Soru sormayı bilmek: Bizde röportaj geleneği
Röportajcı en fazla küçük notlar tutar veya eski püskü bir kayıt cihazına duyulur duyulmaz sesler, kırık ezgiler, maniler kaydederdi. Böylesi işlerde maharet, araya mesafe koymadan ve alet edevatın yarattığı tedirginliği bertaraf ederek bir süreliğine muhatabının dünyasına dahil olmaktı. Yaşar Kemal röportajları sırasında not alır ve kayıt tutarsa, "Yazıcı olduğunu, salt onların yaşamına yazıcı olarak katıldığını unutamayacağını" ve bunun da yaptığı işe halel getireceğini ima ediyordu.
Ahmet Tulgar’ın anısına…
Röportaj bir edebi tür mü, yoksa gazetecilikte bir uzmanlık alanı mı? Bu hep tartışma konusudur. Bana göre “iyi” bir röportaj edebi tad verir. Özellikle röportajı yapan iyi hazırlanmışsa, muhatabı bir soruya yanıt verirken ona yönelteceği sonraki soruya odaklanmak yerine yanıtı dinleyip oradan yeni soru çıkarmayı becerebiliyorsa… Yani muhatabını yormadan, incitmeden fakat ona taviz de vermeden “konuşturabiliyorsa”. Ne kadar birikimli olursa olsun, soruları ne kadar iyi seçilmiş olursa olsun, herkes karşısındakini dile getirmeyi beceremez, malum. O sebeple gazetecilik mesleğinde iyi röportajcı zor bulunur ve baş tacı edilir.
Röportajı yapacak olanın muhatabının karşısına geçmeden önceki hazırlığı ve röportaj bittikten sonraki sunumu röportajın lezzetini arttırır. Bu hazırlığı ve sunumu yapabilmek için belli bir entelektüel birikime sahip olmak, gündemi takip etmek, özgüvenli ve kalemi kuvvetli olmak mühimdir. O sebeple rüştünü ispat etmiş yazarlar aynı zamanda başarılı röportajcılardır. Hemen Suat Derviş’i, Yaşar Kemal’i, Fikret Otyam’ı hatırlatmak isterim. Derviş’in “Çöken İstanbul”; Yaşar Kemal’in “Bu Diyar Baştanbaşa” ve Otyam’ın “Gide Gide” serileri türlerinin en iyi örneklerindendiler. Toplumsal sorunlara işaret eden veya Anadolu insanının yaşantısına tanıklık eden metinlerdi. Çarpıcı fotoğraflar eşliğinde yayımlandıklarında onlarca etnografik araştırmaya veya sosyolojik analize bedeldiler. Akademik çalışmalardan farklı olarak da geniş bir kamuya hitap ediyorlar, iyileştirici politikalar üretmek için uyaran özelliği taşıyorlardı.
Anadolu’dan insan manzaralarını, bazen kültürel çeşitliliği, çoğunlukla da yoksulluğu, umarsızlığı sergileyen röportaj yazarları adlarını duyururlarken, Demokrat Parti iktidarının hüküm sürdüğü 50’lerde önce İstanbul’u, sonra da başka büyük şehirleri teslim alan Amerikanlaşmanın etkisiyle Beyoğlu muhabirliği de yükseliyordu. Peki neydi Beyoğlu muhabirliği? Yasama-yürütme-yargı kurumlarının, yani Meclis’in, vekaletlerin, parti genel merkezlerinin, Yargıtay’ın, Sayıştay’ın, büyükelçiliklerin, bürokrasiyi temsil eden haber kaynaklarının herc-ü merc olduğu Ankara, gazeteciliğin membaıydı. İstanbullu gazetecilerin ulaşabilecekleri en üst düzey haber kaynağı ise valiydi. Ankaralı gazeteciler bunu hep akıllarında tutar, zengin haber kaynakları ve bunlardan oluşturdukları içeriklerle övünürler, İstanbullu meslektaşlarına yeri geldiğinde nispet yaparlardı. Fakat İstanbul dünyanın gözünde ekonomik ve kültürel bakımdan fiili başkent olarak varlığını sürdürdüğü ve doğal/tarihi değerleri ile çekim merkezi olduğundan ünlü yıldızların, sporcuların, yazarların, iş dünyasının istilasına uğrardı. Tüketim kültürünün ve gündelik yaşamın Amerikan yaşam tarzına öykündüğü 50’lerde, gazete ve dergilerin siyasetten arta kalan sayfalarını, hatta İstanbul Hilton Oteli’nin açılması gibi olağanüstü durumlarda ilk sayfaları bu yabancı misafirler hakkındaki haberler ve daha çok da onlarla yapılan röportajlar işgal ederdi. Haliyle bu sayfalar okurdan daha fazla ilgi görürdü. Uzmanlık alanı, şehrin kalbi olan Beyoğlu’nda konaklayan, sosyalleşen, eğlenen ünlüler olan gazetecilere de Beyoğlu muhabiri denirdi.
Kimler yoktu ki bu muhabirler arasında: Abdi İpekçi, Metin Toker, İzzet Sedes, Altemur Kılıç, Celalettin Çetin, Hıfzı Topuz, Esin Talu Çelikkan, Azize Bergin, Leyla Umar. Yaşar Kemal, Fikret Otyam ve Suat Derviş gibi gazeteci-yazarların İstanbul’un kenar semtlerindeki yoksullar ve Anadolu’nun kavruk insanlarıyla yaptıkları röportajların, bu isimlerin kraliyet ailesi mensupları veya Hollywood yıldızlarıyla yaptıklarından daha hayret uyandırıcı olduğuna şüphe yok büyük şehirlerdeki modern yaşam tarzına uyum gösteren okurlar için.
KAYIT ALMAMAKTAN VİRGÜLÜNE DOKUNMAMAYA
Kırklar’da, Elliler’de yoksul mahallelerinde, mağara evlerde, ücra köylerde, yörük obalarında, göç yollarında yapılan röportajların sosyal bilimlerde katılımlı gözlem olarak anılan saha çalışmalarına benzeyen deneyimler olduğunu söylemiştim. Röportajcı en fazla küçük notlar tutar veya eski püskü bir kayıt cihazına duyulur duyulmaz sesler, kırık ezgiler, maniler kaydederdi. Böylesi işlerde maharet, araya mesafe koymadan ve alet edevatın yarattığı tedirginliği bertaraf ederek bir süreliğine muhatabının dünyasına dahil olmaktı. Misal, Yaşar Kemal 2016 yılındaki bir söyleşide, röportajları sırasında not alır ve kayıt tutarsa, “Yazıcı olduğunu, salt onların yaşamına yazıcı olarak katıldığını unutamayacağını” ve bunun da yaptığı işe halel getireceğini, karşı tarafı da ürküteceğini ima ediyordu. Muhatabıyla hemdert olmak, ona benzer bir geçmişten gelmekle mümkün oluyordu. Yaşar Kemal’in politik duruşuyla da örtüşüyordu.
Zamanla etnografik denebilecek bu yaklaşımın yerini “virgülüne dokunmadan” türü röportajlar alacaktı. Yine önceli gibi samimiyet, sahicilik, inandırıcılık iddiası taşıyan bu tür, 80’ler ve 90’larda yaygınlaştı. Politik baskılar ve ahlaki normların sınırlarını çizdiği otosansür ve sansüre meydan okuma sayılıyordu virgülüne dokunmadan yayınlandığı iddia edilen röportajlar. Sorular cüretkardı. Yanıtların büyük bölümü de sansasyon yaratacak ifadeler, yorumlar, çarpıcı hayat hikayelerinden oluşuyordu. 12 Eylül’ün basın üzerindeki baskısının büyük ölçüde azaldığı ve gazete-dergi sayısının arttığı bu dönemde röportaj türü altın çağını yaşadı. 90’larla birlikte hem TRT, hem de özel televizyon kanallarına da sirayet edecekti röportaj odaklı programlar.
Bu dönemde röportajcılar kadar röportajın ağırlıkta olduğu yayınlar da arttı. Nokta, Tempo, Kadınca, Erkekçe, Blue Jean gibi dergilerin çarpıcı konukları ve röportajları çok ses getirmişti. Dönemin muhafazakarlığıyla maruf TRT Genel Müdürü Tunca Toskay erotik fotoğraflarla dolu bir erkek dergisine röportaj verirken, taze Başbakan Süleyman Demirel, kadınların da orgazm olma hakkı bulunduğunu savunan Kadınca’ya konuşuyordu. Bu tür içeriklerin ilgi çekmesi neticesinde Nokta İnsanlar gibi röportaj dergileri bile yayımlandı. Röportaj için seçilen isimler kadar onlara sorulan sorular da dikkat çekiciydi. Kimlikler siyasetinin, feminizmin, liberal politikaların yükselişiyle birlikte etnik kimlikler, dini ve politik aidiyetler açık edilmeye, mahrem sayılan mevzular dillendirilmeye, cinsellik normalleştirilmeye ve hatta cazibe odağı haline getirilmeye başlandı. Siyasetçilerle, bürokratlarla, yazarlarla, sanatçılarla, usta gazetecilerle yapılan röportajlar, kayda değer sorulara etraflı ve derinlikli yanıtların alındığı metinlerdi çoğunlukla. Kadınca’da Duygu Asena da röportajcılığını konuşturan söyleşiler yapıyordu. Külyutmaz ve meydan okuyucu tarzıyla, “taşı nasıl da gediğine oturttu” dedirten, karşılıklı sohbet havasında röportajlardı bunlar. Benzer biçimde Yalçın Pekşen, Celallettin Çetin de dönemin röportaj ustalarıydılar.
TELE RÖPORTAJ
Televizyon yayınlarının özelleşip çeşitlenmesi, televizyon röportajcılığı diye adlandırılabilecek bir türü yarattı. Göze de hitap etmeyi, dikkati uzun süre uyanık tutmak için bin bir numara çevirmeyi gerektiren bir türdü bu. Kanallar arası rekabette bu tür programların izlenebilmesi için ilgi çekici konuklardan başlamak üzere, çarpıcı bir dekor, kılık-kıyafet, ajitatif sorular ve tabii yine ajitatif cevapların garanti olması gerekiyordu. Cem Özer’in Laf Lafı Açıyor’u ve Rüstem Batum Show bu türün iyi birer örneğiydi. Ahmet Altan ile Neşe Düzel’in uzun süre devam ettikleri Kırmızı Koltuk da siyasi içeriği ağır basan röportajlar dizisi olarak anılmayı hak ediyor.
Daha sonra gazete-dergi ve televizyon röportajcılığında tiraj/rating yapmanın yolu, cinsellikten bahsetmenin cüretkarlığın tek kriteri haline geldiği, röportajı yapanın popülaritesi, tavırları, özel hayatı ile röportaj yapılanın önüne geçtiği, sansasyon yaratarak ünlenen magazin figürlerinin konuk olarak çağrıldığı içerikler üretmekten geçer oldu. Bunu, eğlence endüstrisine üretilen içerikleri, onların yıldızlarını ve bu içeriklerin yayınlandığı kanalları parlatacak promosyon niteliğindeki ısmarlama söyleşiler takip etti.
Sosyal medyanın geleneksel medyanın yerini aldığı bugünlerde, röportaj deyince küçüklü büyüklü haber portallarında veya youtube kanallarında yayınlanan sokak röportajları akla geliyor artık. İkinci tür röportajların iyi örnekleri yurttaş gazeteciliği kapsamında değerli. Fakat insan nerde o eski röportajcılar, mesela Hızır Tüzel, Nuriye Akman ve tabii Ahmet Tulgar diye düşünmeden edemiyor.
Funda Şenol Kimdir?
Doğma büyüme Ankara'lı. Ama aslen Niğde'li. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde okurken basın sektöründe çalıştı. Mezun olunca akademisyenliğe geçiş yaptı. 1994-2010 yılları arasında Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde, 2010 yılından, 686 No'lu KHK ile ihraç edilene kadar Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde çalıştı. Kent sosyolojisi, kent tarihi, toplumsal cinsiyet, basın tarihi çalışma alanlarıdır. İletişim Fakültesi ve Kadın Çalışmaları Programı'nda lisans, yüksek lisans ve doktora dersleri verdi. Yabanlar ve Yerliler: Başkent Olma Sürecinde Ankara (İletişim Yayınları, 2003); Sanki Viran Ankara (der), (İletişim Yayınları, 2006); Cumhuriyet'in Ütopyası: Ankara (der) (Ankara Üniversitesi Yayınevi, 2011); Kenarın Kitabı (der) (İletişim Yayınları, 2014) ve İcad Edilmiş Şehir: Ankara (der) (İletişim Yayınevi, 2017) adlı kitapları, çalışma alanlarında çok sayıda makalesi, araştırması bulunmaktadır. Şehirleri keşfetmeyi, sokaklarda yürümeyi, fotoğraf çekmeyi, arşivlerde eşelenmeyi, okumayı sever. Tuna'nın annesidir.
Batının vaatkar bedeni: Baraj Gazinosu’nun Avrupalı artistleri 04 Ekim 2024
Dişil enerji dedikleri ne ola ki? 20 Eylül 2024
Annemin karnıyarık tenceresi 30 Ağustos 2024
Olimpiyat Oyunları spordan başka her şey mi? 16 Ağustos 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI