Süreyyya Evren'in pan-anlatısı: Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara
Süreyyya Evren’in yeni kitabı ‘Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’ Can Yayınları tarafından yayımlandı.
“Bir kitapta tek bir kişi yazar olamaz, eskidendi o.”
Böyle bir açılışla –daha en başında okuru oyundan haberdar eden, onu metnin yazılış sürecine dahil eden bir ilk cümleyle– karşılaşmamıştım bir süredir. Hemen, kurmaca dediğimiz oyunun kendisi değil midir zaten, diye sorabiliriz. Öyledir, evet; fakat bu fikri uygulamada göstermek, kurmaca içinde tartışmak, her yazarın cesaret edebildiği bir iş değil. Çünkü içeriği öncelemeden hatta yoksayarak bir metin kurmak; ‘konu’yu yolda bırakmak, kurmacanın bir yerlerinde unutmak –yani zor olanı yapmak– da, oyunu okur için yorucu hâle getirmeden devam ettirmek de farklı meziyetlere sahip olmayı gerektiriyor. Hepsinden önce de metni hakikaten önemsemeyi.
Bu girişi yazmamın sebebi, Süreyyya Evren’in yeni kitabı ‘Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’ için birkaç söz etmek/edebilmek. Kitabın yazıya dökmek istediğim ilk niteliği, ona ‘herkes’ olarak yaklaşmamıza izin vermesi. Evren’in “pan-anlatı” yahut “panlatı” olarak tanımladığı kitabına bir okur (yazarın tabiriyle “sızar”), bir eleştirmen olarak yaklaşmanın yanında bir yazar olarak da yaklaşabiliyoruz. Yazar-metin-okur üçgeni diye bir şey yok bu panlatıda, İstanbul denilen ve tek yokuştan oluşan bir üçgen var. Bu üçgen aldığı darbelerle devrilebiliyor, farklı görünüşlere sahip olabiliyor; yokuşunsa her an dümdüz olma ihtimali var. O bir mekân değil yalnızca; bir deneyim, bir sanrı, sis bulutlarının içinde belli belirsiz bir hayal, metnin kendisi. Mühim olan, yokuşun bir yerinde olmanız. Mühim olan, yokuşta var olmanız. Çünkü metnin yazarlarından biri yokuş olduğu için, yokuşta olmak; metinde olmak, ona karışmak demek biraz da:
“Yokuşun kendisinin yazdığı metinler de bu açıyı takip eder. Yokuş, tıpkı rüzgârın yazması gibi, bulutların yazması gibi, matadorların, boğanın, güneşin, denizin, balıkçının bizzat kendisinin kendisini yazması gibi kendi açısından kendi eğimini kendi yazabilir.” (s. 201)
Yazdıklarım Evren okurlarına tuhaf gelmeyecektir. Ki kitabın tanıtım bültenine göz gezdirmek bile aslında bir şeylerin alışılmıştan farklı olduğunu görmeye yetiyor. Kısaca söylemek gerekirse, (buna ‘konu’ özetlemek denirse yahut kitabın hakikaten bir konusu varsa) ideal hâline getirdiği işe başvurmak için evinden çıkıp hastaneye doğru yol olan hemşire K’nın yaşadıklarını okuyoruz. Bu yolculuk herhangi bir unsuru anlatmak için araç değil, doğrudan ‘yolculuk’ olarak burada bulunuyor. K’nın karşılaşmaları, yoldaşları, gördükleri ve duydukları pek de sıradan şeyler değil elbette. Panlatıyı iten, hareket ettiren de bu. Diğer yandan, bu sıradan olmayanlar, günümüze ait fikirleri, nesneleri, durumları simgeliyor. Dikkat kesildiğimizde fark edeceğimiz birçok gönderme yer alıyor kitapta. (“Herkessanatçıolduktansonrakisanatçı olunabilir bugün ancak, biri illa sanatçı olmak istiyorsa,” (s. 47) diyor yazar örneğin. Yahut yokuşaltı anlatılırken eskiden revaçta olan sahte belgecilik işinin kollarından biri olarak “tez yazmak” zikrediliyor. En çok dikkatimi çeken paragraflardan birini alıntılamak isterim: “Tam üçüncü dünya halkları tüketim yapabilecekken tüketim kültürüne karşı çıkmak da nedir? Bu şu mu demek: Hayır dostum, katiyen olmaz, geç kaldınız, akıllı olup daha önce modernleşecektiniz, artık tüketmenize izin vermeyiz. Biz tükettik daha da tükendi, zevk de doğa da bitti. Boşuna modernleştiniz açıkçası. Kısmet…” (s. 46)) Hepsinin ardındaki felsefeyi ise, ‘mücadele bir yere kadar iyi ama bazen direnmemek ve geleni, akanı, durmayanı kabullenmek lazım’ şeklinde bir cümleye indirgeyebilirim belki. Cümlemin yönü yokuş aşağıdır tabii.
KESİŞME, SIZMA, HURRALANMA
Süreyyya Evren deyince akla gelen ilk kelimelerden biri postmodernizm. Aynı şeyleri yinelemenin manası yok; fakat ‘Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’nın da postmodern bir anlatı –panlatı, panlatı!– olduğunu söylemeliyim. Postmodernizmin ‘bir yoktur, her şey ikiden başlar’ mottosuna uygun bir şekilde ve henüz kitabın başında belirtildiği üzere tek yazarlı, tek anlatıcılı değil Evren’in kitabı. Farklı bölümler farklı anlatıcılara teslim. Başkişi olarak tanımlayabileceğimiz K’nın ismine her bölümde bir harf ekleniyor. K’dan dört nala ormana dalan Karaca’ya değin oyun sürüyor. Bölüm başlarında kullanılan epigraf niteliğindeki sözler, yokuş aşağı seyreden kurguya ayak uydurduğu gibi ‘yazma eylemi’ üzerine düşünüldüğünü de ortaya koyuyor. Bunların kimisi hakkında bilgi de vermiş Evren, kitabın sonunda yer alan meraklısına notlar bölümünde. Ayrıca kitapta üçgenin her yeni görüntüsü için çizimler yer alıyor ve bu çizimler okuru ikna edici bir niteliğe sahip olduklarından anlatıyı gerçekçi kılıyor.
Karnavalesk atmosferi birden fazla anlatıcıyla, başkişiyle, fikirle, mekânla, zamanla, hatta metinle yaratmak mümkün. Evren ise bunu –K’nın muhatap olduğu ‘varlıklar’ başta olmak üzere– olağan dışı unsurlarla yaratmayı başarmış kitabında. Kurmacanın bir üçgene yaslanması bile tek başına besliyor olağan dışılığı. Gelgelelim Evren’in kitabı için ‘alegorik bir roman’ denmesinin sebebi de üçgenler, dikdörtgenler, yokuşlar… Hepsi, meseleyi sunmak için iyi birer zarf oldukları kadar meselenin bileşenleri de.
“Bir pan-anlatı bütün anlatıları, var olan bütün anlatıları toplayan bir anlatı demek değildir. Bir odaklanmada, bir eğilimde, bir kesişimde, izleri bulunan, orada kesişen bütün anlatılar demektir,” diyor yazar. (s. 158) Onun kitabında “yokuşta” kesişiyor anlatılar. “Bu panlatı bütün anlatıların bana yokuşta değdiği bir yapı,” derken belirttiği gibi. (s. 194) Evren’in peşine düştüğü kurmacanın tanımına da göz atalım:
“Yazarın beyninden birtakım direktiflerle parmaklarının ucuna oradan klavyeye giden, inen, oradan soyutlanıp kitaba, nesneye evrilen ve belki dijitalleşip e-kitap formu alan, bilgi formlarına girip çıkıp farklı mevkilerde hareket eden, dolayısıyla kökeni ve çıktısı izlenebilen bir şey değil de yazarın bedeninin tümünde, hatta kafasının bir karış üstünde, beyin dalgalarının eriştiği yerlerdeki diğer dalgalarla birlikte, oluşmaya eğilimli bir şeylerin bir söze doğru kaynaması, fokurdaması, kendini bırakması olarak yazmak. Hâliyle de kökeni hep başka kökenlere bağlanan, bütün anlatıları içermeyen ama konumlanışı dolayısıyla kuşkusuz bütün anlatıların bir araya geldiği bir anlatı kavşağından yazmak olarak yazmak. Yani kısacası bir pan-anlatı yazmak.” (s. 25)
Bununla bitmiyor, yazar ve okur portresi de çiziyor Evren. “Yazarın yazar okurun okur konumunda olması kitap başlayana kadardır,” diyor. (s. 113) “İçinde/n yazma” eylemine dahil “harfleri yiyecekmiş gibi yazan bir yazar” ve “harfleri yiyecekmiş gibi okuyan bir okur”dan bahsediyor. ‘Mühim olan yokuşta var olmanız’ diye dillendirdiğim işte. Herkesin dilediği role büründüğü, dilediği yere sızdığı bir panlatı ‘Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’. Panlatı kişilerinden “İyi fikir yokçu”nun, “Bir kitaba varmak istemiştim ben hep, insan olmanın ahlaksızlıklarından kurtulmak için,” (s. 273) şeklindeki sözleri hem bu sızma hâlinin hem de kurmacanın imkânlarının bir göstergesi. Nasıl ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı sözcüklerinin düzeninden koparıp okumak istemişse, şimdi de “arka arkaya gelen sözcüklerden oluşan bir kitap yazmak istemiyor” Evren. Metnin kendisini mesele hâline getirerek ondan kaynaklanan ve ona yönelen birçok problemi tartışmaya açıyor. Tartışmanın içine okuru da çekiyor, ‘yazardan bağımsız’ anlatıcıları da. Hatta bizzat metni de. Gerisi kimin ne kadar aç olduğuyla ilişkili.
“Galiba yazmak yerine aç aç dışarıya çıkıyor ve şöyle düşünüyorum: Yazar da okur da aç olmalı. Benim hiçbir numaraya karnım tok değil. Göster bakalım. Göster sevgili K. Bakalım sen ne kadar açsın.” (s. 25)
HİKÂYE BİTSE DE YAZMAK BİTMEZ
Bir anlatının konuya ihtiyacı var mıdır? Evren kurmacanın temel öğelerinden ‘konu’ hakkındaki fikirlerini açıkça belirtiyor kitabında. Bunu kurguya ara vererek yapıyor. Böylece bahsi geçen tartışmalar akıştan bağımsız bir şekilde var oluyor. (Evren’in “Uyuklar gibi yazıyorum,” demesi bu duruma işaret ediyor aslında.) Bununla birlikte yazarın panlatıyı biten bir şey değil de duran bir şey olarak tanımlaması, ‘konu’ hakkındaki fikirleriyle örtüşüyor. Nitekim olaylar bitebilir, hikâyenin bir sonu vardır; fakat söz konusu yazmanın kendisiyse o bitmez, durur yalnızca. “Bir denemenin de soluk bitince durması gibi, göz kayınca, arkadan bir ses gelince, yaza başını arkaya çevirince.” (s. 270) (Ucu açık bırakılmış son, anlamın tüketilememesi, finalin olmayışı, bize yine postmodern bir anlatıyı işaret etmekte.)
Takip edilebilen olay örgüsünün zaman zaman yazar tarafından kesintiye uğratılmasının tek tehlikesi, genel roman okurunun zihnini bulandırabilecek olması kanaatimce. Zaten Evren’in tarzını bilen yahut bir romandan öncelikli beklentisi içerik/hikâye olmayan okurlar, bu bölümlerden daha çok haz alacaktır. Bu noktada, ‘Hurra Aşağılara, Yokuş Aşağılara!’nın özellikle son aylarda postmodernizmin imkânlarını sonuna kadar kullanan, oyunsu yönü yüksek Türkçe metinlerin özleminde olan okurları sevindireceğini düşünüyorum. Yazının problemleri üzerine kafa yoran, yazmayı metnin öznesi hâline getiren, okurunu da yazma sürecine dahil eden yazarları okumak her zaman keyifli.
Buyurun gündüzün geceyi, gecenin gündüzü takip etmediği yokuşaltına… Unutmayın ki “gerçek hayat sadece yazıdır.”