Sosyalbilimci Aslı Odman: Salgın, var olan sosyo-mekansal eşitsizlikleri görünür kıldı

İSİG Meclisi'nin 2020 yılı raporuna göre geçtiğimiz yıl iş cinayetlerinde ölen en az 2427 işçinin 741'inin ölüm sebebi korona virüsü. Salgının İstanbul'da yoğunlaştığı bölgeleri inceleyen Sosyalbilimci Aslı Odman, sosyo-mekansal eşitsizliklerin görünür hale geldiğini ve Bakanlık tarafından açıklanan verilerin salgın politikası geliştirmek için yetersiz olduğunu belirtti.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 2020 yılında yaşanan iş cinayetleriyle ilgili raporunu geçtiğimiz haftalarda yayınladı. Geçtiğimiz yıl en az 2427 işçinin iş cinayetlerinde öldüğü belirtilen rapora göre ölümlerin yüzde 31’i korona virüsü (741 kişi), yüzde 16’sı trafik ve servis kazası, yüzde 12’si ise ezilme ve göçük nedeniyle meydana geldi. En çok iş cinayetinin yaşandığı şehir olan İstanbul’da (325 kişi) salgının yayılmasını sosyo-mekânsal açıdan inceleyen Sosyalbilimci ve İSİG Meclisi İstanbul Gönüllüsü Aslı Odman ile rapordaki yazısı üzerine konuştuk. 

Yazınızın girişinde ‘muhtaç bedenler’ diye bir kavram kullanıyorsunuz. Bu kavramı açabilir misiniz biraz, muhtaç bedenler neyi ifade ediyor? 

Aslı Odman

Burada muhtaç bedenler ve çalışan bedenler arasındaki zıtlık üzerinden çalışan insanların ve çalışma yerlerinin görmezden gelinmesini ve bütün pandemi politikalarından dışlanmasını ifade etmek istedim. Biliyoruz ki salgın gibi yoğunluk, sıkışıklık ve havasızlık ile yayılan bir durumda en önemli bulaş yeri çalışma mekanlarıdır. SGK’nın verilerine göre İstanbul’da kayıtlı çalışan 5 buçuk milyon insanın yüzde 40’ı, en az 50’den fazla işçinin yan yana bulunduğu iş yerlerinde çalışıyor. Hayatını idame ettirmek için çalışması gereken bu insanlar yokmuş gibi düşünüldüğünde ortada yardıma, hayırseverlere ihtiyacı olan bedenler kalıyor. Ana akım medyada, siyasetçilerin dilinde, akademik analizlerde sürekli yoksul bedenler, yardıma muhtaç bedenler var. Tanımlanan bedenin, hegemonik paradigmanın ne olduğu çok önemli. Pandemi, bu hegemonik paradigmayı, toplumsal bedenin nasıl tahayyül edildiğini bir kez daha bize hatırlatmış oldu.  

‘SALGIN, VAR OLAN SOSYO-MEKANSAL EŞİTSİZLİKLERİ GÖRÜNÜR KILDI’ 

İstanbul’un mahallelerinin emlak rayiç bedellerinin bulunduğu bir harita ile HES uygulamasındaki vaka yoğunluğu haritasını karşılaştırıyorsunuz. Sizin bulgularınız, salgının mekânsal ve sınıfsal boyutu ile ilgili neler söylüyor?   

Sevgili Murat Tülek ile yaptığımız çalışmada iki tane tezimiz vardı; birincisi bu salgın, var olan sosyo-mekânsal eşitsizlikleri görünür kılmış olmalı. İkincisi de bu eşitsizlikleri derinleştiriyor olmalı. Elimizde İstanbul’da mahallelerin emlak rayiç bedellerini ve hanelerin yaş ortalamasını içeren kıymetli bir iş olan 2018 Kent95 İstanbul haritaları vardı. Bu haritalarla takribi olarak sosyo-ekonomik profile yaklaşıyoruz. Karşılaştırmak için Hayat Eve Sığar (HES) uygulamasından 6 Eylül tarihindeki haritaların ekran görüntülerini aldık. Zaten ekimin sonundan sonra iş çığırından çıktı, her yer kıpkırmızı olduğu için biz bu veriyi kullanamaz hale geldik. Ama 6 Eylül itibariyle hala geçişler gözükebiliyordu.  

Çocuklu hanelerin olduğu ve rayiç bedelin düşük olduğu yerlerde daha koyu bir renk görüyorsunuz. Mesela Beyoğlu’nun Çukur veya Bülbül Mahallesi ile Gümüşsuyu’nu karşılaştırdığımızda birisinin en kırmızı, diğerinin en lacivert olduğunu görüyoruz. Ya da Kadıköy’ün güneyine baktığımızda yüksek rayiç bedel, yaşlı nüfus, evde kalma imkanının olduğu, konut dokusu açısında da sahilde, rüzgârlı bir alanda vaka yoğunluğu düşükken diğer tarafta kuzeyde, 'riskli alan ilanından' nasibini almış Fikirtepe ve Dumlupınar’da vaka sayılarının yüksek olduğunu görebiliyoruz. Bu açıdan sınıfsal harita ile salgın haritalarının bire bir örtüştüğü yerlerden birisiydi. 

Kadıköy'ün 6 Eylül tarihli vaka yoğunluğu ve 2018 yılı rayiç bedel haritaları (Kırmızılar en yüksek, maviler en düşük rayiç bedelli bölgeler)

Sosyal medyada da Şirinevler ve Ataköy arasındaki fark sık sık paylaşılmıştı. 

Evet, mesela çorap, tekstil gibi hafif sanayi imalathanelerinin yoğun olduğu, konutlarla hanelerin iç içe geçtiği, küçük ölçekli, merdiven altı üretimin olduğu Şirinevler ile Ataköy’ün 7. Kısım Mahallesi arasında E-5, bir sosyal bariyer görevi görüyor. Bunların hepsi esasında kentsel dokuya yönelik sadece fiziksel nitelikler değil, aynı zamanda sosyal niteliklerdir. Bir de HES haritaları ile Isparta Üniversitesi Coğrafya Bölümü’nden Kadir Temurçin ve Yolcu Aldırmaz'ın yaptığı İstanbul’da imalat sanayinin 2014 dağılımını gösteren harita ile çakıştırdık. O fay hatlarında korona virüsünün nasıl ilerlediği ile ilgili sorular sorabildik. Tabii ki çalışma mekanlarını imalat sanayi ile kısıtlı tutmamak ve HES uygulamasının meskene dayalı takribi ve tanımlanmamış bir veri verdiğini atlamamak lazım. 

Bakırköy'de bulunan Ataköy ve Bahçelievler'de bulunan Şirinevler semtlerini gösteren harita

‘ESENLER, GÜNGÖREN, BAĞCILAR’IN OLDUĞU BÖLGE BERMUDA ŞEYTAN ÜÇGENİ’ 

Birkaç tane malumun ilamı veri var. Birincisi yoğunluk, bulaş ile sınıf ilişkisi. Aynı mahallenin içerisinde güvenlikli sitelerin olduğu, yani sınıfın içine kapanabildiği, evden çalışma imkanının olduğu, daha az yoğunluklu yerlerle bunların bazen neredeyse duvarlarının dibinden başlayan yoğun yerler arasında vaka yoğunluğu farkı çok net gözüküyordu. Mesela Büyükçekmece Alkent Sitesi ve batısına bakın. İkincisi Avrupa ve Anadolu yakasındaki sanayinin ölçeğinin farklılaşması çok belirgin gözüküyor. Mesela TEM ile E-5 arasında Esenler, Güngören, Bahçelievler, Bağcılar’ın olduğu bölge bir bermuda şeytan üçgeni. Nisan, Temmuz ve Eylül aylarında üç kere inceledik, hiçbir zaman kıpkırmızı olmaktan vazgeçmeyen ada orasıydı. İş yerlerinin, küçük imalathanelerin ve merdiven altı işletmelerin hanelerle, meskenle iç içe geçtiği yerler. Bağcılar’ı düşünün, apartmanın dört katı ev, beşinci katında bir patron 10 işçiyle üretim yapıyor. Buralarda gerçekten salgından korunmak mümkün olmuyor.   

Bir başka mesele de şu; İstanbul’daki lojistik merkezler, antrepolar, depolar, limanlar gibi transfer merkezlerinin çok ciddi risk yarattığını gördük. Mesela Ataköy’de 1. ve 2. Kısım gibi sosyo-ekonomik profil olarak üstte olan yerlerin bile bu tarz bir transfer noktası olması nedeniyle enfeksiyonun yoğun olduğu bir mahalle olmaktan kaçamadığını görüyoruz.  

6 Eylül tarihinde HES uygulamasında Esenler, Güngören, Bahçelievler, Bağcılar’ın olduğu bölge

‘KIRILGANIN KİM OLDUĞUNU BİLMEDEN SALGIN POLİTİKASI YAPAMAYIZ’ 

Çalışmanızda Türkiye’de en fazla vakanın görüldüğü il olan İstanbul’da 4 milyondan fazla işçinin ‘evde kalma lüksü’ olmadığını belirtiyorsunuz. Böyle büyük bir nüfus her gün ‘mecburen’ hareket halindeyken nasıl bir salgın politikası uygulanabilir? 

Salgının başından beri turkuaz, saatli maarif takvimine benzeyen sayfa dışında bir veri paylaşılmadı. Onun da bilimsel kriterlere uymadığını, yolda giderken kategorilerin, kavramların yeniden tanımlandığını gördük. Bu bir becerememe hali değil, bir tercih. Muhtaç bedenleri çalışan bedenlerin önüne koyan hegemonik paradigmanın bir parçası da merkezi, karışık, bütün bu farklılıkları görmemizi engelleyen verilerin paylaşılıyor gibi yapılması. Mahalleye, hastalık geçmişine, etnisiteye, yaşa, cinsiyete, mesleğe, fiilen çalışma yerine, işkoluna, gelir grubuna dair detaylı veriler paylaşılmıyor.  

Bunları ilişkilendirebilsek nerede daha fazla salgın merkezi oluşuyor, nerede daha fazla bulaş riski var, kimleri daha çok vuruyor, daha iyi tespit edip gerçek, nokta atışı bir salgın politikası ve bir adım sonrasında da hak temelli sosyal politika yürütebiliriz. Örneğin HES uygulamasında vakaların adrese dayalı kayıt edildiğini düşündüğümüz için Tuzla'nın kuzeybatısı bomboş gözüküyor. Tuzla, İstanbul’da en fazla organize sanayi bölgesini barındıran ilçedir, burası bulaş açısından bomboş gözüküyor. En kırılganın kim olduğunu, kırılganı kırılgan yapan niteliklerin neler olduğunu bilmeden salgın politikası yapamayız.    

Tuzla ilçesinin karşılaştırmalı haritaları

Dünyada nasıl örnekler var veri açıklama konusunda? 

Mesela Fransa ‘Covid-19 kümelenmeleri’ diye bir veri açıklıyor, bölgesel verinin yanında. “Bugün şu mezbahalarda, şu fabrikalarda, şu okullarda, bu huzurevlerinde korona virüsü kümelenmeleri var” diyor. Bu şekilde mekânsal belirgin bir politika uygulamak gerekirken Türkiye’deki yönetim, sınıfsal tercihleri yüzünden çalışma yerleri yokmuş gibi davranıyor. Mesela New York Belediyesi’nin mahallelere, gelir gruplarına ve vatandaşların kökenlerine göre paylaştığı verilerden bazı mahallelerdeki Siyah ve Latino  Amerikalıların virüse yakalanma oranlarını nüfustaki oranlarından daha yüksek olduğunu biliyoruz. Verilerin paylaşılmaması, “Her devlet istediği gibi yapar” diyemeyeceğimiz bir konu. Türkiye’de sadece ölenlerin yaş ortalamasının Avrupa Birliği ülkelerinde ölenlerin yaş ortalamasından 14-15 yaş daha düşük olduğunu biliyoruz. Bu da çalışan nüfusun salgına dair kırılganlığının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Çalışanın zaten çoğu zaman da önceden örtülmüş bir bedensel ve zihinsel arazı, çalışma acısı, meslek hastalığı geçmişi, kronik hastalığı olduğu, çalışmanın hasta ettiği düşünülürse bu veri daha iyi anlaşılacaktır.  

2020 yılında iş cinayetlerinde ölen en az 2427 işçinin 741’inin ölüm sebebi korona virüsü. Aylara göre baktığımızda işçi ölümlerinde yılın son iki ayında dikkat çekici bir artış görüyoruz. Bu artışı nasıl yorumluyorsunuz? 

Biz iş cinayetleri ile ilgili verileri ‘en az şu kadar’ diye açıklıyoruz. Çünkü SES, TTB, yerelde çalışanlar, örgütlenenler, avukatlar, gazeteciler gibi bilgi akışımız olan kişi ve kurumlar dışında biz de bu verileri kamuoyundan, gazete haberlerinden derliyoruz. Koronadan ölümleri de iskeleden düşüp ölen işçiyi de üçüncü sayfada ya da özel bir haberde görmezsek ya da bir sendika, bir doktor, bir iş müfettişi söylemezse bilemiyoruz. Kasım ve Aralık ayılarındaki artışın sebebi devlet korona virüsü sayıları birdenbire yüksek şekilde paylaşması oldu. Biz de o veriler içinden çalışma hayatı ile olanları ayıklayıp bu verilere ulaştık. Ona rağmen yıl bazında böyle yüksek sayılar çıktı. 

İSİG Meclisi'nin hazırladığı, aylara göre gerçekleşen iş cinayetlerini gösteren grafik

‘ÖRGÜTLENME ORANI ARTTIKÇA ÇALIŞMA ŞARTLARI DA DÜZELMİŞ OLUYOR’ 

Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de çalışanların sadece yüzde 13,66’sı sendikalı. Raporda da 2020 yılında ölen işçilerin yüzde 96’sının sendikasız olduğu vurgulanıyor. Sendikalı olmanın bu dönemde önemi nedir? 

Bugün sendikalı olmak aslında yaşamak için örgütlenmek demek. Bir şeyin var olduğunu kanıtlayabilmek için bile yanımızdakinin sesine güvenmek zorundayız. Bizimle yatay durumda olanla örgütlenmemiz gerekiyor. Bunun çalışma alanındaki adı da halen sendika. “Bu iş yerinde korona var” diyebilmek için bile örgütlü olmak gerekiyor. Sendikaların olması, iş yeri temsilcileri üzerinden çalışma hayatının verisine de erişim demek. Örneğin TTB ve SES hariç, Birleşik Metal-İş, salgının başından beri kendi örgütlü olduğu iş yerlerinde bu veriyi tutuyor. Biz onların verileri üzerinden sendikalı metal işçilerinde enfeksiyon oranının resmi olarak açıklanan ülke ortalamasından kat be kat daha yüksek olduğunu öğrenebiliyoruz.  

“Sağlığım ve ömrüm çalışarak tükeniyor ve bunun böyle olmasını kabul etmiyorum. Şu şekilde tükeniyor, şu şekilde önünü alabiliriz, şu şekilde çalışmak istiyoruz” deyip sorunları tespit edebilmemiz için de örgütlenmemiz gerekiyor. Aynı iş kolunun, iş yerinin içerisinde farklı çalışma statülerine bölünmüşüz. Çoğu zaman aynı işi bile yaparken bile. Mesela tersane işçisi dediğimizde kaynakçısı da var sintine temizleyeni de var. Ve bu hiyerarşi içerisinde en örgütsüz olanın en pis, en riskli, en çok hasta eden, bulaş oluşturan işi yaptığını, en düşük şekilde ücretlendirildiğini biliyoruz. Örgütlenme oranı arttıkça işçi sağlığı ve iş güvenliği şartları çok daha düzelmiş oluyor. Her işkolu hatta işyeri içinde bu farklılıkların farkında, en kırılganın koşullarından başlayarak örgütlenmek lazım. Yoksa gün geliyor, en alttakinin koşulu üsttekilere, kaderini onunla bir görmeyenlere dayatılıyor. Yani örgütlenme bir idealizm, bir altruizm, bir iradecilik değil, yaşamda ve onurla kalmak için olmazsa olmazımız.   

Somalı maden işçilerinin ekim ayında başlattıkları Ankara yürüyüşünden

‘ORTADA BÖYLE BİR ZAMAN RUHU OLDUĞUNA BEN DE İNANIYORUM’ 

Son aylarda işçi eylemlerinin yükseldiğini görüyoruz. Soma’da, Ermenek’te, Ekmekçioğulları’nda, Migros’ta, PTT’de hak gaspına uğrayan işçilerin mücadelelerini aylardır takip ediyoruz. Pandemi döneminin bu hareketlilikte nasıl bir etkisi oldu? 

Salgın, ciddi bir ekonomik krizin ortasında geldi ve bu krizi daha yoğunlaştırdı. Çalışma hayatıyla ilgili her şey şirketlerin, sermayedarların istediği gibi yapıldığı için, işçilerin talepleri de istisna haliymiş, sanki toplumun bütün düzeninin dışındaymış gibi gösteriliyor. Bu konudaki meşruiyet krizi çok derinleşti. Belli bir sosyal denge kurulacak ki kapitalizm devam etsin. Kapitalizmin kendini üretmesini imkansız kılan bütünsel bir krize gidiyoruz. Örneğin Ekmekçioğlulları işçileri, bu kadar baskının yoğun olduğu, her türlü örgütlenmenin kriminalize edildiği bir yerde kaç senedir kurşun ve sair toksik çalışma koşulu içerisinde çalışmaya 'dur' diyor ve Çorum’da bu şartlarda sendikalaşmaya çalışıyorlar. Yan yana olmayı bu kadar imkansız kılan bir ortamda bu örgütlenme organizasyonel bir başarıdır. Ortada böyle istibdadın havını tersine tarayan bir ‘zaman ruhu’ da olduğuna inanıyorum. Bu zaman ruhunun sırf seyircisi olmak çok ağır. Parçası olmak daha kolay diye düşünüyorum.  

İSİG Meclisi 2020 Raporu: http://www.isigmeclisi.org/site_icerik/2021/1ocak/1rapor.pdf