Suriye'de savaşın 10. yılı ve Türkiye
Suriye, Türkiye’nin öngörülebilir, güvenilir, tutarlı, çokboyutlu yani uluslararası camiada muteber bir dış politikası olmadığının bir başka nişanesi oldu. Görülebilir gelecekte, Suriye bir diplomasi fiyaskosu ve insanlık trajedisi olarak yanı başımızda durmaya, aczimize ayna tutmaya, dört milyon Suriyeli ülkemizde, Türkiye de Suriye’de kalmaya devam edecek.
Suriye’de on yıl önce başlayan demokrasi özlemli halk ayaklanması, hızla iç savaşa dönüştü. Arap Baharı’nın diğer benzer örneklerinde olduğu gibi, radikal İslâmcılar potansiyel devrimi fırsatçılıkla gasp etti. Bölge devletlerinden Türkiye ve İran, onlarla birlikte AB ve küresel güçler ABD ve Rusya’nın da devreye girmesiyle ülke hepten cehenneme döndü. Irak’tan doğan zebani IŞİD ise Suriye’de öncelikle ABD destekli YPG/YPJ’nin silâhlı mücadelesiyle alan denetimi iddiasını yitirdi, çöl alanlarda (step? bediye?) küçük ceplere çekildi.
Aralarından otuzbine yakını çocuk olmak üzere, yüzbinler öldü, öldürüldü, kayboldu. Ülke nüfusunun yarısı yerinden yurdundan oldu. Ülke dışına çıkan kabaca yedi milyon Suriyelinin dört milyonu Türkiye’ye yerleşti. SDG denetimindeki Kuzey ve Doğu Suriye Özerk Yönetimi (KDSÖY) bölgesinde yaşayanlarla, yurtdışındakilerin toplamı da yaklaşık olarak Esat’ın denetimindeki bölgede yaşayan nüfusa eşit. Bu duruma bakarak kaba hesapla Esatçılar ile Esat karşıtları yarı yarıya denilebilir. Ülke nüfusu 2018’den bu yana yeniden artıyor.
Bugün, aradan on yıl geçtikten sonra, bir enkaz devletin üzerinde ve iktidarını paylaşmak zorunda kalarak ayakta kalmış olsa da Beşar Esat’ın iç savaşı kazandığı açık. Esat, “işe yarar Suriye” denilebilecek medeniyet ve ekonomi merkezleri Halep, Hama, Humus, Şam ile kısa Akdeniz kıyısında Tartus ve Lazkiye’yi elinde tutuyor. Bunların arasındaki ulaşımı da iyi-kötü açtı. Tahıl ambarı ve petrol kaynaklarını bulunduran “bereketli” alan da SDG denetiminde kaldı.
Artık çatışmalar, bombardımanlar soğudu, statüko kemikleşti. Küresel kamuoyu Suriye’den yoruldu, Suriye de manşetlerden düştü. Ülke, Fırat’ın Doğusu’nda ABD destekli SDG denetimindeki KDSÖY, kuzey ve batısında Türkiye’nin doğrudan ve dolaylı denetimindeki tampon bölgeler ile Esat’ın denetimindeki merkez ve batı arasında bölünmüş durumda. Rusya’nın Hmeymim ve Tartus’ta iki kalıcı üssü var. İran’ın etki alanı Suriye’ye de genişledi.
BM öncülüğünde Cenevre’de süren anayasa görüşmeleri ilerlemiyor, tıkandı. Temsili zayıf muhaliflerin taleplerinin belirsizliği ve değişkenliği, SDG’nin sürece katılamaması ve Beşar Esat’ın savaş öncesi statükoya yani Baasçı merkezi Arap cumhuriyetine geri dönüş dışında hiçbir adıma razı olmayan tutumu gelinen durumun nedenleri. Bu yıl ilkbahar sonlarında yapılacak seçimlerde Beşar Esat’ın aday olup olmayacağı, olmayacaksa yerine eşi Asma Esat’ın mı aday olacağı da belirsiz.
Dönemin, akademik tavırlı ABD başkanı Obama tek başına aldığı Esat’ın kimyasal saldırısını yanıtsız bırakma kararıyla adeta Rusya’yı buyur etti ve başta Fransa, AB’yi safdışı bıraktı. Bugün yine başta Fransa, AB’nin değil Ortadoğu, ne levant, ne Suriye’de esamisi okunuyor. Rusya kısıtlı yatırımla, istediğini elde etti. Beşar Esat da, Rusya ve İran desteği olmadan ayakta kalamayacak olsa da, kimsenin adamı, talimatla hareket eden bir kukla değil.
Arap âlemi, Suriye’yi yeniden Arap Ligi’ne çekme ve Şam’da büyükelçiliklerini açma eğiliminde. Filistin “davasından” vazgeçip, İsrail’le “dahi” ilişkilerini normalleştiren bir Arap evreninde, bu yönde bir gelişme şaşırtıcı değil. Katar dışında, bu ana eğilime aykırı davranacak Arap ülkesi yok gibi. Türkiye nicedir, “yargı dağıtan” açıklamalarıyla, Arap ülkelerine de Araplık dersi verir oldu.
Türkiye, IŞİD’in Kobani kuşatmasını Erdoğan’ın “düştü, düşecek” açıklamasıyla, tarihe tersten geçecek biçimde ıskaladı. Desteklediği cihatçı milislerin de savaş ve alan denetimi kabiliyetlerinin olmadığı anlaşılınca, dört askerî harekât yapmak durumunda kaldı. Harekât kararlarında rejim değişikliği, kifayetsiz muhalefet, YPG/YPJ’yi IŞİD’le eşitlemek, YPG/YPJ’yi “varoluşsal tehdit” olarak nitelemek etmenleri etkin oldu. Ülke topraklarında da kanlı IŞİD terör saldırılarına maruz kaldık.
Sözkonusu IŞİD saldırıları (bıçak gibi) kesildi –iyi ki. PYD’nin “Rojava” iddiasını Türkiye zorla yok etti. Kol bükme yani askerî gücünü kanıtladı, ancak ikna yani diplomasi, uzlaştırma ve ittifaklar oluşturma yeteneğini yitirdiğini de tescilledi. Diplomasisi hepten askerîleşti. TSK’nin önden gidip, sahada oldu-bitti yarattığı, hariciyeye işin tezgâhtarlığının kaldığı o alışageldik oyun yeniden sahnelenir oldu. Askerî hedefler belli, siyasal sonuç durumu muğlak yahut yok.
Verili durumdan bakarak Türkiye’nin daha onyıllarca Suriye’de kalacağı öngörülebilir. Sahada olan masada mı olur, masada mı kalır belirsiz. O muhayyel masada yalnız kalınıp, kalınmayacağı da öyle. Sorun çözen, alternatif çözümler üreten, bölgesinde tüm taraflarla iletişim kanalları açık Türkiye gitti. Yerini terörle mücadele (IŞİD, El kaide türevleri anlamında) ve yasadışı göçün önlenmesi alanlarında parçabaşı ve zoraki işbirliği yapılan perakende ortak aldı. Elinde kala kala “jeopolitik” yani “gayrımenkul” değeri kaldı.
Doğru, Suriye iç savaşını ne Türkiye başlattı, ne bugün gelinen durumdan tek başına Türkiye sorumlu tutulabilir. Ancak, on yılda Türkiye’nin attığı yanlış adımların gelinen yere varılmasında katkısı da yadsınamaz. Son Dışişleri açıklamasında “hamiyetperver” denilen anlayışın sonucu da yukarıda belirtildiği üzere dört milyon Suriyeliye ilanihaye evsahipliği ve IŞİD saldırıları oldu.
Son olarak, Erdoğan Batı’ya yönelik olarak Bloomberg’e yazdığı makalede anafikri “ver yetkiyi, gör etkiyi” diye özetlenebilecek bir öneri yaptı. Oradaki öneriler: Anakronik, zira 2021 yılındayız, artık ne AB ne ABD’de Suriye iştahı var. Diplomatik değil, zira Astana ortaklığı ve yapılan önerinin özellikle Rusya’da yaratacağı tepki gözardı edilmiş. Gerçekçi değil, zira sanki Erdoğan’ın öneriyi yaptığı Batı’daki imgesi çok olumluymuş gibi bir temelden yola çıkılmış.
Türkiye Suriye’de ilgili tarafların tümüyle, çeşitli gerginlik düzeylerinde ve dönemlere göre değişen biçimde, itişme halinde. “Vatan mevzubahisse gerisi teferruattır” diyen zihniyet, özellikle 15 Temmuz sonrasında, deyim yerindeyse, meydanı boş buldu, zorla boşalttı, dilediği gibi atını oynatır oldu. Kendine “demokratik” yakıştırması yapan muhalefet de, belki “dış politika seçim kazandırmaz ama kaybettirebilir” ilkesi gereği, Suriye’de uygun adım iktidarın arkasında. Kılıçdaroğlu’nun açıkladığı “iktidar olunduğunda ilk haftada yapılacak yedi öncelik” arasında “Süleyman Şah Türbesi'ni vatan toprağına geri götürerek, orada şanlı bayrağımızı dalgalandırmak” olduğu da bu bağlamda anımsanmalı.
Bundan sonra ne, nasıl değişebilir? Gerçekçi olmak gerekirse görülebilir gelecekte pek bir değişiklik beklenemez. İşbaşı yapan Biden yönetiminde Blinken, Austin, McGurk, Bell vb. dosyaya bihakkın hâkim, çok deneyimli isimler var. Ancak değil Suriye, Ortadoğu dahi Biden’in öncelikleri arasında yok. Nitekim yeni bir Suriye Özel Temsilcisi atamayacağı da belli oldu. Eğer Biden yönetimi, Türkiye’nin müzminleşmiş Kürt sorununu çözmekte kolaylaştırıcı rol oynamayı değerlendirecekse, o zaman bazı taşlar yerinden oynayabilir.
Buna karşılık, eğer tarih rehberimiz olacaksa, Kürtlerin bir kez daha “satışa gelmesi” de olanaksız değil. IKB gibi KDSÖY’ün de hangi aktörlerle çevrili olduğu ve denize çıkışı olmadığı belli. Uluslararası desteğin de ne denli kaypak olabildiği herhalde öyle. Tarihin tuhaf bir çalımıyla, Suriye üzerinden Fransa ile yeniden kurulabilecek bir ortaklık, Ankara’nın esnemesiyle birlikte, yeniden AB’ye tam üyelik hedefini ufuk çizgisine geri çeker, ABD de geleneksel Türkiye’nin AB üyeliği lobiciliğine geri dönerse, bir “big bang” tarzı siyasal çözüm seçeneği de belirebilir.
Yukarıda dile getirdiğim “hamsi kavağa çıkarsa” varsayımı, dimağımın kuraklığını yansıttığı denli, kısa-orta erim için Suriye ve Kürt sorunu bağlamında umutların cılızlığını da gösteriyor sanırım. Daha güncel biçimde, Biden’den beklenen telefonun gecikmesi, Ankara’nın “zaman benim yanımda, cehennem donsa yerimden kımıldamam” tutumuyla örtüştükçe, Erdoğan’ın yüzünü Putin’e çevirmesi ve o dolayımla bir Ankara-Moskova-Şam üçlü uzlaşısını da gündeme getirebilir.
Bugün, baba Hafız Esat’ın köpürttüğü “Büyük Suriye” hayali, Suriye’nin irice bir Lübnan’a dönüşmesiyle son bulmuşa benzer. “Yanlış şekiller üzerinde de doğru akıl yürütmek gerekir” yaklaşımıyla, bu acı sondan ülkemizde de, ama iktidarda ama muhalefette, eksikliği çekilmeyen vatan kurtaran aslanların kendilerine bir ders çıkarmış olacaklarını umut etmek isterim. Bununla birlikte, iktidar ilk seçimde el değiştirse de Ankara’nın Suriye siyasetinde anlamlı bir değişiklik beklemek herhalde gerçekçi olmayacak.
Sonuç olarak, Suriye, Türkiye’nin öngörülebilir, güvenilir, tutarlı, çokboyutlu yani uluslararası camiada muteber bir dış politikası olmadığının bir başka nişanesi oldu. Görülebilir gelecekte, Suriye bir diplomasi fiyaskosu ve insanlık trajedisi olarak yanı başımızda durmaya, aczimize ayna tutmaya, dört milyon Suriyeli ülkemizde, Türkiye de Suriye’de kalmaya devam edecek.
*Dileyen okurlar bu konu hakkında Burak Tatari’yle MedyascopeTV’de yaptığımız yayına da göz atabilirler.
Aydın Selcen Kimdir?
1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.
Kürt yurttaşların derdine Diyarbakır'dan bir bakış 06 Ekim 2021
Soçi'nin ardından dış politikada dağınıklık sürüyor 03 Ekim 2021
Almanya seçimlerinden bize bakan sonuçlar 29 Eylül 2021
Erdoğan'ın görkemli New York seferi 26 Eylül 2021 YAZARIN TÜM YAZILARI