Siyasi deprem ve travma
Siyasal ufkumuzu oluşturan levhalarda da tabandakine muadil tektonik bir hareketlenmeyi yaşamak kaçınılmaz görünüyor. 1999 depremi, ‘eski’ siyaseti bitirip AKP’yi iktidara taşıyan önemli etkenlerden biriydi. 2023 depremlerinin siyasal sonuçları çok daha sarsıcı olacağa benzer. Hazırlıksız yakalanmak, AKP molozunun altında kalmak anlamına gelecektir.
Trafik kazası geçirmiş olanlar bilir. Travmanın şoku geçene kadar acı hissetmezsiniz. Ancak nabzınız normale dönmeye ve vücut ısınız düşmeye başlayınca kolunuzun ya da bacağınızın kırılmış olduğunun farkına varırsınız. Omur kayması gibi bazı tipik arızaların boyun, sırt ya da bel ağrısı belirtileriyle ortaya çıkışı ise günler alabilir. Toplum olarak 6 Şubat depremlerinden bu yana benzer bir travma-sonrası şoktan çıkmamış olabiliriz. Dikkatlerin millet ittifakı adayı tartışmaları üzerinde bu denli yoğunlaşması; yaşanılan ve süregelen dehşetle yüzleşmenin ve baş etmenin mümkün olmadığı durumda gerçeklikten kolektif kaçış haricinde bir seçenek kalmadığının göstergesi olmalı. Bu, aynı zamanda serimlenmeyi bekleyen trajedinin idraki önünde de bir algı blokajı yaratıyor.
Bu durum, Elisabet Kübler-Ross’un Ölüm ve Ölmek Üzerine adlı kitabında işaret ettiği ilk tepki hali olan inkâr’la örtüşür: “Hayır, bu olmuyor, olamaz; bana oluyor olamaz.” Kübler-Ross, ölümcül bir hastalığı olduğunu öğrenen kişilerin gösterdiği tepkileri beş aşamalı bir şemayla açıklarken bunların mutlak birbirini takip eden sıralı aşamalar olmadığı, aynı anda iç-içe ya da farklı sırayla yaşanabileceği uyarılarında bulunmuş, ayrıca her aşamanın her vakada mutlaka yaşanacağı gibi bir kesinlik olmadığını da belirtmişti. Slavoj Zizek’e göre benzer bir şema, travmatik kriz hallerinde toplumlar için de geçerlidir. Örneğin, Orta çağda veba karşısında şehir nüfusunun kolektif tepkileri şöyle bir sırayı takip eder: “Önce inkâr, sonra öfke (cezalandırılmamızın nedeni olan günahkâr hayatlarımıza, hatta acımasız Tanrı’ya karşı öfke), ardından pazarlık (o kadar da kötü değil, dua edelim ve hasta olanlardan kaçınalım…), sonra depresyon (hayatımız bitti; o halde bir şeylerle ilgilenmeye hiç gerek yok), bunu takiben ilginç bir şekilde orji yani seks ve içki partileri (hayatımız bittiğine göre, hâlâ mümkün olan tüm zevkleri ondan alalım ) ve son olarak kabullenme (işte buradayız, bu felaketin daha da büyümemesi için bir şeyler yapabiliriz)”.
İNKÂR, ÖFKE, DEPRESYON
Gözlerimizi yukarıya çevirirsek, Erdoğan ve çevresinin ilk üç günde inkâr ve depresyon aşamalarını iç içe yaşadığını gözlemleyebiliriz. Askeri sahaya sürmenin kendi felaketi olabileceği korkusuyla yaşadığı panik atak akabinde çaresizliğin yol açtığı depresyon içinde kendine sürekli “hayır bu olmuyor, olamaz” telkininde bulunmayı tercih etmiş olduğu kestirilebilir. İşte 72 saat süren o depresif tedirginlik halidir ki on binlerce insanın enkaz altında donarak ölümüne mal olmuştur. Bunun ve müdahil olması gereken kurumlardaki yetersizliğin hatta toplu çöküşün ifade edilmesi ise öfke aşamasını getirdi. Cumhurbaşkanı yardımcısı Fuat Oktay, “Siz kimsiniz ne olduğunuzu zannediyorsunuz?” diye tepeden meydan okuyarak “afetzedeler üzerinden siyaset yapmaya çalışanları” lanetledi. Üçüncü gün sonunda ortaya çıkan cumhurbaşkanı da benzer bir tarz benimsemişti: “Yalan haberler ve çarpıtmalarla insanımızı birbirine düşürmeye niyetlenenleri yakından takip ediyoruz. Yeri geldiğinde şu anda tuttuğumuz defteri de açacağız.”
Bu ifadeler, depremin neden ve sonuçlarıyla birlikte tamamıyla apolitik hatta siyaset-üstü bir fenomen olduğu iddiası hilafındaki bütün düşünce ve davranışları cezalandırma tehdidi içermekteydi. Muhalefet lideri Kılıçdaroğlu, “Yaşananlara siyaset üstü bakmayı, iktidarla hizalanmayı reddediyorum” cümlesiyle karşılık verdi ve Erdoğan’dan beklenen tepki geldi: “Be ahlaksız, be namussuz, be adi!” Küfür Kılıçdaroğlu’na yönelik olsa da yol açtığı otoriter sonuçlar oldukça genişti. İletişim kısıtlamaları, habercilerin tutuklanması ve bölgeden yayın yapan AKP dışı televizyon kanallarına ceza yağdırılması, bu üst perdeden tehditlere eşlik eden baskıcı icraatlar arasındaydı. Enkazdan çıkarılan çocuk görüntüleri, tekbirler ve sala sesleri haricinde bir şey yayınlamak fiilen yasaklanmıştı. Devlet Bahçeli, bazı çocukların sağ kurtarılmasına “manevi bir mesaj, metafizik bir sembol” anlamları yükleyerek parti grubunu coşturuyor, AKP televizyon kanalları devletin bir cebinden alıp öteki cebine koymaktan başka anlamı olmayan “Tek Yürek Türkiye” yardım programını aynı anda canlı yayınlıyordu. Ama bunlar, sahadaki korkunç gerçekliğe bir de “resmi felaket” boyutu eklemekten başka bir sonuç getirmedi. En son, Devlet Bahçeli kendi parti taraftarlarını “sayın cumhurbaşkanının ziyaretini sabote etmek”le suçlayarak azarladı: "Sessizlik olacak! dağılın gitsin, indirin şunları".
KOMPLO VE KABULLENME
Dinmek bilmeyen öfke nöbetleriyle iç içe bir pazarlık sürecinin de başlamış olduğu gözlenebilir. Erdoğan, depremin üçüncü haftasında nihayet ilk günlerde bölgeye müdahale etmekte geç kalındığını doğruladı ama bunu iktidarının basiretsizliğine değil kötü hava koşullarına bağladı. Adıyaman’da yapılan bu açıklamada, o güne kadarki aksamalardan dolayı ‘helallik’ istendi ve bundan sonrası için sözler verildi. Bahçeli de “cumhurbaşkanımız ülkeyi bu felaketten kurtaracak” garantisini verdi.
Bu aşama, hataların kabulü ve sonrası için daha etkili çalışma taahhüdü yanında, yaşananlara ilişkin “asrın felaketi” başlığı altında bir anlatı kurma çabasını da içeriyor. Erdoğan’ın, “Uzmanlar, bu iki depremi istisnai yer hareketi olarak tabir ediyor. Coğrafyamızın en büyük felaketlerinden biri ile karşı karşıyayız” cümleleri, AKP medyasında geniş yorumlara vesile oldu. Aslında iktidar depreme hazırdı ama ‘asrın felaketi’, beklenmeyen istisnai ölçekte bir yıkım ortaya çıkarmıştı. O halde, Devlet Bahçeli de başka bir boyutun kapısını aralayabilirdi: "Büyük felaket, mucizelerle anlam kılınmış, içinde sır olan bir olay”.
Mistisizm ve komplo teorileri erbabı buradan yürüyecek ve deprem ile HAARP teknolojisi arasında ‘sismik’ bağlantılar keşfedilecekti. Bir Amerikan savaş gemisinin ya da İsrailli kurtarma timlerinin depremden sorumlu olabileceği dile getirildi. Sismik dalgaların denizden mi, bir kuyuya katılan sıvıdan mı, yoksa uzaydan fırlatılan bir metal çubuktan mı kaynaklandığı AKP yanlısı ekranlarda ve online mecralarda uzun tartışmalara konu oldu. Asıl amaç Millennium Challenge tatbikatının gizli hedefi yani Türkiye’nin bir ABD uçak gemisi tarafından işgaliydi ve TSK ile reis aslında bunu önlemekle meşgul oldukları için kurtarma ve yardım faaliyetleri gecikmişti. Depremin ve onu takip edecek işgalin maksadı, pek tabii ki Lozan’ın gizli maddelerinde yazılı madenleri ele geçirerek cumhuriyetin yüzüncü yılında Türk milletine diz çöktürmekti. Hatta Nikolai Tesla vaktiyle bu sırrı Atatürk’e verince Antakya ilhak edilmekle kalmamış adı da Hatay olarak değiştirilmişti.
Bu fantastik hikaye çoğunlukla, depremden dış güçler kadar yerli işbirlikçilerinin de sorumlu olduğunu vurgulayarak tamamlanıyor. Örneğin, AKP ilçe teşkilatları ve iltisaklı vakıf ve cemaatler içinde yaygın dolaşımda olan bir metinde şu ifadeler yer alıyor:
Depremin sorumlusu, inşaatlara ruhsat veren CHP’li belediyelerdir.
Kentsel dönüşüm, CHP ve HDP’nin güdümündeki gizli sivil toplum kuruluşları tarafından engellendiği için depreme dayanıklı sağlamlaştırmalar yapılamadı.
Yardım tırlarına AFAD değil PKK el koyuyor. Ayrıca CHP il başkanları erzakları ortadan kaybederek halka ulaşmasını engelliyor.
PKK ve MLKP, depremin vurduğu şehir ve kasabalarda yağma yapıyorlar.
Millet İttifakı, psikolojisi bozulmuş milleti bölerek sosyal patlama ve ayaklanma çıkarmaya çalışıyor.
Deprem, Batı ve yerli işbirlikçileri tarafından yürütülen bir anti-İslam ve anti-Türk kampanyanın ürünü. Çünkü yükselen Türkiye’den korkuyorlar. Nihai hedef Erdoğan’ı devirmek.
Gizli Arşiv imzalı metin, “Şimdi sabrediyoruz ama depremden sonra tokatı göreceksiniz” tehdidiyle sonlanıyor.
ORJİ: FELAKET KAPİTALİZMİ
Depresyon, bu bağlamda yaşanan yıkımın dehşetinden, can kayıplarından duyulan üzüntüden ya da benzer bir felaket karşısında çaresizlik kaygısından değil iktidarı kaybetme riskinden doğmuş oluyor. Bu noktada, Zizek’in Orta çağ veba salgınları özelinde gözlediği ara aşama olan orji ya da ‘keyif’ boyutu ile Naomi Klein’ın ‘felaket kapitalizmi’ tezini birlikte okumak açıklayıcı olabilir.
Klein’a göre, darbe, işgal ve savaşlar gibi insan ürünü felaketler kadar doğal afetler de kapitalizm için büyük fırsatlar yaratan Allah’ın lütuflarıdır. Klein, 2005’te Katrina kasırgasının New Orleans’ı vurmasından birkaç saat sonra durumdan maksimum kâr elde etmek için planlar yapıldığını yazıyor. En başta inşaat ve güvenlik şirketleri tarafından. Bugün de, ‘asrın felaketi’nin ardından moloz yığınına dönmüş kentlerde cenazeler gömülür ve muhalif sesler susturulurken, yeniden inşa planlarının devreye girmekte olduğunu izliyoruz. Erdoğan iktidarından hiçbir konuda görülmeyen acil müdahale, inşaat söz konusu olduğunda hemen beliriveriyor. Adeta depremden çok deprem-sonrası inşa hamlesi için planlar çekmecelerde hazır olarak bekletiliyormuş. TOKİ konut projeleri, seçim öncesinde temeli atılacak devasa inşaatlar vb. hemen konuşulmaya başlandı. İşte orji ya da felaketten elde edilecek ‘keyif’ burada görülebilir. Erdoğan’ın inşaatçı oligarklarını, ufuktaki bu yeniden-inşa furyası kadar hiçbir şey keyiflendiremez.
TRAVMADAN SONRA
Türkiye coğrafyasını paylaşan nüfus olarak hangi aşamadayız bilinmez ama en azından travmanın sıcak (ya da daha doğrusu aşırı soğuk) şok anlarını geride bıraktığımızı varsayarak kendimize yani kabullenme aşamasına gelmeyi deneyelim. Ne oldu; biz ne yaşadık; ya da bu topluma ne yaşatıldı? sorularıyla başlayabiliriz. Öncelikle, hükümet bir konuda haklı ki o da bugüne kadar bu coğrafyada benzerine şahit olunmamış bir yıkımla karşı karşıya olmamızdır. Muhtemelen yüz binli rakamları bulan sayıda ölüm birkaç gün içinde gerçekleşti. Korkunç ve dehşet verici koşullarda gerçekleşti. On üç milyon kadar insan, barınma başta olmak üzere temel ihtiyaçlarını karşılayamaz durumda. Bu şartlar altında Erdoğan yönetimi kurtarma ve yardım yerine en iyi bildiği şeyleri yapmaya başladı. Muhalif sesleri baskılama, gerçekleri karartma ve bütün kriz hallerinde olduğu gibi bu devasa insanlık trajedisinden de rant ve kâr elde etmenin yollarını arama. Kendi haline bırakılırsa o yolda yürümeyi sürdüreceği ortada. Afad’ın ilahiyatçı yönetimi ve Kızılay’ın yolsuz ve pişkin başkanı ile ailesi buzdağının yalnızca görünen kısmı olarak ortada.
Dahası, kendini hem şimdiki 110 bin kilometrekare genişliğindeki afet coğrafyasında hem de ülkenin diğer nüfus-yoğun bölgelerinin çoğunluğunda tekrarlaması olası bir büyük afet riskiyle de karşı karşıyayız. Türkiye’nin üzerinde bulunduğu yer kabuğu levhası 3 ila 7 metre Arap yarımadasına doğru kaymış bulunuyor. Buna jeoloji terminolojisinde ‘tektonik’ hareket dendiğini toplumca yaşayarak öğrendik; yani denizleri, kıtaları, sıradağları vb. oluşturan devasa yer hareketlerinden biri. Üzerine bastığı zemin böylesi bir kayma yaşamış bir ülkenin insanlarının hayatlarını eskisi gibi sürdürmesi ve Millet İttifakı adayı üzerinde bu derece söz ve fikir tüketiyor oluşu tipik bir inkâr durumuna işaret ediyor. Oysa siyasal ufkumuzu oluşturan levhalarda da tabandakine muadil tektonik bir hareketlenmeyi yaşamak kaçınılmaz görünüyor. 1999 depremi, ‘eski’ siyaseti bitirip AKP’yi iktidara taşıyan önemli etkenlerden biriydi. 2023 depremlerinin siyasal sonuçları çok daha sarsıcı olacağa benzer. Hazırlıksız yakalanmak, AKP molozunun altında kalmak anlamına gelecektir.