Solksjær ve Manchester’da zaman
Bundan 25 yıl önce United bambaşka bir kulüptü. Takımın dizginleri sorunlu bir Fransız yıldızın elindeydi; savunmaya boyu 1.90’dan uzun, ağır ama savaşçı bir İngiliz liderlik ediyordu; hücumda Karayip kökenli genç forvetten büyük beklentiler vardı; kulübede ise her gole çocuk gibi sevinen bir hoca duruyordu…
Manchester United üç hafta önce teknik direktör Ole Gunnar Solksjær’in sözleşmesini 2024 yılına kadar uzatarak 48 yaşındaki Norveçli hocayı, kulüp tarihinin üçüncü büyük teknik direktörü yapma niyetini açıkça ilan etti. Beklentilerin karşılanıp karşılanmayacağını zaman gösterecek. Post-endüstriyel futbolda her şeyin ömrü kısa, ama Manchester’da zaman biraz farklı işliyor…
HOCANIN ÖMRÜ…
1950’li yıllarda İngiltere’deki bir teknik direktörün bir takımdaki ortalama görev süresi 1500 ila 2000 gündü. Şimdilerde bu süre 500 günün altında. Dünyadaki her şey hızlanırken, istikrara vurgu yapan geleneksel söylem karşı örneklerle aşınıyor. Örneğin 2003 yılında Abramoviç’in satın aldığı Chelsea, o günden beri ülkenin en çok hoca değiştiren ve en başarılı olan kulüplerden biri. Yani başarıya farklı yollardan gidilebiliyor. Üstelik bugün yeni bir hoca aynı zamanda yeni transferler, dolayısıyla yeni komisyonlar ve yeni mali köpükler anlamına geliyor. Dahası, sosyal medya çağında taraftarın sürekli aksiyon çağrısına cevap vermenin hâlâ en ucuz yolu teknik direktör değişikliği. Kısacası, bu devridaim anlaşılmaz değil.
Öte yandan istikrar konusunda özel bir hassasiyeti olan, kültürünü devamlılık üzerine inşa etmekle övünenler de var. Elbette ilk akla gelen Manchester United. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, bir takımın başında en uzun süre kalmış hocalar listesinde iki United efsanesi yer alıyor: Alex Ferguson üçüncü, Matt Busby ise yedinci sırada.
İSKOÇLAR VE AMERİKALILAR
Busby futbolda erken modern dönemin büyük hocalarındandı; United tarihindeki en büyük trajedi (1958’de Münih’te yaşanan, 8 oyuncu ve teknik ekipten 3 kişinin hayatını kaybettiği uçak kazası) ve en büyük başarı (İngiliz kulüplerinin ilk Kupa 1 zaferi olan 1968 Şampiyon Kulüpler Kupası) onun döneminde yaşandı. İskoç teknik direktörün ayrılmasından sonra büyük bir boşluk oluştu ve kulüp yıllarca yeni bir Busby aradı. Bu süreçte gelip geçenler hep onun gölgesinde kaldı, hatta bu dev gölgeden korkup kaçtı. Ama United’ın arayışı sürdü ve bir gün başka bir İskoç çıkageldi. Aberdeen’in başında üç kez İskoçya Ligi, bir kez Kupa Galipleri Kupası şampiyonluğu yaşamış, 44 yaşındaki Ferguson biraz farklıydı. Herkesin kaçtığı Busby’ye yaklaştı, onu dinledi. Kendine has kusursuz pragmatizmiyle, hem taktik adaptasyon açısından harikalar yarattı, hem de bir kadronun ne zaman miadını doldurduğu ve değişmesi gerektiği konusunda benzersiz bir önsezi geliştirdi. 26 yılda 13 Premier Lig, 5 Federasyon Kupası ve iki Şampiyonlar Ligi zaferi kazandı.
Ferguson 2013’te emekliye ayrıldığında, yerini doldurmanın zorluğu sadece sahadaki başarılarından kaynaklanmıyordu. 2005 yılında kulübün Malcolm Glazer tarafından satın alınması gelenekçi taraftarın ciddi tepkisi çekmiş, hatta Amerikalı United fikrine tahammül edemeyenler FC United of Manchester adında yeni bir amatör kulüp kurmuştu. Yine de tepkilerin ölçeğinin belli bir seviyede kalmasını sağlayan kişi Alex Ferguson’dı. Taraftar ile yönetim arasında bir şekilde tampon rolü oynayarak, kulübün hâlâ o eski United olduğunun teminatı olarak görülmüştü. Gidişiyle birlikte futbol dünyasının United algısında da bir vakum oluşabilirdi.
Bu yüzden yönetim Ferguson’a kulak verdi ve halefi olarak şaşaalı isimler yerine efsane hocaya benzer bir profil olarak görülen bir başka İskoç’a, David Moyes’a yöneldi. Ama Moyes United seviyesine cevap veremedi. Geçici görevli Giggs’in ardından “büyük” Amerikan modeline meyledildi. Van Gaal dönemi tam bir uyumsuzlukla, Mourinho dönemi ise kısmi başarılara rağmen büyük bir mutsuzlukla geçti. Bu yöntemin çare olamayacağı apaçık ortadaydı. 19 Aralık 2018’de ise yine geçici olarak Ole Gunnar Solksjær göreve getirildi.
BİR HOCANIN İNŞASI
Solksjær oyunculuk günlerinde attığı goller (özellikle de 1999 Şampiyonlar Ligi finalinde Bayern’e attığı son dakika golü) sayesinde taraftarın gözdesiydi. Üstelik tıpkı Ferguson’ın Aberdeen’de yaptıkları gibi, o da kendi ülkesi Norveç’te ciddi başarı kazanmış, Molde’ye tarihinin ilk şampiyonluğunu getirmiş, hatta ertesi sene aynı başarıyı tekrarlamıştı. Maliyeti de düşük olduğu için risksiz görünüyordu.
United forması giydiği yıllarda “süper-yedek” kavramıyla özdeşleşen Solksjær, bu özelliğini teknik direktörlük kariyerine de taşıdı. Kulübeye sezon ortasında gelerek takımın başında çıktığı ilk 19 maçın 14’ünü kazandı ve kalıcı kontrat almayı başardı. Takım 66 puanla altıncı olmuştu, ama ümit veren işaretler vardı. İkinci tam sezonunda aynı puanla üçüncü olsa da ezeli rakipler Manchester City ve Liverpool ile aradaki farkın açıldığı ortadaydı. Son yirmi beş yılını “istikrar” kavramı üzerine kurmuş United, iki ileri bir geri skorlarla boğuşuyordu. Solksjær’in “büyük maç” planları takdir topluyor, ama hücum üretkenliğinin sadece geçiş oyununa bağlı olması eleştiriliyor, bu yüzden geride bekleyen zayıf rakiplere karşı skor alamamakla suçlanıyordu.
Geçen sezon da benzer şekilde, biraz bulutlu başladı. United’ın ekim ayında Tottenham’a Old Trafford’da 1-6 kaybetmesi, ardından Şampiyonlar Ligi’nde grupta üçüncü olarak yola ancak Avrupa Ligi’nde devam edebilmesi, karşı sesleri yükseltti. Taraftar Solksjær’i hâlâ seviyordu, ama galiba olmayacaktı.
İşte tam bu noktada kulüp hafızası devreye girdi. Matt Busby ve Alex Ferguson ilk lig şampiyonluklarını göreve geldikten 7 yıl sonra kazanmış, ilk Federasyon Kupası içinse biri 3, diğeri 4 yıl beklemişti. Demek ki United doğru kişiyi bulduğuna inandığı anda sabır gösterebilirdi. Alex Ferguson, Gary Neville, Patrice Evra gibi efsaneler Solksjær’i destekledi. Bu kolektif ısrar sonucunda Solksjær görevde kaldı ve ligi ikinci tamamladı, Avrupa Ligi finalini penaltılarla kaybetti. Üç hafta önce ise kontratı Temmuz 2024’e kadar uzatıldı. Sözleşmesini tamamlarsa, modern dönemde Busby ve Ferguson’dan sonra takımın başında en uzun süre kalan isim olacak.
KÜLTÜRÜN GETİRDİKLERİ
Solksjær’in “harcanması” için birçok fırsat doğmuştu, ama yönetim onu görevde tutmayı tercih etti ve kulüp Norveçli hocayı neredeyse zorla biçimlendirdi. Bugünlerde çizdiği profil Ferguson’a gitgide daha çok benziyor. Gösterilen kararlılığının sebebi Glazer’ın ve idari kadronun muhteşem insanlar ve harika yöneticiler olması ya da United’ın değerlerine her şeyin üzerinde tutmaları değildi. Kültür, gerçekten organik bir şekilde oluşmuşsa parayla satın alınması kolay olmaz ve direnir. Solksjær’in United’daki hikâyesi Amerikalılar sayesinde değil, onlara rağmen devam etti. Van Gaal ve Mourinho rotasından ilerleyemeyeceklerini, United’ın başka türlü bir şeye ihtiyacı olduğunu anlamışlar, daha doğrusu, anlamak zorunda kalmışlardı. Diğer zengin kulüplerden farkları buydu.
Bu fark önemsiz değil. Paris Saint-Germain, Manchester City ve Chelsea gibi “yapma” elitlerle, yine yabancı sermayenin elinde bulunan United, Liverpool ve Arsenal arasındaki nüans burada yatıyor. Bir gün Katarlılar sıkılıp PSG’yi satarsa ne olacağı belli değil, ama United gibi örneklerde eski hocalar, eski oyuncular ve taraftarlar, kökleri hatırlatan simgeler olarak durduğu sürece, kulübün milyarder oyuncağı haline gelmesi o kadar da kolay olmuyor. O güne kadar biriktirilenler, gün gelip “kötü ellere” geçtiğinizde bile un ufak olmanızı önleyen bir kalkana dönüşebiliyor.
Her şeye fiyat biçilebilen bir çağda, elinizde kimsenin sizden satın alamayacağı bir şeyler kalması, hâlâ tutunacak bazı anlamlar olması önemli. Elbette bu bir zafer anlatısı değil. Neticede United hâlâ Amerikalıların elinde ve her hoca gibi Solksjær’in de beş mağlubiyetlik ömrü var. Ama tam da bu yüzden dayanaklar kıymetli. Küreselleşme, görüldüğü üzere, dünyaya refahı ve mutluluğu değil felaketleri yayıyor. Üstelik daha zengin ve ileri ülkelerdeki sorunlar, daha yoksul ve geri olanlarda dev felaketlere dönüşüyor. Mesela Türkiye’de yarın öbür gün kulüpler borçlarını yönetemediği için “sahiplik” sistemine doğru bir adım atılır, Orta Doğu sermayesi üç büyükleri kurtarmaya ve “paralamaya” kalkarsa, bu dayanağın ne kadar mühim olduğunu birinci elden tecrübe etmek zorunda kalabiliriz. Elde kültürel bir birikim olmazsa, kulüplerden geriye kalan son kırıntıları da “melek yatırımcılar” süpürüp gider.
GELECEĞE DÖNÜŞ
Solksjær muhteşem bir hoca değil. Guardiola, Tuchel veya Klopp gibi bir “taktik deha” sayılamayacağı açık. Ferguson da değildi. United’ın büyük hocaları daha ziyade zaman kavrayışları, oyuncu yönetimleri ve adaptasyon becerileriyle öne çıktılar. Busby Münih faciası sonrası sıfırdan yeni bir takım kurup zirveye ulaştı. Ferguson beş senede bir yeni döngülerle ekibini yeniledi. Solksjær en sorunlu günlerde bile birçok problemli figürün bulunduğu takımdan çatlak sesler çıkmamasını sağladı. Oyuncuları birbirine yakın tuttu. Tıpkı Ferguson’ın Busby’den kaçmadığı gibi, o da Ferguson’dan kaçmadı ve ilk günden beri eski hocasının deneyimlerine kulak veriyor.
United yeni sezona iki önemli transferle – Jadon Sancho ve Raphael Varane – başladı. Geçen seneki ilk 11’yle çıktığı ilk hafta maçında taraftarının önünde Leeds’i 5-1 mağlup ederek görkemli bir açılış yaptı. Skor gösterişli olsa da sürpriz değildi; geçen sezon da aynı maçı 6-2 kazanmışlardı. Ama taraftarın geri döndüğü Old Trafford’da farklı bir hava var.
Takım sorunsuz değil. Maguire hâlâ çok yavaş, tek güvenilir santrfor Cavani çok yaşlı; Pogba bir hafta dünyanın en iyi oyuncusuyken, sonraki hafta sahadaki hayalet olabiliyor. Rakip sahaya yerleşip pozisyon üretme alışkanlığı yerleşmiş değil. United’ın şampiyon olması zor; City’nin çıktığı seviye ve oluşturduğu kadro ortada. Chelsea yükseliyor, Liverpool belki en yüksek noktasını gördü ve düşüşte, ama oyun yoğunluğunu belli seviyede tutabilen bir takım. United’ın şampiyon olması zor, ama Ferguson gittiğinden beri belki de ilk kez gerçekçi bir ihtimal var. Şu anda Solksjær’in önündeki büyük sınav, bu yüksek beklentiyi yönetmek olacak. Bu sezon bir kupa kaldırırsa her şey çok daha kolay olur.
Bundan 25 yıl önce United bambaşka bir kulüptü. Takımın dizginleri Cantona adında sorunlu bir Fransız yıldızın elindeydi; savunmaya Pallister adlı 1.90’ın üzerindeki boyuyla ağır ama savaşçı bir İngiliz liderlik ediyordu; forvette Karayip kökenli genç santrfor Andy Cole’dan büyük beklentiler vardı; kulübede ise sürekli sakız çiğneyen, her gole çocuk gibi sevinen, çok mu zeki yoksa çok mu saf olduğunu asla belli etmeyen, Alex Ferguson diye kurnaz bir adam oturuyordu. Bugün her şey değişti. Takımın dizginleri Pogba adında sorunlu bir Fransız yıldızın elinde; savunmaya Maguire adlı 1.90’ın üzerindeki boyuyla ağır ama savaşçı bir İngiliz liderlik ediyor; forvette Karayip kökenli genç santrfor Rashford’dan büyük beklentiler var; kulübede ise sürekli sakız çiğneyen, her gole çocuk gibi sevinen, çok mu zeki yoksa çok mu saf olduğunu asla belli etmeyen Ole Gunnar Solksjær diye kurnaz bir adam oturuyor. Galiba Manchester’ın kırmızı tarafında zaman ilerlemiyor, dönüyor. İlerlemenin yönü böylesine belirsizken, bu o kadar da kötü bir şey olmayabilir…