YAZARLAR

Size soruyorlar: Alıştınız mı?

Her şey hayat tarzı ile ilgili değil ama nasıl ve neyin içinde yaşadığımızla fazlasıyla ilgili.

“Alışacaksınız”. “Geçti o günler”. Bu ve benzeri sözleri sık duyduğunuz, karşınıza bir duvar gibi çıkartıldığı zamanları bir hatırlayın. Genellikle, bir imkânın, bir alanın, bir özgürlüğün açıldığı anlar değil bunlar. “Artık biz de varız” demeye çalışan mağdurların sesi falan da değil bu. Çoğunlukla, birilerinin alanı daraltıldığında, özgürlüğü elinden alındığında, hayatı zorlaştırıldığında yükselen itirazların karşısına dikiliyor bu sözler. Muktedir olduğunu düşünenlerin, “artık devirleri biten” birilerine “siz yoksunuz” demesinin ifadesi. Zaten hemen arkasından gelen “kudurun” nidasını duyunca mesele daha net anlaşılıyor.

“Kusura bakmayın, kimsenin kimseye rahatsızlık vermeye hakkı yok” diyerek açıklanan müzik yasağının, salgın önlemleriyle bir ilgisi yoktu. Daha önceki içki yasağının olmadığı gibi. Zaten kimsenin yasağı makul bir gerekçeye bağlama derdi de yoktu aslında. Önce “duyulan rahatsızlığa”, sonra da buna son verilmesine karar verilmişti o kadar. Gezi günlerinde yapılan bir röportajda, Dolmabahçe ofisinin penceresinden görüp rahatsız olduklarını da anlatmıştı Erdoğan. Vapurdan inen kısa etekli, şortlu filan genç kızlar geçip gidiyorlardı önünden ve tahammül gösteriyordu onlara. Kızlı erkekli üniversitelere, öğrenci evlerine. Bıyıksız ve sigara içen adamlara da. Tahammül vadeli bir duygu.

Beştepe’nin iletişim başkanı Fahrettin Altun, Erdoğan’ın kusura bakmayın dediği insanların, “kusura bakıyoruz” diyerek verdikleri cevaba pek kızmış: “Siyasi bocalamalarını toplumsal kutuplaşma çabalarıyla örtmeye çalışanların türlü çarpıtma ve yalanlarla müzikli eğlence mekanlarıyla ilgili adımı da kullanmaya çalışmalarını milletimiz ibretle takip etmektedir. Özlem duydukları eski Türkiye alışkanlarını terk edemeyenlerin, sahte bir yaşam tarzı tartışmasıyla suni bir gündem oluşturarak toplumu kutuplaştırmaya ve buradan siyasi rant devşirmeye girişmeleri, bir acziyet örneği olarak kayıtlara geçmiştir.” “Eski Türkiye alışkanlıkları” dediği müzik dinlemek olabilir mi? Değildir herhalde.

Mesele, “hayat tarzına” sıkıştırılınca her şey nasıl da kolaylaşıyor. Kimlik siyaseti, kutuplaştırma, “marjinal veya radikal zorlama” ve daha nicesi, hazır ezberler kopup geliyor peşi sıra. Biraz daha sıkıntı çıkarsa, “bu milletin hassasiyetleriyle ne sorununuz var?” yedekte bekliyor. O da olmadıysa, “ne alakası var, dünyada başka örnekleri mevcut” şeklinde geçiştirmeler devreye giriyor. Bunun alıcısı da sadece sadık müşteriler değil üstelik: “Maazallah konsolidasyon oluverir”, “kutuplaştırmanın değirmenine su taşımayalım”, “sokak aklınıza bile gelmesin”, “çatışma yaratmak istiyorlar”, “gündem değiştiriyorlar”. Kimse kimseyi kandırmaya çalışmıyor aslında. Kimsenin de aldandığı filan yok. Herkes işinde gücünde.

İçki ve şimdi de müzik yasakları gündeme gelince, yavaş ısınan kazandaki kurbağa metaforu yeniden gündeme geldi. Elbette “şeriatın ayak sesleri” ve “çıkartılmaya çalışılan çatışma ve sokağa çekme” meselesi de. Ancak yaşanmakta olan kronikleşen sorun, yakın gelecekteki tehlikelerin ayak sesleri değil. Halen içinde yaşadığımız yönetimin bize ne yaptığı ve bizi neye alıştırdığı. Yaşatılan korku iklimi ve baskı atmosferinin, çıkartılmak istendiği iddia edilen iç çatışma endişesine nispeten daha katlanılır bulunması da pek mümkün değil. Pek çok yasakta, dini referansların hamle açıcı, şiddet temalarının da caydırıcı olarak kullanılması, nefes aldırmayan baskının yaygınlığını saklıyor sadece. Zorbalığa dini gerekçe, hukuksuzluğa uygun endişe bulmak daha kolay oluyor.

Her şey hayat tarzı ile ilgili değil ama nasıl ve neyin içinde yaşadığımızla fazlasıyla ilgili. Cumartesi annelerine Galatasaray’ı, işçilere Taksim’i, kadınlara İstiklal’i kapatırken; gaz ve plastik mermiden başka bir şey daha kullanılıyor: Sokakların tekinsiz olduğu düşüncesi yayılıyor. “128 Milyar nerede?” sorusuna yapılan muamele veya sosyal medya baskıları, buna yeltenenleri caydırırken, soru sormanın tehlikeli olduğu da anlatılıyor bir taraftan. Birilerini döven, boğazına basıp nefessiz bırakan polisin görüntüsünü çekemezsiniz yasağı konulurken ya da hak savunucuları şeytanlaştırılırken, hak denen şeyin talep listesinden çıkması bekleniyor aslında. Gökkuşağı bile yasaklı oluyor.

Popülist demagoji bize ve kendi etrafına topladıklarına şunu anlatıyor: Birtakım elitler vardı, hâlâ varlar ve onlar her şeyin kaymağını yediler, hâlâ yemek istiyorlar. Onların karşısında halkın temsilcisi olan iktidar, sayısal üstünlüğüne bakılmaksızın milli iradenin ta kendisidir. Hatta yedeğine aldığı beka davasıyla birlikte, milli iradeden bile büyüktür. Ve artık “ötekilerin” var olabilme biçimi, bu otoriteye itaat etmektir. Çeşitli alanlarda hegemonya kuramayabiliriz, eksik kalabiliriz ama “onların” imkanlarına, “ayrıcalıklarına”, haklarına, hatta gerekirse –tarzlarıyla birlikte- hayatlarına “çökmek” bize haktır. Rahatsız olduklarımızı yasaklar, ayrıcalık alanlarını yeniden tarif ederiz, buna alışacaklar”

“Kusuru bakmayın” lafını dinleyince dört yıl önceki bir yazıyı hatırladım. Ayşe Çavdar, Artı Gerçek'te “Reis’in taifesi: Lümpenburjivazi vs. Avam” başlıklı yazısında, AKP’li bir taksicinin hayatı giderek zorlaşan “ötekiler” için söylediği: “Biz tahammül ettik siz de edeceksiniz?” sözünü aktarıyordu. Bu tuhaf savunmada, ne kendisinin elde ettiği bir şey vardı ne de durumunu daha iyiye götürecek bir beklenti. Fakat bunu bir zorunluluk olarak gördüğü anlaşılıyor. Birilerin fazlası diğerlerinin eksiği olmak zorunda, yapabilecekleri tahammül veya en fazla sıralarını beklemek. Şimdi seçimden sonra parti vaadi yapan muhalefet de sıranın geleceğini söylüyor.

İster dünya nizamı için ister ev düzeni için olsun; ister amir tarafından konulsun veya ister alim tarafından konulsun, yasak koymak otoritenin şanından. Kimileri için ceviz kabuğu kadar alan bırakmak, kimilerini –elindeki torbadaki test kitleriyle- okyanuslara açmak. Ayrıcalıkları vermek de almak da, rahatsızlıkları seçmek de vermek de onun elinde. Ancak otorite kurulurken, sadece yasaklar, cezalar, kolluk gücü, yargıçlar kullanılmıyor. Otoritenin otorite olması için, birilerinin de onu kabul etmesi gerek. Bazen zorlamayla sağlanıyor, bazen pazarlıkla, bazen de alışmakla oluyor. Hatta etkili otorite bu iki kanalın da uygun işleyişiyle oluyor. İkinci kısmındaki aktörler biraz fazla kalabalık. Onların gerekçeleri de çoğu zaman otoriterlerinki kadar uyduruk. Birinci tarafın başrolü tekrar tekrar soruyor: Alıştınız mı? Verilen cevap belirliyor her şeyi.


Kemal Can Kimdir?

1964 yılında Düzce’de doğdu. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden 1986’da mezun oldu. 1984’de Gençlik ve Toplum dergisinde yazdı. 1986-87’de Yeni Gündem dergisinde 1987-90 döneminde Nokta dergisinde, 1990 yılında Sabah gazetesinde gazetecilik yaptı. 1993’de EP (Ekonomi Politika) dergisinde 1994’de Ekonomist dergisinde çalıştı. Yine aynı yıl Express dergisini çıkartan ekipte yer aldı. 1997 – 1999 döneminde Milliyet gazetesine yazı dizileri hazırladı. 1998’de Yeni Yüzyıl gazetesinde, 1999 yılında Artı Haber dergisinde çalıştı. Birikim dergisinde yazıları yayınlandı. 1999 yılında CNNTÜRK’te çalışmaya başlayarak televizyon gazeteciliğine geçti. 2000 yılından itibaren çalışmaya başladığı NTV’de sırasıyla politika danışmanlığı, editörlük, haber koordinatörlüğü ve genel müdür yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2013 yılından itibaren kapatılana kadar İMC TV yayın danışmanlığını yaptı. Yazdığı ve yazar ekibinde yer aldığı kitaplar: Devlet Ocak Dergah (İletişim Yayınları 1991), Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik (İletişim Yayınları 2001), Türkiye Savaşın Neresinde (Metis Yayınları 2001), Homopolitikus Lider Biyografilerindeki Türkiye (Aykırı Yayınları 2001), Devlet ve Kuzgun (İletişim Yayınları 2004), Yoksulluk Halleri (İletişim Yayınları 2007).