Suça sürüklenen çocuklar ve yaralı toplum
Ortada iki çatallı bir yol var: ıslah etme yönü olmayan, tamamen ceza odaklı bir adalet sistemi mi, yoksa davranışlarının sonuçlarını öngörebilme kapasitesi yetişkinlere göre daha düşük olan çocukların suç işlemesine yol açan sebeplerin önüne geçen onarıcı bir adalet sistemi mi?
17 Ekim Dünya Yoksullukla Mücadele Günü… Giderek yoksullaşan, yoksulluğu da yediden yetmişe toplumun farklı yaş gruplarında farklı şekillerde ortaya çıkan Türkiye’de yoksullukla mücadeleye dair stratejiler ve çözümler ele alınacak. Süslü sloganlar, beylik laflar, tutulmayan vaatler eşliğinde…
Ben dahil çoğumuz da çocuk yoksulluğunun farklı çehrelerini düşünüp, eğitimsizliğin, vasatlığın, kuralsızlığın, cezasızlığın, uyuşturucu kullanımının, açlığın ve toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin zirve yaptığı bir dönemde çocukların nasıl topluma geri kazandırılabileceğini düşünüp duracağız. Bir kısır döngüye hapsedilmişçesine…
Nihan Akkocaoğlu Çayır’ın Opus Kitap etiketiyle kısa süre önce yayımladığı Yara Bandı isimli çocuk kitabı, düştüğü için dizindeki yarası acıyan ve acısı nedeniyle dışarı çıkıp arkadaşları ile yeniden koşup oynamaktan çekinen Bulut’un hikayesi... Fiziksel bir acıdan yola çıkılarak, “yara” ve “yara bandı” ekseninde bir dizi felsefi soru eşliğinde…
Ve yazar soruyor: “Peki, en çok canı acıyan kimdi? En çok ağlayan mı? Yarası en büyük olan mı? Günlerce yarası geçmeyen mi?”
Ne çok yara ve ne çok yara bandı var hayatta… Yara bantları bazen yaraları konuşturarak bizim acıları daha iyi çözümlememizi sağlıyor. Bazen de o yaraları kapatarak, kısır döngüyü palyatif şekilde “idare etmemizi”…
Peki, son 14 yılda sayıları 100 binden fazla artan, suça sürüklenen çocukların ve toplumun canını en çok acıtan neydi?
Bu çocukların toplumda binlerce kişiyi yaralayarak, canice öldürerek, sokak ortasında gasp ederek toplumun canını acıtması nasıl önlenebilirdi?
Bebeklerden katil, hırsız, yankesici yaratan karanlık neden bir türlü aydınlığa kavuşamaz ki?
Suça sürüklenen çocuklardan, yani 12-18 yaş aralığında suça bulaşmış veya bulaştırılmış çocuklardan söz ediyorum.
Suçun faili, ama bir açıdan da kirli eller tarafından suça bulaştırıldığı için suçluluğun mağduru da olabilen çocuklardan…
Eğitim dışında kalmış, erken yaşta zorla çalıştırılan, istismar edilen, ihmal edildiği için tehlikeli çevrelere dahil olan, sokakta yaşamaya mahkûm edilen, silahlı çatışma altında yaşayan, doğal afetlerden etkilenen, psikiyatrik sorunları görmezden gelinen, tüm ihbarlara rağmen suça sürüklenme riski yetkililer tarafından dikkate alınmayan çocuklardan…
Bu çocuklara isnat edilen 3 suçtan 2’sinin yaralama ve hırsızlık olduğu bir toplumda yaralara nasıl bir bant ve ilaç tedavisi uygulanmalıydı?
Ve onların “özlerinin yaralanması”na seyirci ama başkalarını derinden “yaralamaları”na da tanık kalanlar olarak, bu çocukların yaralarının toplum üzerindeki uzantılarının günlerce değil nesillerce geçmeyeceğinin farkında mıyız?
Güvenlik birimlerine getirilen veya gelen çocukların karıştığı olay sayısı 2010 yılında 83 bin, 2012 yılında 100 bin, 2021 yılında 133 bin, 2022 yılında ise 207 bin civarındayken, geçen sene neredeyse 550 bine ulaştı.
Konu en son 19 yaşındaki “suç makinesi” Yunus Emre Geçti’nin, gencecik bir polis memuru olan Şeyda Yılmaz’ı öldürmesiyle yeniden tartışılmaya başlandı.
Ancak 26 suç kaydına rağmen hiçbir onarıcı adalet sürecine temas etmeksizin toplumda sürekli suç üreterek yaşayan bir çocuğun binlerce benzerinin halen yanı başımızdan geçtiği, Beyoğlu’nda sokak ortasında bir kıza fiziksel istismarda bulunan ve iki kadını canice katledenler gibi başka kimlerin hangi suçlar için hazırlık yaptığı da koca bir bilinmezlik…
Birkaç ay önce üniversite öğrencisi 20 yaşındaki Ata Emre Akman da kurye olarak çalıştığı Balıkesir’de sokak ortasında 17 yaşında ve suç sicilinde altı yaralama ve tehdit kaydı olan biri tarafından defalarca bıçaklanarak öldürülmüştü.
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği (CİSST) verilerine göre, Türkiye’deki hapishanelerde 158’i kız çocuğu olmak üzere 12-18 yaş arası 3.432 çocuk bulunuyor.
Ülkede 4 çocuk eğitimevi, 9 çocuk kapalı ceza infaz kurumu var. Suçu kesinleşmemiş, yargılama süreci devam eden tutuklu çocuklar kapalı ceza infaz kurumlarında, bazen de yetişkin hapishanelerinin çocuk koğuşlarında, cezası kesinleşmiş olan hükümlü çocuklar eğitim evlerinde tutuluyor.
Bu çocukların karıştıkları olayların neredeyse 200 bine yakını, kanunlarda suç olarak tanımlanan bir fiili işledikleri iddiasıyla alakalı... Önemli bir kısmına yaralama ve hırsızlık suçlarının isnat edildiği bu çocukların bir kısmı da uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanmak, satmak veya satın almak ile tehdit suçlarından dolayı güvenlik birimlerine getirilmişti.
Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanımı, satışı veya alımına karışan çocuk sayısı, 2014 yılından bu yana yaklaşık 8 bin bandında seyrediyor. Tehlike bir türlü azalmıyor. Madde bağımlısı çocuklar, büyüdüklerinde madde bağımlısı gençler olup sürekli suç üretiyorlar, kadınların yaşam haklarını ellerinden alıyorlar.
Peki bir çocuk suça nasıl sürüklenir veya itilir? “Hapse atacaksın bunları, bir daha da çıkarmayacaksın” veya “ibret olsun diye sallandıracaksın bunları” şeklindeki tepkiler, bu trajik ortama bir çözüm getiriyor mu?
Öncelikli sebep, hiç kuşkusuz çocuk yoksulluğu ve yoksunluğu. Derinleşen yoksulluk, çocuklar açısından aile tarafından ihmal, istismar, okul terk, hane gelirine katkı için işçilik veya uyuşturucu ticareti yoluyla kolay para kazanmak gibi sonuçlar doğuruyor. Okul çağındaki çocuk, okul yerine sokakta olduğunda risk altına giriyor, çünkü okul çocuğu çevresel risk faktörlerinden büyük oranda koruyan bir çatı…
Suça sürüklenen çocukların çoğunda okul terk, düşük okul başarısı gibi dinamikler var. Okul kurallarına uymadığı için okuldan uzaklaştırılan veya karnı aç olduğu için dersine konsantre olamayan ve düşük başarı gösteren çocuğu cezalandıran, başarısız görülen ve ötekileştirilen çocukları meslek hayatına kazandırmayan yaklaşımlar, birçok açıdan çocuğu suç ağlarının kucağına itiyor.
Bu yüzden de okulu cazip bir yaşam alanı haline getirmek, “ideal öğrenci” tanımını sisteme pompalamak yerine her çocuğa özgün bir eğitim yaklaşımı benimsemek, nitelikli kamusal eğitim sağlamak, ücretsiz okul yemeği gibi imkanlarla çocukları okula çekmek, suça sürüklenmenin de önüne geçecek çözümlerin başında geliyor.
Dicle Üniversitesi, Haziran 2017-Kasım 2018 tarihleri arasında Çocuk Psikiyatrisi polikliniğine adli muayene amacıyla getirilen suça sürüklenmiş 107 çocuğun geriye dönük dosyalarını inceleyerek çok önemli bir araştırma gerçekleştirmişti.
Buna göre, suça sürüklenmiş bu çocuklarda erkek cinsiyet, okulu bırakma, madde kullanımı, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, sosyoekonomik düzey düşüklüğü tespit edilmişti.
Bu verilerin analizi ise önemli bir dinamiği ortaya koymuştu: Suça sürüklenen çocukların sadece üçte biri okula devam ediyor; dörtte biri daha önce zaten başka bir suç daha işlemiş; dörtte biri madde kullanıyor; yarıdan fazlasının ise en az bir psikiyatrik bozukluğu var.
Önlem alınmadığında bu çocukların yeniden suça sürüklenme riski oldukça yüksek. Zira çocukların büyük kısmı, uzun ve sert hapis cezalarının ardından tahliye olunca hemen hapishaneye dönüyorlar, yani “mükerrir” -birden fazla suç işleyen- oluyorlar.
Uluslararası normlara göre, çocukların özgürlüklerini kısıtlayıcı tedbirler ve ceza adalet sistemi içerisine sokulması son çare olmalı. Ayrıca Birleşmiş Milletler’in tavsiye kararları, asgari sorumluluk yaşının 14 yaşın altına düşürülmemesi yönünde…
Türkiye’de ceza sorumluluğu yaşı 12. 15 yaşına kadar çocuklar, üst sınırı 5 yıl olan cezalar dolayısıyla tutuklu yargılanamıyorlar. Yaş küçüklüğü sebebiyle davranışlarını yönlendirebilme ve sonuçlarını öngörebilme kabiliyetinin bir yetişkinden daha az olması dolayısıyla yargılama sonunda çocuklara verilecek cezada indirim uygulanıyor. Olaya ya da hâkimin takdirine göre başka indirimler de uygulanarak denetimli serbestlik ve koşullu salıverilme tedbirleriyle daha erken tahliye olmaları da mümkün.
Ancak şu anda konuşmamız gereken şey, çocukların hangi suçlardan cezalandırılacakları değil, onların karşılaştığı riskler ve ihtiyaçlarının tespit edilerek suç ortamlarından nasıl uzaklaştırılacakları, uzun vadede de toplumda suç oranlarını azaltacak bir adalet sisteminin nasıl geliştirileceği… Yoksa onları yaşam ve gelişim şartlarına uygun olmayan hapishanelere koyarak veya hapishane doluluk oranları yüzünden sürekli denetimli serbestlik verip kendiliğinden ıslah olmalarını veya toplumda suçluluk oranlarının birden bire azalmasını beklemek bir hayal.
Ortada iki çatallı bir yol var: ıslah etme yönü olmayan, tamamen ceza odaklı bir adalet sistemi mi, yoksa davranışlarının sonuçlarını öngörebilme kapasitesi yetişkinlere göre daha düşük olan çocukların suç işlemesine yol açan sebeplerin önüne geçen onarıcı bir adalet sistemi mi?
Ne yazık ki artık “yeni nesil Z kuşağı mafyalardan”, 15’e kadar inen suçluluk yaşından söz edilen Türkiye’de ağırlıklı yaklaşım, suça sürüklenen çocuklar için onarıcı olmak yerine cezaya dayalı bir yaklaşım olduğu için aynı kısır döngü içerisinde bir bebekten katil yaratan bir karanlığa, bireysel suçluluğun çeteleşmeye evrildiği bir düzeneğe lanet okumaya devam ediyoruz.
İkbal Uzuner ve Ayşenur Halil’in, iki gencecik kızın vahşice katledilmesinin ardından Edirnekapı surlarındaki halk protestosunda bir çocuğun elinde taşıdığı pankarttaki cümle gibi: “Suçu toplum hazırlar, suçlu işler.”
Tutuklamanın suçu önleyici, çocuğu onarıcı ve güçlendirici bir tedbir olmak yerine bir ceza aracı olarak kullanılması, uzun tutukluluk sürelerinde çocukların -kapalı bir kurum olması sebebiyle yapısı gereği “şiddet üreten”- cezaevlerinde suç ağlarıyla tanışmasına ve özgürlüğüne kavuştuktan sonra suç mekanizmalarının içine sürüklenmesine, dolayısıyla kriminal ilişkilerin yeniden üretilmesine yol açıyor. Zira hapishane ortamında yeterli bir rehabilitasyon mekanizması işlemiyor.
Eldeki veriler, çocukların hapishaneye geri dönüş oranının yüzde 70’lere ulaştığını gösteriyor. Ancak bu oran örneğin Hollanda’da yüzde 10. Hollanda, suçluların rehabilitasyonu konusunda tıkır tıkır işleyen bir sistem kurması sayesinde şu anda hapishanelerini neredeyse tamamen boşaltmış durumda. Kişilik bozukluğu olan, uyuşturucu bağımlısı veya maddi sorunları olan suçlulara ortalama iki yıl boyunca rehabilitasyon hizmeti veriliyor. Sonucunda bir başka suça karışma ihtimalleri ciddi anlamda azaltılıyor, hem de toplumda psikiyatrik sorunları olan kişi sayısı da kontrol altına alınmış oluyor. Benzer bir politika Norveç’te de olumlu sonuç verdi.
Hatta Miriam van Driel isimli Hollandalı bir psikolog, suçlulara yönelik etkin rehabilitasyonun önemini, bir röportajında şu şekilde değerlendirmişti: “İnsanlara hapishanelerde nasıl davrandığınız, onların topluma geri dönüşü konusunda büyük bir fark yaratır. Eğer onlara köpek gibi davranırsanız, dışarı çıktıklarında köpek gibi davranırlar. Eğer onlara insan gibi muamele ederseniz, onlar da özgürlüklerine kavuştuklarında öyle davranırlar.” Yani hükümlülere saygı duyulduğunda, onlara farklı bir insanlığın mümkün olduğu gösterildiğinde sonuç da müspet oluyor.
Cezaevinden çıkan çocukların ve ailelerinin kolay erişebilecekleri psikososyal destek ağlarının yaygınlaştırılması, sosyal hizmet uzmanları ve psikologların bu yönde daha fazla görevlendirilmesi şart.
Örneğin Almanya’da suç işleyen çocuğun velayeti, bazı durumlarda ebeveynlerinden alınarak çocuk koruyucu bir ailenin yanına veya eve yerleştiriliyor; eğer çocukta psikiyatrik bir rahatsızlık var ise, bir psikiyatri koğuşuna cezalandırma amacıyla değil terapi için gönderilebiliyor.
Üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi’nin Avrupa Cezaevi kurallarının sağlıkla ilgili 39’uncu maddesi işte tam da bu yüzden çok önemli: “Kişi cezaevine girdiğinden daha gerilemiş olarak çıkmamalı.” Hırsızlık, yaralama, madde satıcılığı gibi suçlardan ceza alan çocuklar, tahliye sonrasında onları topluma kazanmaya yönelik çalışmaların yetersiz oluşundan dolayı aynı suçtan defalarca cezaevine dönüyor.
“Buraya kapı hırsızı olarak girdim, kasa hırsızı olarak çıkıyorum”, “tek başına girdim, çete olarak çıkıyorum”, “artık profesyonel suçluyum” diyor çocuklar… Ciddi bir değerler erozyonu söz konusu.
Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği’nden Hapiste Çocuk tematik alan sorumlusu Cansu Şekerci, “Onarıcı bir adalet sisteminin kurulabilmesi için meselenin mağdur-toplum-fail üçgeninde ele alınması gerekiyor,” diyor.
Şekerci’nin sözünü ettiği üçgen; mağdurun adalet duygusunu tatmin edebilecek, toplumun güvenliğini sağlayacak ama diğer yandan da risk ve ihtiyaç analiziyle faili suç tekrarından uzaklaştıracak türden.
Bu konuda görüştüğüm Şekerci’ye göre; sorunun nereden kaynaklandığını düşünürken kolaya kaçıp öfkeyi büyütmek yerine başka bir sorunla yüzleşmeliyiz: Bu ülkede niçin etkin bir çocuk ve gençlik politikası yürütülmüyor?
Şekerci çok kritik sorular soruyor:
“26 kayda kadar bu çocuk/genç için hangi koruyucu ve destekleyici tedbirler uygulandı da niçin sonuç alınamadı” analizini şu an kim yapıyor? Çocuğun adalet sistemine girdiği dosyalardan kaçında düzgün bir sosyal inceleme raporu alınmış? Kaçında Çocuk Koruma Kanunu’nda yer alan tedbirlere başvurulmuş ve bu tedbirler nasıl bir fayda sağlamış ya da sağlayamadıysa niye sağlayamamış?”
Şekerci, kişilerin çocukluk ve genç yetişkinlik dönemlerini hapishanede geçirmesinin, onları tahliye sonrasına hazırlamayan bu sistemde bir çözüm olarak kabul edilmemesi gerektiğini, aksine, hapishanede uğradıkları hak ihlalleri ve mahrum kaldıkları ihtiyaçların, artan mahpus nüfusu ve tahliye sonrasındaki hapishaneye dönüş oranları ile düşünüldüğünde, hapsetmenin endişe verici sonuçlarını ortaya koyduğunu söylüyor.
Kendisinin altını çizdiği gibi; çocuk suçluluğuyla mücadele için çocukların hapsedilmeleri sonucunu doğuracak dosyaların birikmesini beklemeden adalet sistemiyle ilk ilişkilendikleri anda bir önleme çalışması şart:
“Bunun için Çocuk Koruma Kanunu’nda birtakım düzenlemeler zaten var ama etkin bir uygulama alanı yok. Hatta çocukların suçla ilişkilendikleri ilk anı dahi beklemeden yerelde sosyal hizmetin yaygınlaştırılması ve okulda çocukların çocuk hakları odağında takip edilmesi ile önleme çalışmaları güçlenebilir. Bunun gerçekleşmesi için ise hak odaklı, ayrım gözetmeyen, yeterli standartta ve süreklilik kazanmış bir çocuk ve gençlik politikası oluşturulması gerekiyor.”
Sosyoekonomik açıdan dezavantajlı ailelere doğan çocukların suç makinesine dönüşmesi karşısında artık yeni şeyler söylenmesi, etkili şeyler yapılması şart. Şule Gürbüz’ün dediği gibi, “devir, üstümüze devrildi.”
Menekşe Tokyay Kimdir?
Uluslararası ilişkiler alanında Galatasaray Üniversitesi'nde lisans, Avrupa Birliği bölgesel politikaları alanında Belçika Katolik Louvain Üniversitesi'nde yüksek lisans eğitimini tamamlayan ve Avrupa Birliği siyaseti alanında Marmara Üniversitesi Avrupa Birliği Enstitüsü'nden doktora derecesi olan Tokyay, 2010 yılından beri ulusal ve uluslararası haber ajansları için röportaj ve analizler yaptı. Uzmanlık alanları arasında AB siyaseti, Orta Doğu, çocuk hakları ve sosyal politikalar yer almaktadır. Kendisi Fransızca ve İngilizceden birçok kitabı Türkçeye kazandırdı. Aynı zamanda aylık klasik müzik dergisi Andante’de köşe yazarı olan Tokyay, bir yandan da sanat alanında önde gelen isimlerle ve müzik alanında üstün yetenekli çocuk ve gençlerle ses getiren söyleşi dizileri gerçekleştirdi.
Diyabetli çocuklar için sensör lüks değil, hak 17 Kasım 2024
Eğitim İzleme Raporu ışığında, Aydınlanma’nın izinde 10 Kasım 2024
Sanata geçit var mı? 03 Kasım 2024
Onlar bıraktığınız yerde, peki siz neredesiniz? 27 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI