Strateji kazandı, felsefe kaybetti
Okan Buruk, dün akşam Graeme Souness gibi Fenerbahçe Stadı’nın ortasına devasa bir sarı-kırmızı bayrak dikmedi belki. Ama neredeyse onun gibi bir şey yaptı.
José Mourinho, kusursuz bir takımınız yoksa ihtiyacınız olan şeyin felsefeden ziyade strateji olduğunu söyler. Fenerbahçe ve Galatasaray, Süper Lig’in bu sezon şu ana kadar en göze çarpan iki takımı. Ligdeki mevcut sıralamaları da bunu doğruluyor. Fakat iki takım da kusursuz değil. Aralarındaki en önemli fark ise; birinin bir filozofiyi temsil eden bir teknik direktörünün olması, öbürünün özellikle hedef maçlarda gerçek bir stratejiste dönüşen bir teknik direktöre sahip olması.
Fenerbahçe dün akşam Galatasaray yerine ligin orta sıralarından bir takımı ağırlasaydı, muhtemelen yine ileri ucunda Michy Batshuayi ve Joshua King olacaktı, merkez ikilisi yine Miguel Crespo ve Willian Arao’dan oluşacaktı, iki kenarda yine Bright Osayi-Samuel ve Ferdi Kadıoğlu’yu görecektik ve geri üçlü yine aynı olacaktı. Anlayışta da bir farklılık bulunmayacaktı. Ama Galatasaray’ın karşısında Fenerbahçe olmasaydı, çok büyük ihtimalle Barış Alper Yılmaz’ı santrforda görmeyecektik. Bu tamamen Fenerbahçe’ye özel bir karardı.
Okan Buruk’un önünde birkaç seçenek bulunuyordu: Birincisi; en uçta son haftaların formda golcüsü Bafetimbi Gomis ile başlamak. Fakat bu maç farklıydı. Fenerbahçe’nin arkasında verdiği geniş boşlukların değerlendirilmesi gerekiyordu ve Gomis ile bu yapılamazdı. İkincisi; uzun süredir sakatlığı bulunan Mauro Icardi ile başlamaktı. Fakat aynı şekilde fiziksel olarak henüz hazır olmayan Icardi de bu alanları değerlendiremeyebilirdi. Üçüncüsü; en uca Dries Mertens’i koyup merkezi üçlemekti, ki Kadıköy deplasmanında akla en yatkın ve risksiz seçenek bu gibiydi. Dördüncüsü ise Barış Alper’i en uca koyup, savunma hattını kendi kalesinin çok uzağında kuran Fenerbahçe savunmasını onun hızı ve dayanıklılığıyla zorlamaktı. Buruk sonuncusunu seçti.
TAHMİN EDİLEBİLİRLİĞE KARŞI BEKLENMEDİK OLAN
Bu kuşkusuz bir yönüyle beklenmedik ve riskli bir karardı. Zira ne olursa olsun iki üst düzey santrforu birden kenarda oturtmak kolay verilebilecek bir karar olmasa gerekti. Hele ki başlangıç planı iyi bir sonuç vermediği takdirde, bu kararının getireceği eleştirileri göğüslemek zorunda kalacaktı. Ama Buruk bunu göze aldı ve kazandı.
Dün akşam yalnızca Fenerbahçe, Galatasaray’a kaybetmedi. Aynı zamanda Jorge Jesus da Okan Buruk’a kaybetti. Buruk’un ne beklenmedik başlangıç planına ne de oyun içindeki hamlelerine karşı bir cevap verebildi. Üç hafta önce Abdullah Avcı, geriden oyun kurmayı reddedip, uzun toplarla Fenerbahçe’nin ön alan baskısını pasifize edip, arkalarında bıraktıkları geniş alanları değerlendirerek, ligdeki tüm takımlara Fenerbahçe’nin nasıl yenilebileceğini gösteren, referans niteliğindeki bir maç planına imza atmıştı. Buruk da aynı yoldan ilerledi.
Fenerbahçe sezon başından beri belirli bir şekilde oynuyor. On birler değişiyor, dizilişler değişiyor, ama anlayış sabit kalıyor. Arkasında en az kırk metrelik geniş bir alan bırakarak oynuyor Fenerbahçe ve şiddetli bir pres yoluyla rakiplerinin o alanı kullanmalarına izin vermemeye çalışıyor. Dünya Kupası arasına dek bunu çok iyi başarmışlardı. Ama aradan dönüldüğünden beri bazı şeyler değişti.
FENERBAHÇE’DE SORUN NE?
Birincisi; Fenerbahçe’nin fizik kalitesi ve dolayısıyla ön alan presi aynı seviyede değil. Bu da arkalarında bıraktıkları geniş alanları rakiplerin daha iyi kullanmalarına neden oluyor. İkincisi; rakipler artık Fenerbahçe’nin nasıl oynadığını çözdü sayılır. Dünya Kupası’ndan önce Süper Lig’in en tahmin edilemez takımı Fenerbahçe’yken, şu anda şaşırtıcılığı pek kalmamış bir takım konumundalar.
Üçüncü sorun ise Jesus’un seçtiği oyunun kendisi. Elbette her tercih edilen oyunun avantajları ve dezavantajları vardır. Fenerbahçe de Dünya Kupası öncesinde bu seçilen oyunun avantajlarını fazlasıyla yaşadı, şimdi de dezavantajlarıyla tanışıyor. Başka bir deyişle, hücum etme şekilleri savunmadaki zaaflarını belirliyor. Bir an önce rakip kaleye gitmek isteyip bunu başaramayınca, bu defa rakip aynı hızla kendi kalelerine iniyor.
Erik ten Hag, “Topu çabuk kaybederseniz, savunmada korunmasız kalırsınız. Çünkü henüz pozisyonunuzu alamamışsınızdır. Ama topa sahip olur ve alelacele bir gol bulmaya çalışmazsanız, o zaman sahanın diğer tarafında mutlaka bir seçeneğiniz olur” der. Fenerbahçe ise sahanın diğer tarafındaki o seçeneği umursamadan oynuyor. Sanki bir acelesi varmış, bir yere yetişmek zorundaymış gibi.
Dördüncü ve bir başka sorun ise Jesus’un fiziksel kaliteyi ön plana çıkarırken, teknik kaliteden çok fazla ödün vermesi. Galatasaray’da sezon başında bunun tam tersi bir durum vardı. Okan Buruk elindeki bütün teknik kalitesi üst düzey oyuncuları bir arada kullanmaya çalışıyordu. Bu da ortaya son derece durağan ve rakipler için hem önlem alması hem de zarar vermesi kolay bir takım ortaya çıkarıyordu. Fakat Buruk, Kayserispor maçından sonra dengeyi buldu; teknik kalitesi yüksek merkez oyuncularını, fizik kalitesi yüksek kenar oyuncularıyla buluşturdu ve o günden beri oyun kaliteleri hep giderek yükseldi, hiç maç kaybetmediler.
Jesus’un ise kadro içindeki dengeyi bulabildiğini söylemek hâlâ mümkün değil. Takımın teknik becerisi en yüksek oyuncuları, başta Arda Güler ve Miha Zajc olmak üzere, çok az süre alabildiler. Bu da özellikle Dünya Kupası’ndan sonra Fenerbahçe’yi rakiplerinin nezdinde giderek daha tahmin edilen ve kolay durdurulabilen bir takıma dönüştürdü. Aynı zamanda zaafları da giderek daha görünür ve kullanılabilir olmaya başladı.
DOĞRU KURGULANMIŞ BİR KALİTE
Bu zaafları en iyi kullanan rakip ise uzak ara Galatasaray oldu. Bunu da sahip oldukları kaliteyle açıklamak mümkün. Sonuçta oyuna sonradan Icardi’yi alan bir takımdan bahsediyoruz. Buruk da maç sonunda yaptığı açıklamada buna vurgu yaptı: "Fenerbahçe uzun toplarla oynayan bir takım. Onlara karşı başarılı olan oyunlarda orta saha baskısı, ikinci top ve savunma arkası toplar öne çıkıyor. Bu bana özel bir durum değil. Bunu bütün takımlar deniyor, ama burada kalite devreye giriyor. Biz kalitemizi gösterdik.”
Buruk’un övgüleri kendi üzerinden almaya çalışıp oyuncularını işaret etmesi, en az hazırladığı maç planı kadar güzel. Ama yine de övgülerden kaçamayacak. Dün akşam Graeme Souness gibi Fenerbahçe Stadı’nın ortasına devasa bir sarı-kırmızı bayrak dikmedi belki. Ama neredeyse onun gibi bir şey yaptı. Kusursuza yakın bir maç planıyla unutulmaz bir zafere ve kendisinden çok daha deneyimli bir teknik direktöre karşı bir ustalık eserine imza attı.
Joachim Löw’den bu yana bir Süper Lig sezonunun ilk yarısında Fenerbahçe’nin başında üç derbiye de çıkıp galibiyet alamayan ilk yabancı teknik direktör olan Jorge Jesus’un ise bilhassa hedef maçlarda daha stratejik düşünmeye ihtiyacı olabilir. Ama genel olarak felsefesinde de bir güncelleme yapması gerek gibi görünüyor.