YAZARLAR

Sizin hiç şehriniz öldü mü?

Yirmi gündür süregiden deprem fırtınasının merkez üssünden dolayı olsa gerek, o gün – bugün o ağıt, halkın soruya dönüştürdüğü o çaresiz isyan yankılanıp duruyor kulaklarımda: Maraş Maraş derler/ Bu nasıl Maraş/ Al kızıl kan içinde/ Can veren kardaş

Bizim öldü. Hem de çok öldü. Defalarca, defalarca… O kadar çok öldü, o kadar çok öldürdük ki şehri, şehirlerimizi, ne bizim ne de şu koca dünyada kimsenin hayatında şehir diye bir şey yokmuş, hiç olmamış gibi yaşıyoruz yıllardır.

Şehre, şehirliliğe dair her ne varsa öylesine yok ettik, öylesine betona gömdük ki, ölümü unuttuk. O nedenle de başlıktaki sorunun doğru yazılışını, sorulması gereken asıl soruyu kaydedelim: Hiç şehrimiz oldu mu bizim?

Neden ve nasıl bu hale düştüğümüzü tartışmak gerekiyor. Yetkililer, sorumlular, yönetenler, binaları yapanlar, yapımına onay verenler, oralarda yaşayanlar vs’den bağımsız olarak tartışmak gerekiyor yıkımı ve ölümü.

Yirmi gündür süregiden deprem fırtınasının merkez üssünden dolayı olsa gerek, o gün – bugün o ağıt, halkın soruya dönüştürdüğü o çaresiz isyan yankılanıp duruyor kulaklarımda: Maraş Maraş derler/ Bu nasıl Maraş/ Al kızıl kan içinde/ Can veren kardaş

MARAŞ NE ZAMAN, NASIL, KİMLER TARAFINDAN YIKILDI

Afetten öte taammüden ölüm ve yıkıma dönen, on şehre yayılan 6 Şubat 2023 depremi Maraş’ın yakın tarihteki ikinci yıkılışı, ikinci ölümü. İlki 45 yıl önceydi, 1978’de. Türkiye’nin bugününü hazırlayan ilk büyük kitle katliamının, iç savaş provası ve üzerine inşa edilecek faşist diktatörlük hamlesinin, en olmadı askeri darbeye zemin hazırlama çalışmasının merkez üssüydü Maraş.

Şehir, 19-26 Aralık 1978 tarihlerinde bir hafta boyunca “Allah için savaşa” sloganıyla teslim alınmıştı. Önceden belirlenmiş yüzlerce ev, işyeri ateşe verilmiş, yağmalanmış, resmi kayıtlara göre 111 kişi öldürülmüştü. Hastaneye kaldırılan yaralılar dahil…

Yargılama sürecinde, davanın müdahil avukatlarından üçü farklı tarihlerde, neredeyse düzenli aralıklarla peş peşe öldürüldü. Katliam sanıklarından biri, Kengerler olan soyadını sonradan değiştirerek parlamentoya girdi, milletvekilliği yaptı. Maraş yakılıp yıkılırken mevcut iktidarın da yıkılması, kendisine yer açılması hesapları yapan dönemin ana muhalefet lideri Süleyman Demirel'in o tarihte kendisine soru yönelten gazetecilere yanıtı açık ve netti: “Bana, 'Sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor' dedirtemezsiniz.”

Hiçbir şey ve hiç kimse ona “sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor” dedirtememişti. Tersine, “tesbih çeken elle tetik çeken eli aynı tutmam” diyecekti. Sonraları, 1991’de “duvarları şeffaf karakol” vaadiyle yeniden iktidara tırmandı. Oradan da cumhurbaşkanlığına… Tesbih çekenler 1990’larda yerel yönetimlerden başlayarak iktidar sahibi olurken, 1978 Maraş katliam ve yıkımının Şeytan Ayetleri romanından Pir Sultan’a uzanan fevkalade post post tahrikiyle yeniden ateşlendiği 2 Temmuz 1993 Sivas yangınındaysa Demirel, Çankaya Köşkü’ne henüz yerleşmekteydi.

Tesbih çekenlere karşı “balans ayarı” için başkent Ankara’nın ilçesi Sincan’da tanklar yola çıkarılırken, iktidar balansına uzanan 28 Şubat 1997 MGK’sına başkanlık eden de yine aynı Demirel’di.

Sonuç – özet: İktidar her şeydir, tesbih terk edilebilir. Şehrin ölümüne giden yolda bunlar da var demekle yetinelim şimdilik.

ŞEHİR HAVASI NİZAMI DA BOZAR, İNSANI DA

28 Şubat postmodern darbesi, Milli Nizam Partisi’nden başlayarak yaklaşık 30 yılı bulan ve Necmettin Erbakan’la simgeleşen Milli Görüş hareketinin sonunu getirdi. Yerelden merkezi iktidara uzanma süreci, hareketi kitleselleştirirken dönüşüme uğratmaktaydı zaten. İktidar ve kitleselleşme, siyasal-ideolojik-dinsel ifadelerden, inanç ve güdülerden çok daha somut, maddi temellere; ekonomiye dayanıyordu. Bu somut ve hayati kazanım, hiçbir şekilde terk edilebilir değildir. Nihayetinde, Milli Görüş partisi de son durakta Refah adını taşıyor, refah vaat ediyordu.

Maddi refah, manevisini de getirir. 

Sonuçta Milli Görüş gömleği çıkarıldı. Refaha, murada, saadete, iktidara erildi adalet ve kalkınma için, daha çok refah için. Askerlerin “bir asır sürecek” dediği 28 Şubat’ın defteri dürüldü. Sadece o değil, içinde ne olup ne olmadığına bakmaksızın neredeyse bütün defterler dürüldü, çöpe atıldı. Betona gömüldü, görünmez kılındı, ölüme mahkûm edildi.

Defter öncesi kil tabletin, yazının doğum yeri, ana rahmi şehrin betona gömülerek öldürülmesi kaza ya da rastlantı değildir. Çünkü 2500 yıl öncesinden; Aristo’nun veciz ifadesinden beri biliniyor: “Bir şehir farklı tür insanlardan oluşur; benzer insanlar bir şehir meydana getiremezler.”

Çünkü, her şeyin din üzerinden anlaşılıp anlatıldığı, düzenlenip yaşandığı Ortaçağ zamanlarında dahi, dünya devleti Roma’ya “barbar aşısı” yapan Germenler idrak etmiş, ifade etmişlerdi: “Stadtluft macht frei.” Türkçe söyleyelim: Şehir havası özgürleştirir.

***

Tüm bunlar doğrultusunda bakıldığında, İslamcı düşüncenin ilk temsilcilerinden Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’na nakşettiği “‘Medeniyet!’ dediğin tek dişi kalmış canavar” dizesi laf olsun diye konulmamıştır oraya.

Aristoteles’in işaret ettiği üzere çeşitlilikler, farklılıklar üzerine inşa olur şehir ve “medeniyet”. “Kozmopolit” denen hal ve durum ise “cemaat”i aşar. O nedenle sadece şehir değil, Germenler’in atmosferinin dahi yaratacağını ifade ettiği “özgürleşme”, cemaat düşüncesi için baştan çıkma, yoldan çıkma, bozulmadır.

Bozgun kaynağı olarak şehir ve şehirlilik ilişkisinin erken zamanlardaki ifadesi için İbni Haldun’un 1377 tarihli kitabına, Mukaddime’ye bakılabilir: “Şehir ahalisi her çeşit lezzetler, bolluk ve genişlik içinde yaşamaya alıştığı, dünyanın ve kendi arzu ve heveslerinin düşkünü oldukları için şehirlilerin fena ve bozuk birçok huy ve kötülükleriyle nefislerini lekelerler.”

İbni Haldun, “medeniyet”in doğuşunu bunun üzerinden formüle eder. Dünya malına, “nefis ve arzularının sebep ve vasıtalarına ve dünya lezzetlerinden hiçbirine ve sebeplerine” meyletmeyen, bu nedenle “yüksek asabiyye”; topluluk -cemaat- ruhu, onuru, dayanışması, üstünlük duygusu, kazanma güdüsü taşıyan “bedeviler”, kabileler, hazarilere, gevşek – sefih şehirlilere egemen olurlar.

Ama bu egemenlik, somut tarihte, hal ve durumda görüldüğü üzere, Şehrin Ölümü olarak tecelli ediyor.

***

Tarihin mi, zamanın mı, şiirin mi ironisi, bilinmez, Şehrin Ölümü’nü yazan, yine bir Maraşlı: Erdem Bayazıt. Yazıldığı tarih ve yer de ironiye dahil: 1968, İstanbul.

Yedi Güzel Adam anlatısının önde gelen aktörlerinden Bayazıt’ın adıyla da zamana, hale serzeniş taşıyan Sebeb Ey kitabının ikinci şiiri Şehrin Ölümü. Yedi alt başlık taşıyan uzun şiirin ilk iki bölümünü alıyorum buraya

ŞEHRİN ÖLÜMÜ

giriş

Duvarlar çıkıyor önüme

Şehrin mahpus yüzlü duvarları

Hiçbir sır kalmamış ardında hiçbir duvarın

Nereye gitti diyorum benim elbisem nerede

Şehir soyunmuş diyor biri

Şehrin elbisesini çalmışlar

Bütün şehir çöküyor yüzünde bir insanın

Şehir boğuluyor içinde insanların kan gibi bir sesle

Mor bir kâbus çöküyor üstümüze

Parkta son ağaç da ölüyor intiharı hatırlatan bir ölümle

veda çizgisi

Kalabalık toplanıyor büyük meydanlara

—Aşka veda

İnsanlar geçiyor yollardan

—İnanca veda

Şehir kapanıyor içine

—Toprağa veda

Dolaşıyor bir heykelin taştan eli üstlerinde insanların

Kuşlar göç ediyorlar bulutlar göç ediyorlar

"Yüzünde son gülümseme kaybolurken çocukların"

—İnsana veda

***

Şiirin son dizesi, adına yaraşır bir bitişi söylüyor:

Şehir bir mahşer gibi içimizde ölür.

Düzelterek noktalayalım: Şehir ölmez, öldürülür. Ölülerimizi, şehir, uygarlık, insanlık katliamını konuşmaya devam edeceğiz.