Sol Çizginin Adamı: Metin Kurt
Türk futbolunda sendikal hareketi başlatan milli futbolcu Metin Kurt'un ölüm yıldönümü... 'Çizgi Metin', ölmeden hemen önce verdiği röportajda mücadelesini anlatmıştı.
DUVAR - 1970-1976 yılları arasında Galatasaray forması giyen, 26 Kere A Milli takımda oynamış olan Metin Kurt, 2012 yılında hayatını kaybetti. Türk futbolunda sendikal hareketin öncüsü Metin Kurt, futbol oynadığı dönemde halka yakın olmak için tribünlerin kenarı olan kanatları, özellikle de sol çizgiyi seçtiği için 'Çizgi Metin' olarak anılırdı. 64 yaşında hayatını kaybeden Metin Kurt'un ölümünün 4'üncü yıldönümünde, kendisi ile 2012 yılında İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğrenci Yayını eksiyirmidört'te yapılan röportajı yayınlıyoruz.
Futboldan önce Metin Kurt’un hayatı nasıldı?
Nüfus kağıdımda 15 Mart 1948 Kırklareli yazar. Oysaki doğrusu 15 Aralık 1947 Fatih Karagümrük’tür. Babam Selanik’ten, annem de Bulgaristan’dan gelmiş. 8 kardeşiz biz. Bizim ailede bize öğretilenler vardı. Aile içinde kesinlikle maddiyata dayalı şeyler konuşulmazdı. Babamız bize “Sakın sizden zayıflarla uğraşmayın. Zayıflara yardımcı olun. Eğer ille de biriyle mücadele edecekseniz sizden daha güçlüsü olsun” derdi. Babam tam olarak dile getiremese de tam bir sosyalist yaşam biçimi vardı bizim aile içinde. Senin paran benim param ayrımı olmazdı. Babamı 8 yaşındayken yitirdim. Babam Kırklareli’nde iş yaptığı için biri orada biri İstanbul’da iki evimiz vardı. O vefat edince iki evi idare edecek gücümüz kalmadı. O sırada abim İsmail Galatasaray’da oynamaya başladı. Bazen abimden gelen parayla, bazen de babamdan kalanları satarak geçinmeye devam ettik. Abim İsmail evlendiği anda ailemin birçok ihtiyacı devam ediyordu. Küçük kız kardeşlerimin okul ihtiyaçları vardı. Abimin futbol hayatı da bitince artık İsmail abim de bizim elimize bakmaya başladı.
Sizin futbol hayatınız nasıl başladı?
Çok çocuklu ailelerde bir tane adam mutlaka sivrilmelidir. Yoksa o aile yaşantısını sürdüremez. Biri çıkıp aileyi sistem içinde tutup koruyacak. Abim evlenince yerine birinin geçmesi gerekiyordu. Çıkması gereken adamın ben olduğuma karar verdim. Matematik öğretmenim beni atom mühendisi yapacağını sanıyordu ama ben liseyi bıraktım. Futbola başladım. Sonra dışarıdan bitirdim liseyi. Futbola Beyoğlu Yeni Çarşıspor’da başladım. Sonra Alibeyköy Adaletspor’a ilk transferimi 3 bin Lira karşılığında yaptım. Anneme gidip “Al bu para senindir. Bundan sonra aileye ben bakıyorum“ dedim.
Galatasaray’daki futbolcuları örgütlediğiniz döneme geri dönelim. Neler oldu o dönemde?
Bazı konularda bize uymayan bir demokrasi bulunsa da takım içinde oyuncular olarak ciddi bir örgütlenme kurmuştuk. Galatasaray Kulübü batıya açılan kapıdır. Ben başka bir kulüpte olsaydım, bana o kadar faaliyet yürütme şansı vermezlerdi. 1970 yılında Galatasaray’a geldim. O zamanlar da kitaplar okur gözlemler yapardım. Artık eyleme geçmenin zamanı geldiğini hissettim. O dönemde mukaveleler iki yıllık tek tip sözleşmelerdi. İki yıl sonra kulüp isterse tek taraflı olarak mukaveleni, federasyona mukavele ücretini yatırıp uzatabiliyordu. İstemezse de uzatmıyordu. Kulüp izin vermeden başka takıma da gidemiyorduk. Biz üç sene üst üste şampiyon olmuştuk. Sözleşmemiz bitince çağırdılar bizi. Yasin Özdenak, Gökmen Özdenak, ben ve iki arkadaşım daha masadayız. Bir yönetici geldi, “Arkadaşlar hayırlı olsun hepinize 110’ar lira veriyoruz. Buyurun imzalayın” dedi. Ben “Böyle transfer görüşmesi mi olur? Bana sormayacak mısınız bir emekçi olarak ne kadar istediğimi?” dedim. Eskiden 225 bin Lira alıyordum. İki yıl sonra 110 bin Lira önerdiler. “Ben 220 bin Lira istiyorum” dedim. Yönetici şaşırdı: “Vermeyiz. 28 bin Liraya uzatırız sözleşmeni” dedi. “Tamam uzatın ben de oynarım ama canınıza okurum. Bu anti-demokratikliği ortaya çıkarırım, utandırırım sizi“ dedim, kalktım gittim. İki sene boyunca o paraya oynadım mücadelemi de verdim.
Ne tür olaylar yaşandı bu mücadeleniz sırasında?
Ankaragücü’nü kupadan eledik. Prim yönetmeliğine göre 10 bin Lira almamız lazım. Para gelmedi. Ben takımın sözcüsüydüm. Oyuncular bana soruyor primleri. Ben de kulüp tarafından takımla ilgilenmesi için parası ödenen Turgan Ece ile konuşmaya gittim. “Turgan abi biz Ankaragücü’nü eledik primlerimiz yatmadı” dedim. “Ne primi ya! Primi mi hak ettiniz? Top mu oynadınız?” cevabını verdi. Bende: “Siz elersek para veriyorsunuz. İyi oynayıp elenseydik para mı verecektiniz?” dedim “Çok konuşuyorsun sen” dedi. Bağırdı çağırdı çıktı soyunma odasından. Arkadaşlarıma döndüm, “Bu söylenenler bana değil hepimize söylenmiştir. Ben bunu protesto edeceğim. Benle beraber misiniz? Yoksa ben tek başıma yapacağım?” dedim. Herkes desteğini verdi. Ertesi gün antrenmanı yarım saat boykot ettik. Bizim deyimimizle Franco-Turgan bir diğer deyişle Faşist General Turganko, yarım saat geç de olsa gittiğimiz antremanı iptal etmiş. Biz gidince geri geldi. “Türk futboluna anarşiyi soktunuz. Elebaşı da sensin” dedi bana. “Sevgili Generalim Turganko. Nasıl da bildin benim elebaşı olduğumu” dedim. Yasin ve Mehmet’e döndü “Siz de bunun yardakçısısınız” dedi. Bir kaç kişiyi daha bizle birlikte kadro dışı bıraktı. Topladım yine arkadaşlarımı, “Mücadeleye devam ediyor muyuz?” diye sordum. Herkesten sözü aldım yine. Kaptan Yasin ile Cağaloğlu’na gittik. Orada bir basın toplantısı düzenledik. Anarşi yaratmadığımızı hakkımızı aradığımız söyledik. Basın toplantısından sonra bir baktık ki tüm takım kampa girmiş. Biz olmayınca tehditlere boyun eğmişler. Biz en son beş kişi kadro dışı kaldık. Sonraki maç da Fenerbahçe’yleydi. Biz olmadan da kazandılar maçı ve Turgan Ece avantaj yakaladı. “Sporda kazanan haklıdır” her zaman.
Mücadelenizin istediği gibi bitmediği gözüküyor? Neden böyle oldu?
Aksine tam da mücadeleyi kazanacak noktaya gelmiştik. Tribünler bizi geri istiyordu. Ertesi gün Milliyet Gazetesi’ne bir baktım, Yasin ile Büyük Mehmet özür dilemiş. Haberi gördüm, beynimden vurulmuşa döndüm. Onlar özür dilemeden önce de “Benim dışımdakileri kadroya alın, benle uğraşın” diye açıklama yapmıştım. İşin kötü tarafı Abdi İpekçi onları çağırmış, “Metin Kurt iyice sola kaydı. Onun işi bitti. Siz de özür dileyip kendinizi kurtarın” demiş. İsmail Cem’le de benzer bir durum yaşadık. “Sakın bir emekçiyi zor duruma düşürecek bir anlaşma için çağırma” dedim. Sonra aradı, “Seni rahat bırakacağım” dedi. Abdi İpekçi’nin yaptığını kabul edemiyorum. Onun yazılarını okurduk biz.
Özür dilediler de ne oldu peki?
Özür dilediklerinin gazeteye çıktığı akşam, Büyük Mehmet bizim eve geldi. Kendisi adına bir veda mektubu yazmamı istedi. Ben sağlam bir edebiyat yaptım. Mehmet’e “Sen bunu okursan sana jubile yapmazlar. Sen jubile yapmak istiyorsun” dedim. Sonra da görüşmedik. Ardından ben Kayseri’ye gittim. Hiçbir şey değişmedi. Sonra Mehmet Fenerbahçe’ye, Yasin Amerika’ya transfer oldu.
Futbolculuğu bıraktıktan sonra neler yaptınız?
Eyüpspor’da, Kayserispor’da, Sivasspor’da teknik direktörlük yaptım. Kayserispor’u birinci lige çıkardım. Sonra Sivasspor’a geçtim. Kayseri’deki bazı oyuncularım sonrasında Sivas’a kiralık gitmişlerdi. Eski öğrencilerim aradı Sivas’a gittim. Başkanla konuşup çocuklara bir maç kazanırlarsa paralarını alacaklarını söyledim. Giresunspor maçını kazandık. Şehrin girişinde karşılandık. O hafta para verilmedi. Ertesi hafta kendi sahamızda Mardin’i 3-1 yendik. Maç öncesi parayı alacağımızın sözünü de almıştık. Başkan benden evvel gitmiş soyunma odasına. “Parayı getirdin mi?” diye sordum. Cevap veremedi. Kovdum odadan. Çocuklara dönüp bu adamların sahtekar olduğunu söyledim. Özür dileyip istifa ettim. Dışarıdaki gazetecilere:“Yöneticilerin hepsi sahtekâr. Çocuklara verdikleri sözü tutmadılar ben de istifa ettim” dedim. Sabaha eve dönmek üzere otele gittim. Gece, olay bölgesinde gizli bildiri yayınlamaktan içeri alındım!
Türkiye’de kirlenmiş futbol ortamını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Futbol nedir? Siyasettir. İddaa nedir? Kumardır. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bugün Türkiye’de futbol ortamında hepsi vardır. Siyaset sporun babaevidir. Kumarda şike kesinlikle vardır. Mafya bunların olmazsa olmazıdır. Şiddet, küfür, ırkçılık, cinsel ayrımcılık bunların hepsi spor ortamına yerleştirilmiş olgulardır. Arenalardaki kanun budur. Egemenlerin iktidar araçlarından biridir arenalar. Kitleleri manipüle eder. Son dönemde olumsuzluklar açığa çıksa bile fazla umursanmaz oldu. Özal ne dedi; “Benim memurum işini bilir”. Onun sporcusu da işini biliyor.
Önce Spor-Sen’i, oradan ayrılıp sonra da Spor-Emek-Sen’i kurdunuz? Ayrılığınızın nedeni neydi?
İkisinin de kurucusu benim. Başbakan’ın Dolmabahçe’de spor açılımı yapacağı günün derdimizi anlatmak için büyük fırsat olduğunu düşünüyordum. Açılımların protesto edilmemesine de çok kızıyordum. Çünkü açılımlar sorun yaşayanları dinlemeye yönelik değil, Başbakan’ın kendisini anlatmak üzerine kurulmuş şeylerdi. Bizi de çağırmamışlardı. Haberi alınca arkadaşlara şöyle dedim: “Böyle bir açılım bizim gibi tabandan kişilerle konuşmadan olmaz. Protesto edeceğiz”. Kurucu heyetteki arkadaşlarım, “Bekleyelim görelim hem yönetim kurulu kararı gerekiyor” dediler. Dedim ki; “Sizi kurucu yapan benim ne yönetim kurulu ya! Ben protesto ediyorum. İster gelin ister gelmeyin”. Protestoya gelmediler ama tabandan arkadaşlarla örgütlenip Dolmabahçe’ye gittik. Sonrasında Spor-Sen’de bir toplantıda bana kınama cezası vermek için bir öneride bulunuldu. “Biz bu sendikayı gerçekten spor emekçilerinin haklarını korumak, spor alanını doldurmak, diğer sendikal hareketlere örnek olabilmek için kurduk” deyip ayrıldım. Sonrasında da protestoya gelip mücadele eden arkadaşlarımla Spor-Emek-Sen’i kurduk. Yaptığımız eylemlerle de herkese örnek olduk.
Spor-Emek Sen’in kuruluş amacı nedir?
İşçi sınıfı üretim sürecinde yaptığı mücadeleyi yeniden üretim sürecine taşıyamamış. Oysaki sömürü, yeniden üretim sürecinde sanat, kültür, spor gibi etkinliklerle devam ediyor. Şu anda milyarların döndüğü sektörde spor emekçisi tanımı iş kanununda bile geçmiyor. Ama diğer taraftan sigortalılar da. Amatör sporcular, sözleşmesiz, sosyal güvencesiz sporcular, profesyonel sporcular da sözleşmeli ama yine sosyal güvencesiz sporcular. Hepsi sosyal güvencesiz. Bizim meselemiz sistemle. Sistem değişmediği müddetçe kaç sporcu üye olursa olsun fark etmez. Bizim derdimiz tabandan başlayan bir örgütlenme kurabilmek.
Türkiye’deki siyasi ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Dünya’da iki tane sosyal demokrat parti vardır. Birincisi demokrasiye açık, komünistlerden, sosyalistlerden korkmayan, devrimci mücadelede yere alacak kişilerden oluşandır. Bir de sosyal demokrat olduğunu iddia eden kapitalist ve emperyalist sistemin yedek lastiği olan partiler vardır. Bir bankanın reklamı vardı. Sloganı şöyleydi: “Yok birbirimizden farkımız ama biz X bankasıyız”. Burada dürüst de bir mesaj var. Bu sistem partilerinin de durumu bu sloganda anlatılandan farksız. Birbirlerinden farksızlar. TKP’nin birleşik cepheleşme çağrısına uygun olarak, kendini solda tanımlayan ama oyum boşa gitmesin diyen kapitalistlerin yedek lastiğine doğru mesaj vermek lazım.
Peki sol bitti mi sizce?
Ben 68 kuşağından gelen bir kişiyim. Yaşama soldan bakan 68’li gençler olarak 78 kuşağının yaratılmasına seyirci kalmamız doğru değildi. Bizim sizlere karşı yaptığımız en büyük hata 78 kuşağını yaratmak oldu. 12 Eylül faşist darbesinden sonra çıkan süreçte sol örgütsel olarak dağıtıldı. Ama sol yenilmedi. Yenilmez de. Bu tekmili birden yobazlara mı boyun eğeceğiz? Tarihteki kardeşlerimiz hiç boyun eğdi mi? Boyun eğen unutulur. Boyun eğmeyenler hala hatırlanıyor. Şu anda Türkiye’ye büyük bir sol sempatisi var. 1 Mayıs’ta Taksim’de gördük. Bu sandığa yansımıyor ama. Çünkü solun güvendiği bir parti yok. Bir ayrılmışlık var. Küçük küçük partiler bulunuyor… 12 Eylül faşist darbesi örgütlü solu dağıtmıştır. Sol şu anda dağınıktır. Bu dağınıklığı gidermek bize düşüyor. Bundan sonra yapılacak tek bir şey vardır. Tabandaki örgütlenme sistemle mücadeleye inanmak zorundadır. Sistemi değiştirmeden hiçbir şey olmaz. İşsizlik çözülünce sistem değişmez. Seçimlerden sonra bir araya gelip sistemi değiştirmeye yönelik girişimlerde bulunmamız gerek. Bu ülkede demokrasi sadece ve sadece egemenlerin kendi seçtiği adamların parlamentoya gönderdiği sistemdir. İstisnalar da bu sistemin çeşnisidir. Bu ülkede sistem sorgulanmadan, sistemi dönüştürme planı yapılmadan, sistemle mücadele edilmeden sistemin yarattığı sorunlara çözüm bulunması mümkün değildir.