YAZARLAR

Söz gümüşse sükut hâlâ altın mı?

"A Quiet Place 3" bizce orijinal ve farklı bir korku filminin basmakalıp Hollywood formatlarına sıkıştırılınca ne kadar sönük kalabileceğinin yeni bir kanıtı! Kısaca ‘yazık olmuş!’ diyebiliriz.

Son 20-25 yıldır Hollywood sinemasının konu ve orijinallik açısından en büyük sıkıntı yaşadığı türlerden biri kuşkusuz korku/gerilim filmleri oluyor. Arka arkaya önümüze sunulan ve distopik bir dünyayı tasvir eden yapımlar belki belli ölçülerde gerilimli bir atmosfer kurmayı başarıyordu ama gerçek anlamda bir ‘korku unsuru’ görmüyorduk. Çizilen distopik dünyaların doğuşu, günümüzde daha çok dile getirilen doğanın kirletilmesine veya yeni çıkan salgın bir hastalığa (!) bağlanıyordu.

‘Safkan’ korku filmlerinden öne çıkan ve aklımızda kalan örnekler genelde Ari Aster filmleri ve "Smile" gibi biraz sessiz sedasız gösterime giren veya (beklenmedik bir şekilde!) yeni "Omen" filmi gibi bilindik şeyleri tekrar ‘gevelemeyen’ presequeller oldu.

2018’de yönetmen, senarist ve oyuncu John Krasinski imzalı "A Quiet Place"(Sessiz Bir Yer) de parlak korku filmleri arasında yer almayı fazlasıyla hak eden filmlerden biriydi. Krasinski, göremeyen ama sese karşı inanılmaz duyarlı vahşi yaratıkların istila ettiği ‘yarı terk edilmiş’ bir dünyada hayatta kalmaya çalışan iki çocuklu bir ailenin hikayesini anlatıyordu. Trajik bir olayla başlayan bu film, ürpertme, gerilimli bir atmosfer yaratma ve seyirciyi diken üstünde tutma açısından bizce hedefini tam anlamıyla tutturuyordu. Bazı eleştirmenler, filmdeki ‘kutsal aile’ vurgusunu biraz basmakalıp buldu ama bizce filmin asıl amacı başkaydı.

Üç sene sonra gelen "A Quiet Place 2" ise oldukça başarılı bir devamdı. Bu sefer daha büyük bir bütçeyle çekildiği belli olan bu devam filmi, filmdeki yaratıklarla artık tanışık (!) olmamız, bu yeni dünyadaki düzenden haberdar olmamız ve aile üyelerinin akıbetini artık öğrenmiş olmamız gibi birçok senaryoya ilişkin ‘dezavantajı’ bizce değişik bir yorum katarak avantaja çevirmeyi başardı: Asıl kadroyu aynen koruyan film, hikayeye yeni bir erkek karakter katsa da, ilk filmin sonunda ölen ‘babayı’ unutmadı ve onu, uzun flash-back sekanslarıyla hikayeye katmayı başardı. Üstelik bu yöntem, basit bir hatırlama değil aynı zamanda bu dehşet saçan yaratıkların daha erken dönemlerini ve insanların artık bu korkunç tehdide rağmen nasıl, bir şekilde yaşamlarını sürdürdüklerini etkileyici bir şekilde anlatıyordu. Hatta bu devam filminde, yapımlarında gösterişi ön plana çıkaran yapımcı/yönetmen Michael Bay’in bile destek vermesi Krasinski’nin özgün bir hikaye yaratmasını engellememişti.

Bu hafta gösterime giren "A Quiet P lace 3: Day One" (Sessiz Bir Yer: Birinci Gün) ise bizce iki açıdan gereksiz bir yapım: İlk olarak dünyayı istila eden bu canavarların çıkış noktasını anlatma iddiasında olan bu film, yeni hiçbir şey sunmuyor. En azından bir önceki bölümde gördüklerimizin üstüne… İkinci olarak da senaryo bu sefer hikayeyi olabildiğince geniş alanlara açarak özellikle ilk filmin yarattığı klostrofobik atmosferi bozuyor ve hikayesini sıradan bir kaçma-kovalama formatına sokuyor.

Hikayeye bakacak olursak: New York’da bir bakım evinde (aslında filmdeki Hospice daha çok hastalıkları çok ilerlemiş kişilerin bulunduğu bir yerdir) kalan Sam, kanser hastalığına yakalanmış ve hem kalmak zorunda olduğu yerden hem de çevresindeki insanlardan bezmiş, mutsuz bir genç kadındır. Bir gün bakım evi görevlilerinden birinin ısrarıyla grup halinde şehir merkezindeki bir gösteriye gitmeyi kabul eder. Ancak tam bu sırada sonrasında dünyayı istila edecek yaratıklar gelmeye başlarlar ve Sam’in hayatı tam bir kabusa döner.

KRASİNSKİ’Yİ ARIYORUZ!

İlk iki filmden farklı olarak filmin yönetmenlik koltuğuna bu sefer Michael Sarnoski oturmuş. Sarnoski kuşkusuz vasat bir yönetmen değil hatta bizce filmografisindeki "Pig" filmi artık unutulmuş olan Nicolas Cage’e yeni bir soluk getirmiş, güzel temaları işlemişti. Ancak bizce Sarnoski başarı kazanmış bir filmin ‘öncesini’ anlatacağım derken ilk iki filmden tamamen kopmuş!

Bunda kuşkusuz oyuncu kadrosunun tamamen değişik olmasının da payı var ama bizce olay bundan ibaret değil: Öncelikle filmdeki yaratıklar ilk filmde belli bir süredir ortalıklarda gezindiği için insanlar onların zayıf noktalarını (görememelerini) biliyorlardı ve buna göre önlemler alıyorlardı. Ama buna rağmen bu durumu kabullenememiş, delirme noktasına gelmiş bazı kişiler zaman zaman bir refleks gibi ses çıkarıp yaratıkların hedefi haline geliyorlardı. Dolayısıyla o dönemde bile oturtulmaya çalışılan bir ‘öğrenme-keşfetme-korunma’ süreci vardı. Bu filmde ise canavarlar dünyaya düştükten birkaç saat sonra saklanan bütün insanlar sanki daha önce ellerine bir ‘ön bilgi’ verilmiş gibi sus pus oturuyorlar. Bizce bu aceleye getirilmiş giriş: ‘Zaten seyirciler bu yaratıkları tanıyorlar. Fazla zaman kaybetmeden aksiyona dalalım!’ düşüncesiyle yapılmış gibi duruyor.

İkinci can sıkıcı nokta ise filmin bu yaratıkların köklerine, oluş şekillerine hiçbir açılım getirmemesi oluyor. Filmi izlemeden önce içimizde doğan merak duygusu ve gizem çözme hevesi asla bir karşılık bulmuyor. Değindiğimiz gibi bir önceki filmde de gördüğümüz bu yaratıklar nereden geldiği pek belli olmayan bir meteor yağmuru eşliğinde dünyaya ‘düşüyorlar’ ve çok geçmeden etrafa kan, şiddet ve vahşet saçmaya başlıyorlar. Bu, filmin en büyük vaatlerinden birini boşa çıkaran, büyük bir sürpriz eksikliği…

ACIYLA BAŞETMEK!

İlk iki filmde karakterlerin ses çıkarma ‘yasağı’ çok daha ilginç bir şekilde işleniyordu. Zaten yüksek sesle konuşmak en baştan yapılamıyordu ama bazen ses çıkarmamanın, bağırmamanın veya haykırmamanın neredeyse imkansız olduğu durumlar yaşanıyordu ve bu filme çok daha sert, karanlık ve insani (!) bir yön katıyordu. Bazen ailenin annesi, yalın ayak, merdivendeki bir çiviye basıyordu, ailenin küçük oğlu ayağını bir kurt kapanına kaptırıyordu, bebekler ses geçirmeyi engelleyen özel kutularda taşınıyordu hatta bir kere ailenin annesi banyodaki küvette doğum yaparken evin içine girmiş yaratıklar yüzünden kendini dizginlemek zorunda kalmıştı. Bu filmde ise bütün saldırılar, yardım çığlıkları, panik haykırışları ve devrilen eşya sesleri eşliğinde yaşanıyor. "A Quite Place 1"de ‘konuş(a)mama’ adeta metafizik bir boyuta evrilmiş, bu hissiyat ailenin kızını oynayan aktristin gerçek hayatta konuşma engelli olmasıyla daha da güçlenmişti!

Bütün bu zayıflıklar filmin diğer bölümlerden ‘kopuk’ havasını daha da belirgin bir hale getiriyor. Yönetmen başkarakterini daha depresif bir ruh halinde tanıtıp, onun ‘pizza yiyebilme’ gibi ‘garip’ bir tutkusunu kişisel bir hikayeye bağlayıp hikayesini zenginleştirmeye çalışıyor. Onun bir süre sonra önce yoldaşı, ardından arkadaşı olacak kişi ise biraz eklenmiş gibi duruyor. Normalde "A Quiet Place" filmleri başkarakterlerin iç dünyalarına baksa da toplumsal bir paranoya duygusuna da yer veriyordu. Bu filmde belki serinin en kalabalık insan topluluğunu görüyoruz ve her zamankinden çok daha fazla ölüm izliyoruz ancak sanki bu sekanslar herhangi bir doğal felakette (deprem, sel vb.) yaşanabilecek nitelikte….

"A Quiet Place" 1 ve 2’de korku salan yaratıkları, ya çok net görmüyor ya da çok hızlı akan sahnelerde kısa bir süre fark ediyorduk! Başka bir deyişle (eski) yönetmen Krasinski yaratıkları detaylı bir şekilde sunmak yerine daha çok onların varlığını hissettiriyordu. Bizce Krasinski’nin ‘şeklini kavrayamadığımız bir canlıdan duyulan korku’ üzerine gitmesi tam olarak hedefi tutturuyordu. Bu durum ikinci bölümde biraz değişti ve artık yaratıkları daha açık bir şekilde görüyorduk.

Ancak "A Quiet Place 3"te yönetmen Sarnoski bu durumda aşırıya kaçıyor: Filmdeki yaratıkları bazı sekanslarda çok yakından görüyoruz ve onların iğrençliği, korkunçluğu ve neredeyse vücutlarının bütün uzuvları ‘gözünüze sokuluyor’! Muhtemelen daha çok ürpertmek için kullanılan bu yol daha çok ‘mide bulandırıcı’ duruyor ve bizce filme gereksiz bir ‘gore’ hava katıyor.

Sonuç olarak "A Quiet Place 3" bizce orijinal ve farklı bir korku filminin basmakalıp Hollywood formatlarına sıkıştırılınca ne kadar sönük kalabileceğinin yeni bir kanıtı! Kısaca ‘yazık olmuş!’ diyebiliriz.


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .