Sözcüklerden başka yükü olmayanlar için güzergah
Kağıdın Ölümü, şiirleri kadar denemeleri ve şiir üzerine yazılarıyla da dikkat çeken Şeref Bilsel’in beşinci şiir kitabı. Şiir adına dolu dolu geçen bir dokuz yılın dökümü de diyebiliriz buna.
Burada bir şeyin güzel olup olmadığına onu öldürerek karar veriyorlar. Bu, şu anda okumaya başladığınız yazının ilk cümlesi değil. Şeref Bilsel’in 'Kâğıdın Ölümü' adlı yeni şiir kitabının ilk dizesi. Hep duyarız: Bir romanın giriş bölümü, hatta ilk cümlesi çok önemlidir. Peki, şiir kitabı için de aynı şeyi söylemek mümkün mü? Mümkünmüş. Çünkü kitabın sadece ilk dizesi değil, aynı zamanda anahtar dizesi bu.
'Kâğıdın Ölümü' üç bölümden oluşuyor. İlk bölüm olan Okur İçin Güzergâh, ismiyle müsemma, bir güzergâh çiziyor okura. Yaşanmışlığın ve hesaplaşmanın (belki de hesaplaşamamanın verdiği acının) bilgeleştirdiği bir söylemle karşılaşıyoruz. Damıtılmış hayat bilgisi de denebilir buna.Yerde olması gerekeni omuzlarda taşıyan, omuzlarda olması gerekeni yerlerde tartaklayan senin tuhaf yazgın değil mi? diye sorarken, bu yazgının yükünü sadece kendisi taşımıyor şair, soru cümlesiyle, yükü okurun sırtına da yüklüyor. Ki en doğrusunu yapıyor, hem metnin içine çekiyor okuru hem de kendisiyle yüzleşmesinin gerekliliğini yüzüne vuruyor.
'Kâğıdın Ölümü', özenle seçilmiş bir kitap adı. Günümüzün bir gerçeğini, beyaz kâğıdın iç çekişini imliyor ama orada kalmıyor. Kâğıt, aynı zamanda bir metafor. Ölüm (kâğıt da dahil) bildiğimiz, inandığımız tüm değerlerin yok oluşudur. (Dönüşümü de diyebiliriz belki buna; ki ölüm dönüşmek değil midir aslında?)
Kitabın altı bölümden oluşan, düzyazı şiir formatındaki bu ilk şiiri boyunca, kağıtla (aslında hayatla) yüzleşiyoruz. Evet, yazı unutmaz, sözcükler bir yükselip bir alçalır, dizelerin altını çizdirir bize kâğıt. Ama bununla yetinmez. Ihlamur toplatır bize, bir taşa oturtup denize baktırır, yağmurda omuz omuza dağlara doğru yürütür. Dağda, kırda, şehirde, parkta öldürülen çocukların adı yazılır ona.
Hemen bir parantez açıp Şeref Bilsel’in sadece iyi bir şair olmakla kalmadığını, aynı zamanda şiiri, şiir eleştirisini ve şiir kuramlarını çok iyi bildiğini de hatırlatmak isterim burada. Parantezin nedeni, şiirlerin arasına hınzırca sızdırdığı iki dize. Düzyazı şiir biçiminde kaleme aldığı bu şiirde, mensur şiir dostum olur dizesini de sıkıştırmış araya. Seçtiği biçimin seçilme nedenini de bulsun, anlasın okur diye! Diğeri, 'Kâğıdın Ölümü' adlı lirik şiirinin son dizesi. Yıllardır çeşitli mecralarda sürdürülen anti-lirik şiir anlayışına ve bu anlayışın nedenselliğini açıklamak için yazılagelen sayfalar dolusu manifesto tarzı yazılara tek bir dizeyle cevap vermiş: lirizm ölse İclâl’i sever miydim bu kadar.
APARTMANIN BİLİNÇALTI, İSTANBUL’A KÜSEN KAR
Bu bölümdeki diğer şiirlerde kâğıda dönmüyoruz bir daha. Ya da biz öyle sanıyoruz. Kağıda yazılmış şiirler okuyoruz çünkü. Kâğıda yazılmış ve hayata kazınmış şiirler. bir görünmez el var avluda/ on yedi yaşında apansız bıçaklandığımız/ günlerden kalan dizelerinin altını kalın kalemlerle çizdim. On yedi yaşında apansız bıçaklanabiliriz, çok sık karşılaşılan bir şey olmasa da mümkündür bu ama o günlerden kalan görünmez elin hâlâ avluda olduğu bilgisi, kitabın ilk şiirlerinde söz edilen o tuhaf yazgıya, o soru cümlesine tekrar götürmüyor mu bizi? Yerde olması gerekenleri omuzlarda taşır, omuzlarda olması gerekenleri yerlerde tartaklarsak eğer, avludaki o görünmez el ilelebet yaşar orada. Ve biz fark etmesek de, bıçaklanır dururuz her gece.
Hiçbir yere gitmemiş gibi oturan ve her yerden gelmiş gibi bakanların şiirleri bunlar. O yüzden eşinden ayrılan arkadaşlar hep zemin kata taşınıyor ve İstanbul’a küsüyor kar. Şehir, kır, kar ve dağ bir arada. Ve bilindik insan yüzleri. Şeref Bilsel önce hazırlıyor okuru, temkinli ve tereddütlü biçimde değil ama; oldukça net ve sert biçimde hazırlıyor, sonra arttırıyor şiirinin sarsıcı dozunu. Kitabın ikinci bölümü, Öfkeli Şiirler adını taşıyor. Hayvanları duydum, bitkilere çalıştım, insanlarla oturdum diye başlıyor öfkeli şiirlere. Buradaki yüklemler özenle seçilmiş bana kalırsa. Duymak da çalışmak da aktif bir eylem; özneleri de hayvanlar ve bitkiler. Oturmak ise pasif bir eylem. Öznesiyse insan. Doğaya dair net bir tavır var burada. Zaten, yine düzyazı şiir biçiminde yazılan bu bölümdeki şiirlerde, yeryüzünü hallaç pamuğu gibi atıyor şair, derelerin, dağların, ormanların, denizlerin kardeşliğine sokulmuş hançerleri anlatıyor, o da yetmiyor, devlet düşmediği yeri de yakıyor, diyerek ateşin kimliğini ifşa ediyor. Neden buradayız ve neden böyleyiz sorusunu, 'Kâğıdın Ölümü'nü okur okumaz, hiç düşünmeden, aklına gelen ilk cümleyle anlat deseler; biz dünyayı hiç anlamadık aslında, çünkü yağmura inanmadan yağdırana inandık, derdim. Belki de bu yüzden kaybettik biz. Fazlasıyla kaybettik.
BİZİM HİSSETTİKLERİMİZ BU HAYAT İÇİN FAZLA
Kitabın son bölümü Keramos Göğü Altında Sekiz Parça adını taşıyor. Keramos, Milas, Ören’deki bir antik kent. Şeref Bilsel’in uzun süredir Milas’ta yaşadığını düşündüğümüzde, bu şiirlerin yakın dönemde yazıldığını tahmin etmek zor değil. Keramos’un tarihine, yer aldığı coğrafyaya göndermeleri olan ancak tüm bu özelliklerin öznelliğin hamurunda yoğurulduğu, bu anlamda da zamanın sürekliliğine vurgu yapan sekiz parça bu. Zaten, sevgilisini harflerin değmediği tenha kasabaları koklamaya çağırıyor şiir öznesi. Keramos göğünün altında olup da o eşsiz denize girmemek mümkün mü? Denize girmeyi, birbirimizin uçsuz bucaksız kalbine girer gibi diye betimliyor ancak o görkemli çam ağaçlarının, kekik kokularının arasından geçip denize doğru yürümek, aynada boğulan halkın ortasından yürümekle mümkün oluyor ancak. Yine, ağacı dinle, taşı soy, mermeri yontan suyu duy çağrısını yapıyor ancak dinlenilen ağacın, soyulan taşın, mermeri yontan suyun eskilerden sızdığını da özellikle belirtiyor. Bu anlamda, hitap edilen sevgili, evet bugündedir ama dünün izlerini de taşımaktadır üzerinde. Yaşanan aşk, asırlardır yaşanagelmiş aşklara karışacaktır eninde sonunda. Bunu, kaybolan nedir, sorusuna verilen yanıttan anlıyoruz. Kaybolan, elimizde tuttuğumuzu zannettiğimizdir aslında. Keramos göğünün altında, dağdan inip denize doğru yürürken, ister tek başına olalım ister sevgilimizle el ele, şunu unutmamalıyız: Denize doğru gitmek üzere indiğimiz dağ zamandan azadedir. Dağa zamanı insan getirmiştir. Bu şiirlerde, öznel bir duygulanım çerçevesi oluşturulmuş ve hem zamanın hem uzamın sürekliliği nakış gibi işlenmiş o çerçevenin içine. Bu bağlamda, bizim hissettiklerimiz bu hayat için fazla dizesi de, bir önceki bölümdeki Öfkeli Şiirler’e götürüyor beni. Yıkımlardan geldiğimiz, yıkımları son hızla sürdürdüğümüz ve sonuçta yeni yıkımlara doğru dörtnala ilerlediğimiz bir çağda, hissettiklerimiz bu hayat için fazladır elbette. Kaldı ki geçmiş çağlarda yaşayanların (aynada boğulan Keramos halkının mesela) hissettikleri de kendi yaşadıkları hayat için fazlaydı muhakkak. Öyleyse insan nedir? Söyleyemedikleridir bir bakıma.
Kitabın sonlarına doğru, Keramos göğünün altında, insan söyleyemedikleridir, diyor Şeref Bilsel. Kitabın ilk şiirinde ise, büyük sözler söyleyecek yaşları geçtim, diyordu. Gerçekten de büyük sözler yok şiirlerinde. Daha fazlası var. Büyük sözler, gürültülü biçimde söylenir çünkü. Derin sözlerse bilgelikle. Söyleyemediklerine gelince… Onlar, zaten söylenmesi gerekmeyenler bence. Her güçlü şiirde, iki dizenin arasında görünmeyen bir üçüncü dize daha vardır ki, o da anlayana mükâfat, anlamayana yüktür. Kısacası, sözcüklerden başka yükü olmayanlar, 'Kâğıdın Ölümü’nü okumakla kalmasınlar, gezinedursunlar anlamın ve çağrışımın dehlizlerinde.