YAZARLAR

Siyasette pısırıklığın kaynakları

Bizde siyaset devletin nasıl yönetileceğine dair yaklaşım, öneriler ve bunları gerçekleştirmek için tutulacak yol anlamına gelmiyordu. Devlet, nasıl yönetileceğini ve toplumla kuracağı ilişkiyi kendi belirlemesi öngörülmüş bir kudret odağı sayılageldi.

Türkiye’de siyasî partilerin fikir ve faaliyet üretmekte en yetersiz, etkisiz, yeteneksiz kaldığı konu nedir? Cevap fazla karışık değil ama burayı bilmeyen için fena halde şaşırtıcı: Siyaset üretmek. Partilerin varlık sebepleri ve meşgûl oldukları işler siyaset diye takdim edildiğinden, köşe yazarınızın saçmaladığını düşünüyorsanız haklısınız. Ben de söylediğimde haklıyım ne yazık ki: Siyasî partilerimizin, ortak çıkarları korumak ve geliştirmek maksadıyla bir araya gelmiş, örgütlenip iş bölümü yapmış, makamlar oluşturup yetkiler paylaşmış kadın ve erkekler topluluğu anlamında partiliklerinden şüphe duyamayız da, siyasîlikleriyle ilgili aynı şeyi söyleyemeyiz.

Dört tarafından jilet telli duvarla çevrildiği yetmiyormuş gibi, alttan üstten de kuşatılmış siyaset ortamı, “Türkiye’nin düzeni”nin temel karakteristiklerindendi. Bizde siyaset devletin nasıl yönetileceğine dair yaklaşım, öneriler ve bunları gerçekleştirmek için tutulacak yol anlamına gelmiyordu. Devlet, nasıl yönetileceğini ve toplumla kuracağı ilişkiyi kendi belirlemesi öngörülmüş bir kudret odağı sayılageldi. Gerçekte bir ülkenin siyasetinin başlıca konuları arasında bulunan, dolayısıyla, siyasî partilerin farklı yaklaşımlar geliştireceği, farklı içerikler kazandırmak için rekabet edeceği, farklı önerileri topluma kabul ettirmeye çalışacağı sorunlar, toplumun -yani seçilmiş temsilcilerinin de- elinin asla erişemeyeceği yerlere kaldırılmış, siyaset alanı dışına taşınmıştı.

İktidar ve ana akım siyasetten, düzen partilerinden söz ediyorsak, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk büyük siyasî partisi, devletle bütünleşene kadarki dönemi itibarıyla, AKP’dir. Zira devletin sivillere yasaklanmış alanlarına girdi, seçimle gelen politikacıların önüne konan "dosyalar" marifetiyle, devleti temsil iddiası taşıyan başkalarınca yürütülen politikalara el attı, bu faaliyet alanlarını kendi planlarına ve hedeflerine uygun şekilde politize etti. Ancak bu “siyasîlik” kısa sürdü ve destekçi kitlesinin dindarlığını sömürmeyi amaçlayan, kimisi büyük ölçüde göstermelik ataklar dışında, AKP de Türkiye için klasik sağcı parti kimliğine bürünmeye başladı. Bu klasik sağcı parti, gözü devlet ihalelerinde, Ankara’nın gözde otel lobilerinde takılan, politikacı besleyen büyükşehir dalaveracısıyla işi büyütmeyi hayal eden taşra beyaz eşyacısının partisidir, büyük sermayeye hizmetinin baştan varsayılmasının yanı sıra. AKP’nin bunlara eklediği, tahakkümcü, saldırgan, militan siyasî gruplar.

HDP’nin yüzde 13 oy alarak seksen milletvekiliyle Meclis’e girdiği 7 Haziran 2015 genel seçimleri, AKP’nin varoluş tarzını ve tavrını dönüştürdü. 2010’dan itibaren siyaset adına elinde sadece din istismarı kaldı, devlete nüfuz ettikçe siyasetsizleşti. MHP ile bir araya geldikten sonra ortada AKP siyaseti diye ayrı bir yol-yöntem kalmadı. AKP’nin klasik sağ kitle partisi özellikleri bile bizzat -özellikle lideri eliyle- yarattığı keskinlik, gerginlik, düşmanlık ortamında dönüştü. El altından götürülen çıkar işleri, rakiplerin gözüne sokularak, mücadele, hattâ savaş konusu haline getirilerek yürütülür oldu. Öte yandan, destekçi kitleyi yolundan dönmez -dönemez!- hale getiren şişirilmiş militanlık havası elbette bütün rakip ve hasımları sindirmeye, iktidarı sürekli garanti altında tutmaya yetmezdi; bu yüzden AKP lideri MHP’ye, yani devletin bir kolunun siyaset ve sivil toplum içindeki uzantısına sığındı. Her ne kadar kendine bir sivil faşizan hükmetme ve iş görme alanı yarattıysa da bu parti esas olarak modern Teşkilat-ı Mahsusa uzantısı. Devletin toplum içine uzanmış kolu. "Ankara’nın dehlizleri"nden işaret, onay veya talimat almadan iş yapamaz. Bu partiyle kader ve eylem birliği yapan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, böylece partisinin siyasîliğine de neredeyse son vermiş oldu. İzlenen siyaset artık AKP, MHP ile ona yön veren devlet içi odaklar ve mevcut iktidar koalisyonunun üçüncü ayağı Ulusalcıların ortakça tutabileceği yolla sınırlı. Bu yol çok tanıdık ve AKP’nin icadı da değil, onun kendine özgü iddialarını ve dile getirilmiş hedeflerini, vaatlerini içeren bir yol da değil.

Böylece bir defa daha, Türkiye siyasetinin klasik oturma düzeni sağlanabilirdi belki. Ama tek-adam yönetimine giden süreçte Erdoğan kendi partisini bizzat zayıflattı, etkisizleştirdi. Tek-adam yönetimlerinin karakteristiği: Yarın öbür gün başkasının peşinden gidebilecek güçlü teşkilata tahammül edilmez. (Bu konu ne zaman geçse soruyorum, şimdi de sorayım: Putin’in partisinin adını bilen var mı?)

AKP’nin parti olarak kişiliksizleşmesi şüphesiz tek sebebe dayanmıyor. Birden sahip olduğu gücün ebedî olduğu yanılsaması, sürekli kazanmanın büyüttüğü kibir, kendi eksiğini gediğini görmeyi engelleyen görmemişlik ve konjonktürün ciddî tepkiyle karşılaşmadan ortalığa saçılmasına meydan verdiği gerçeküstü iddialarını fikir, tespit ve hakikat sanmaya yol açan genel cehalet yüzünden bu parti, eğer sahiden siyasî değerlendirme yapılacaksa, acınacak hale düştü. Hamasî nutukların gerisinde ikna edici, uygulanabilir büyük projelerin bulunduğu yanılsamasını başarıyla yarattılar, ama zamanla bunların müteahhitlere geçiş garantisi verilen büyük köprülerden, havalimanlarından ibaret olduğu anlaşıldı. Yeryüzü İslâm ümmetine liderlik gibi, dünya gerçekleriyle uzaktan yakından alâkası bulunmayan masalsı lafların vücut buluşu, Rusya uçağını düşürüp şişindikten birkaç yıl sonra 36 askerini katleden Moskova’nın adını bile anamayıp katliamdan Şam’ı sorumlu gösterme acizliği ya da Kürtleri yurtlarından sürüp Afrin’in zeytinyağını apartma cinsinden olabildi. “İslâm’ın son kalesi”nin kumandanları, şu anda Müslüman Kardeşler’i satarak “kardeş Müslümanlar”dan para tırtıklamaya, kale duvarlarındaki delikleri petrol zenginlerinin banknotlarıyla tıkamaya çabalamaktalar.

Velhâsıl, Türkiye yerleşik düzeninin ilk siyasî partisi, toplumu temsilen devlet politikalarını şekillendirecek örgüt olmaktan çıktı, siyasî hiçbir hedefi, rotası, özgün tek önerisi kalmamış, tek gayesi kendini iktidarda tutmak olan çıkar mekanizmasına dönüştü.

KARŞI KAMP 

Karşısında, yalnız onu devirmekte değil, tanımlanmış bir siyasî hedef etrafında da birleştiğini ilan eden partiler var. “Güçlendirilmiş parlamenter sistem” sloganını hedef olarak benimseyen partilerden en büyüğü, köklüsü CHP, en hızlı büyüyeni İYİP. Şu ana kadar gördüğümüz bildiğimiz kadarıyla, her iki partinin de siyaseti, devlet politikalarının sınırlarını zorlamıyor. Hattâ bir türlü çözülemedikleri için boyuna başka dertler de üreten yapısal sorunlarımıza dair söz söylemekten kaçındıkları bile ileri sürülebilir. Bu meselenin deşilmesi moral bozucu olabilir. Çünkü son dönemde liderinden beklenmedik bir dinamizmle yarattığı değişim esintisine rağmen CHP’nin barındırdığı anti-demokratik, milliyetçi, devletçi, bağnaz gruplar, demokratik dönüşümün gereklerinden çok bugünkü iktidar koalisyonunun uygulamalarına yakın hissediyordur kendini. İlaveten, İYİP’i oluşturan “gelenek”in demokrasiye, özgürlüklere, memleketin yapısal sorunlarının kökten halline ne kadar uzak olduğunu hatırlamalıyız.

AKP’den kendi ufak hasarı büyük parçalar koparabilecek Demokrasi ve Atılım Partisi ile Gelecek Partisi’ne bu açıdan eğildiğimizdeyse, karşımıza ilginç bir manzara çıkıyor. Bu partilerin siyasî hedefleri, öngördükleri yollar yöntemler neler? Her derde devâ “güçlendirilmiş parlamenter sistem” sloganı bu soruyu tatminkâr tarzda cevaplamak için fazlasıyla yetersiz.

Doyurucu siyasî hedef ve hat tanımlama, kağıt üzerinde hedefler sıralamaktan ibaret bir iş olamaz. Bu partilerin yapısal meselelere dair yaklaşımlarını ve önerilerini öğrenebilmeliyiz. Bu ihtiyacı giderecek olan, “Programımıza yazdık, oradan okuyun” demeleri olamaz. Neyi nasıl gördüklerini, düşündüklerini somut vesilelerle öğrenmeli, neye nasıl tepki gösterdiklerini izleyebilmeliyiz. Bu partilerden kaç kişinin hangi konulardaki hangi tespit ve önerilerini ne kadar işitebildik?

Ama daha buraya gelmeden sorun var. Her ikisi de AKP hükümetlerinde önemli görevler üstlenmiş iki siyasetçi, bu partilerin liderleri. Ve henüz kendilerini AKP’den ayrı düşüren sebeplere dair, kişisel imâlar dışında, doyurucu, inandırıcı, her şeyden önemlisi, kendilerini artık şu karşımızdaki iktidar mantığı ve icraatından ayrı düşünmemizi gerektiren ne söylediler? Ne yaptılar?

Bu soruyu elbette yukarıda uzun uzun açmaya çalıştığım meselenin içine yerleştirmeliyiz: “Devlet politikası” denen yasaklı alana ne kadar nasıl girecekler ve yapısal sorunlarımıza dair hangi hedefle hangi adımları atacaklar? “Kürt kardeşlerimiz” ne olacak, misal? Her gün sabahtan akşama sayısız kurban yaratan insan hakları ihlallerini mevzu etmek, demokrasi gönüllüsü sûretinde ortaya sürülen birer elemana mı bırakılacak, şimdiye kadar gördüğümüz gibi? Tweet mi atacak partililer, siyasî mücadele adına?

Kurucularından birini casusluk suçlamasıyla tutukladıklarında Demokrasi ve Atılım Partisi’nin takındığı, yani takınamadığı tutuma bakılırsa, bu iki partiden siyaset anlamında siyaset beklememiz beyhûde çaba olabilir. Yasaklı alanlara girip alternatif siyasetler önermeleri, insan haklarının gözetildiği, hukukun var olduğu demokratik özgürlükler rejimine geçiş için mücadele etmeleri hayal gibi gözüküyor. Bu halleriyle bu iki parti siyasetsiz siyaset geleneğinin sürdürülmesine katkıda bulunacaklar gibi duruyor.

Ahmet Davutoğlu ve Ali Babacan’ın Türkiye siyasetinin yüksek yerlerinden gelmeleri, öyle anlaşılıyor ki, partilerinin siyasîleşmesinin önünde ciddî engel oluşturacak. Bünyeyi kaplamış “devlet sorumluluğu” kabuğunun hayalini sırtta taşırken siyasetin gerektirdiği dinamizmi göstermek zor. Sahip olması gerekirken yoksun bırakıldığını düşündüğü ayrıcalıklara kafayı takanın hak mücadelesi yapması daha zor.

Hem yasaklı alan ürküntüsünü atamamış hem özeleştiriyle ruhunu sağaltıp temiz enerjiyle harekete geçmenin önemini idrak edememiş hem de yürümek yerine şoförü gönderip aldırma konforuna alışmışlık, siyasî pısırıklığı çıkarıyor ortaya.

Pısırık siyaset üzerinde daha sonra da duracağız.