doldurulamayacak, kimseyle kıyaslanamayacak bir kişilikti...
Eşcinsellerin öğretmen olmasını yasaklayan uygulamalara tepkisini konser düzenleyerek veren, 1967 yılında “Vietnam Savaşı’na hayır” gösterilerine katılan Baez, Bosna savaşının ardından Saraybosna’da konser veren ilk büyük sanatçı oldu. Bu ve daha nice toplumsal farkındalığı, Baez’i efsanevi bir müzisyen, söz yazarı ve sanatçı haline getirdi.
Müzikal duruşları, ses yapıları veya içine doğdukları toplumlar birbirinden farklı olsa da, Tarkan da birçok meslektaşının sustuğu, konuşmaktan çekindiği, risk almadığı veya önemsemediği noktalarda, o zarif ve güler yüzlü edasıyla eleştirisini müzikle yapıp, kimseyi kırmadan dökmeden ama yetkililerin de dikkatini çekecek bir üslupla sanatçılığının ve var oluşunun gereğini yerine getirir.
En çok da kapitalizmin musallat olduğu çevre yıkımı gibi bir karabasana odaklanmıştı Tarkan. 10 bin yıllık Hasankeyf’in sular altında kalmasını önlemek için uzun süre boyunca Doğa Derneği’yle birlikte yaptığı mücadele birçok kesimin dikkatini çekmiş, konunun uluslararası boyutta dikkat çekmesine de katkıda bulunmuştu.
Tüm bunları da ağırlıklı olarak Almanya’da yaşayarak, yaratım enerjisini kimsenin sömürmesine izin vermeden hepimizi dışarıdan gözlemleyip yine de bir parçamız olarak, bizden biri olarak yapmıştı.
Yıllar önce Der Spiegel'e verdiği röportajda “Doğaya karşı işlenen suçlara karşı kör değilim” demişti Tarkan ve bu alanda gelişen çevre hareketine tüm tutkusuyla destek vermiş, dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’la görüşmüş, dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’e mektup yazmış, bu konudaki kampanyaya imzasını atmıştı.
Tarkan, “Uyan” şarkısını Hasankeyf’ten ve Yortanlı Barajı’yla yok olma tehlikesi yaşayan Allianoi’den yola çıkarak tüm gezegenin korunması için yazdı. Allianoi’in fotoğraflarını resmi Facebook sayfasından bizzat yayımladı.
“Eğer bu durum politikacıları sinirlendiriyorsa, kampanyamızın etki yarattığını gösterir” diyerek muzip bir gülücük de saçmış ve eklemişti: “Düzinelerce mektup ve elektronik posta alıyorum. 'Beni uyandırdın', 'Çevre için ben de bir şeyler yapmak istiyorum' gibi. Bunlar küçük çapta şeyler. Ancak ülkem için şüphesiz ki daha fazlası gerekiyor.”
Tarkan çözüm insanıydı; yaşanan yıkımlara, felaketlere, savaşlara, ölümlere, hak ihlallerine karşı yakınmak yerine ortak akılla, diliyle, müziğiyle dikkat çekmek, gerektiğinde yetkililere de o star enerjisini ve ışığını kullanarak ulaşmak istiyordu.
Rhineland-Palatinate doğumlu, kimilerine göre “Alamancı”, ama kendisine göre hiçbir önemi olmayan bir etikete sahip olan Tarkan, kendisini Almanya’da büyüyen ve yaşamını sürdüren bir Türk olarak gördü ve ülkesindeki sorunların büyük bölümüne dair sesini, sözünü, nefesini, müziğini ortaya koydu.
Evet, bunu temkinli yaptı. Kendisini belki Joan Baez gibi meydanlarda ön saflara konumlandırmadı. Ama yaptı. Birçok kişi “ekoloji” gibi kimilerine göre “hafif” bir konuda dahi itirazda bulunmazken, o risk aldı ve konuştu.
Sadece “Yanlış zaman, yanlış insan, tutunmak imkansız, bıktım yamalı sevdalardan” demedi, “Uyan uyan, dostum uyan, Koy elini kalbine geç olmadan, Bir olur geliriz üstesinden. Her şey mümkün eğer inanırsan. Yerimiz, yurdumuz, toprağımız yok oluyor ebediyen. Evimiz yuvamız biricik ocağımız gidiyor elden” diyebildi.
Konserlerinde dev ekrana “Savaşa Hayır” yazısı yansıttı, kadın cinayetleri konusunda farkındalığını hep korudu. Bu protest duruşuna gelen tüm tepkilere de gülümsedi, geçti, çizgisinden hiç sapmadı.
Haziran 2001’de ABD’de bir plajda çekilen fotoğrafları ve bunun ardından kendisine yapılan şantajın ardından, mahremiyet, özel hayata müdahale, kişi hakları ve özgürlükler konularını, tıpkı zamanında Lady Di’nin de peşine takılan paparazzilerin hayatını nasıl zindana çevirdiğini anımsatırcasına, “Benim hayatım bu, kimseye hesap verecek değilim” diyerek tartışmaya açtı.
Dolayısıyla, “Geççek” diyerek bir gecede milyonlara ulaşan Tarkan’ın şarkı sözlerini hangi perspektiften, hangi pandemi veya siyasi mesaj üzerinden okursak okuyalım, onun müzik dünyasının dışına da zarifçe süzülen o protest ve sağlam duruşu hiçbir zaman geçmeyecek, bize en dibe vurduğumuz ve en küçük bir moral kırıntısına, neşeye, “yalnız değilsin” cümlesine gereksinim duyduğumuz anlarda ilaç gibi “gelcek”.
Tarkan, artık müzik dünyasının güçlü bir muhalif figürü olduğunu kanıtladı.