Sisu
Cumhuriyetimizin, isteyelim istemeyelim, zorunlu bir güncellemeye, bir dönüşüme gereksinim duyduğu ortada. Demokratik zemin olsa siyaset işleyecek. Burada siyasetin işlemesi demokratik zeminin kurulmasına bağlı. Bu da kendiliğinden olacak değil, olacaksa bunu başaracak olarak bizleriz, hepimiziz. Çünkü biz halkız, devlet kutsal değil, aksine bize hizmetle yükümlü bir aygıttan ibaret.
Tarih öncesi dönemde “hariciyeye intisap ettiğim” yıllarda bir amirim vardı. En üst düzey devlet yöneticilerinin ağzından önemli konuşmaların metinlerini kaleme almaya başlamaya hazırlanırken “bana bir-iki güzel cümle getirin” talimatını verirdi. Koridorda “kaleminin kuvvetli” olduğu fısıldanan sözkonusu amirim sonra “kollarını sıvar” gerçekten de akıcı bir İngilizceyle metinlerin ana taslaklarını birkaç günde “kapısını kapatıp” yazardı. Şampiyon olacak takımı yıldız oyuncunun çevresinde örer gibi hani. Bir ağabeyimiz de “büyük dimağ” derdi onun için.
Öyleyse, dünkü Gazete Duvar’dan iki cümle: “Türkiye tarihi güçlü olmayı azami kuvvet kullanımı şeklinde düşünen bir devlet aklının hâkimiyeti altında şekillenmiştir.” (Ahmet Murat Aytaç) “Aksiyonu olmayan hayal gücü, halüsinasyondur.” (Ara Gözbek) Bir anayasal sorun olarak egemen gücün sınırlandırılması, devletin sürekliliğinin sağlanması, haklar ve özgürlüğün tam güvence altına alınması birinci işimiz olmalı. Bu yöne kabataslak bir giriş denemesine yarım aklım erdiğince geçen yazımda başlamaya çalışmıştım.
Orada eksik kalan madde, şu odanın ortasındaki fil, “af” idi. Aslında af değil, zira affedilecek bir durum yok ortada. Demek istediğim ilk seçimde başkan değiştiğinde hemen aynı gün, bilemedin ertesi gün Demirtaş, Kavala ve onlar gibilerin rehineliklerinin sona ermesini sağlayacak bürokratik işlem. Hukuksal düzenleme demiyorum zira iş oraya giderse yıllar alır. Nasıl olur bilemiyorum doğrusu, ama olmazsa olmaz, onu biliyorum. Haydi gelin şimdi el ele tutuşalım, kısa bir dünya turuna çıkalım.
Uganda’nın tek adamı Museveni 1986 yılından beri ülkenin başında. 76 yaşında yeniden bu haftasonu seçime girdi. Rakibi Bobi (evet, “Bobby” değil) Wine ise 1986’da henüz dört yaşında olan bir reggae şarkıcısı. Museveni seçimden önce sosyal medya kullanımına (Trump’vari) kısıtlama getirilince pratik düşünmüş; hem internetin fişini çektirivermiş, hem uluslararası gözetim yapılmasına izin vermemiş.
Güney Kore’de eski cumhurbaşkanı (2013-17) Park Geun-hye’nin hapis cezası yirmi yıl olarak yeniden onandı. Babası da 1963-79 yılları arasında beş kez üst üste cumhurbaşkanı seçilmişti. Güney Kore’nin toplumsal ve ekonomik kalkınmışlık yönlerinden 1950’lerde Türkiye ile aynı durumda olduğu hep anlatılır malûm. 2017’de anayasa mahkemesi hapis cezasını 8-0 almıştı.
İtalya’da Matteo Renzi, iki kadın bakanını çekip, hükümeti bozdu. Görünür nedeni, pandeminin ekonomik etkilerini yumuşatacak AB destek paketinin kullanım ve dağıtım müzakeresinin biçimi. Halkın çok da ikna hatta haberdar olmadığı belirtiliyor durumdan. Pek çok uzmana göre gerçek neden, Renzi’nin kendini daha fazla “görünür” kılma girişimi. Demokrasi bu mu? Siyaset, bu da.
Almanya’da Eylül ayında yapılacak seçimlerle kapanacak Merkel döneminden sonra ülkeyi yönetebilmek için iktidardaki Hristiyan Demokrat Parti’nin (CDU) yönetimi için ikinci tura sağ kanattan Friedrich Merz ve sol kanattan Armin Laschet ikinci tura kaldı. CDU lideri, doğal olarak şansölye adayı oluyor. Ancak, yarışa girmeyen CDU’nun Bavyera kızkardeşi CSU’nun lideri ve anılan eyaletin başbakanı Markus Söder, buna karşılık en popüler aday olarak gözüküyor. Uygun anı kollar gibi.
Bir başka devletler birliği yahut federe devlet ABD’de yerinden yönetimin demokratik sistemin güvencesi mi olduğu, yoksa sisteme bizatihi başlıca tehdidi mi oluşturduğu konularında Vaşington’da kurulu MEI düşünce kuruluşunun Türkiye İncelemeleri Merkezi Yöneticisi Gönül Tol’un sorularıma cevaben ufuk genişleten ifadelerini dinlemenizi öneririm. İki çatı-partili düzenin sonuna mı geldiğimiz, seçim bölgeleriyle oynamak (“gerrymandering” sorununun nasıl aşılacağı konuları özellikle önemli bence. Bireysel silâhlanma ve nüfusa oranla mahpus sayısı şampiyonu ABD’nin bir (tür) iç savaş arifesinde olup olmadığını anlamamız çok sürmeyecek gibi.
Nereye bağlayacağım sözü? Sonuç olarak, Aytaç ve Gözbek’ten alıntıladığım “güzel” cümlelerden yola çıkarak cumhuriyetimizin, isteyelim istemeyelim, zorunlu bir güncellemeye, bir dönüşüme gereksinim duyduğu ortada. Demokratik zemin olsa siyaset işleyecek. Burada siyasetin işlemesi demokratik zeminin kurulmasına bağlı. Bu da kendiliğinden olacak değil, olacaksa bunu başaracak olarak bizleriz, hepimiziz. Çünkü biz halkız, devlet kutsal değil, aksine bize hizmetle yükümlü bir aygıttan ibaret. Ne ruhu, ne aklı olabilir devletin.
Bunun yolu büyüklenmeden, yayılmadan, sorunları bir yumağa dönüştürmekten geçmiyor. Aksine “bir Balkan devleti” huzur ve alçakgönüllülüğünden, sadeleşmeden başlıyor. Hani Macaristan milli takımı maça gelmiş, Boğaz'a Rumen yolcu gemileri Basarabia veya Transilvania demirlemiş, pehlivanlarımız Sofya’da, Yunanistan’la diplomatik müzakereler, Yugoslavya’yla sanayi ve ticaret anlaşması imzalanıyor, Akdeniz yelken yarışları Çeşme’de düzenlenecek gibi haberler, sahneler canlansın gözünüzde.
Sözü dinlenen, fikri sorulan, hariciyecileri donanım ve mizaçlarıyla muhataplarını etkileyen bir devlet. Örnekse, kadın jimnastik ve voleybol takımlarının başarılarıyla; TV dizilerinin küresel olarak izlenme oranının yüksekliğiyle; eğitim ve sağlık hizmetlerinin üstün niteliği ve yaygın erişilirliğiyle; belediyecilik ve tarımda kendine özgü bir modeli başarıyla uyarlayıp, uygulayabilmesiyle; etnik ve dinsel gerilimlerini yönetebilmiş ve çözmeyi becerebilmiş olmasıyla; geçmişiyle yüzleşip, yakın geçmişinde boğazlaştığı ülkelerle uzlaşmış oluşuyla; festivallerinin coşkusu, turistik ve tarihsel potansiyelinin büyüklüğüyle gündemde olan bir ülke.
Eh canım, bunda yeni bir şey yok ki, bildiğin “yumuşak güç” veya “komşularla sıfır sorun” bu dediğim. Değil, ötesi: Kökten dönüşüm. Kimlik değiştirme. Merhum tonton cumhurbaşkanının zamanında dolaşıma soktuğu deyişle: “Transformasyon.” Saniyeler tükenirken Kerem Tunçeri’den üçadım, üzerine bir de Semih Erden’den blok. “Olmaz olmaz” dedirten, binde bir olacak, binde bir üst üste gelecek, gelince kanepenin üzerinde zıplayıp, elinizdeki patates çipsini havalara saçtıracak cinsten. Belki o ara aranızın biraz limoni olduğu en yakın arkadaşınızı yahut sevgilinizi, sarılıp yine yeniden bağrınıza bastıracak türden.
Bunların formülü yok. Bunların kitabı, kullanım veya kurulum kılavuzu yazılmıyor. “Böyle olacak” diye bir şey olmadığı gibi, “sittin sene böyle olmaz” omuz silkmesi de yok. Fince “sisu” sözcüğünün betimlediği kavramı açıklıyor efsane F1 pilotlarından Mika Hakkinen. Benim anladığım biçimiyle “sisu”, cüret ile cesaretin bir harmanı. Deneyime dayalı bir doğru zamanlama ustalığı. Karar verme sürecinde gözüpek ama uzgörülü bir hamle yaklaşımı. Asla kör cesaret, meydan okuma, densiz bir cüret değil. Siyasal “sisu” gerek bize gibi geliyor bana; ne vatan-millet uğruna fedailik, kelleyi koltuğa alma, ne sırtüstü yatıp tavana bakarak pembe hayaller kurma.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI