Suriyeli Aleviler: Ölüme bir nefes ötede
Mezhebi bir nefretin şiddetli tezahürlerini görüyoruz. Bunun zeminini yıllardır hazırlıyorlar. Baas yönetimi için “Alevi azınlık rejimi” propagandası muhaliflerin söylemine yedirilmiş ve uluslararası toplumun bakış açısına da sirayet etmiş bir yalandı. Bunun kaynağı da 1970’lerden beri Müslüman Kardeşler’di.
Bir yandan “Alevilere yönelik kitlesel katliam yok”, “HTŞ azınlıklara güvenceler veriyor” ve “Olumsuzluklar kontrol dışı grupların işi” propagandası tıkır tıkır işliyor. Yeter ki HTŞ yönetimine zeval gelmesin! Güvenceniz Ebu Muhammed el Colani; koltuklarınıza yayılıp dizi keyfine devam edebilirsiniz!
Diğer yandan güvenceden bahsedenlerin sinik mantığını görüyoruz: “Ne sandınız, diktatöre payanda olmanın bedeli olmayacak mı?”
Alevilerin başına gelenleri meşrulaştıran HTŞ’ci tayfa da diyor ki; “Eski rejimin suçlarına ortak olmuş Sünnilere de operasyon yapılıyor.”
Diğer yandan sözü Alevi soykırımından açıp inandırıcılığını yitirmeden durumun vahametini ortaya koyamaz mıyız?
İbni Teymiyye’nin “Aleviler ve Şiiler Yahudi ve Hristiyanlardan daha büyük kâfirlerdir; ümmet için verdikleri zarar, savaş halinde olduğumuz kâfirlerin verdiği zarardan daha büyüktür. Katli vaciptir” fetvasıyla kafayı bulmuş tekfirci selefilerin silahlarıyla ve ürkütücü sloganlarıyla Alevi köylerine ve mahallelerine dalmasından daha korkutucu ne olabilir?
İdari meselelere bakan üç hakim gibi onlarca Alevinin cesedinin yol kenarına atılmış olarak bulunmasından daha korkunç ne olabilir? Ya da Tartus’tan Şam’a giderken üç Alevi din adamının öldürülmesi? Yahut Şeyh Ali Dib Ebu Rami ve eşinin cesedinin yol kenarında bulunması? Lazkiye’ye bağlı Ayn Şarkiye köyünde biri çocuk üç Alevi çiftçinin katledilmesi? Dr. Kusay el Zir ve Prof. Dr. Raşa el Ali gibi isimlerin kaçırılması?
Ve vakıalar artıyor…
Devrik rejim adına suç işlemiş olsalar bile evleri basılan kişilerin eşlerine, çocuklarına ve yakın akrabalarına her türden kötülüklerin yapılmasından daha iğrenç ne olabilir? Sıra sıra dizilmiş ya da yere yatırılmış insanların darp edilmesinden, köpek gibi havlatılmasından ve küfredilmesinden daha aşağılık ne olabilir? İnsanların kaçırılıp infaz edilmesi, işkenceden geçirilmesi ve her an bir bedel ödeme korkusuyla yaşatılması “HTŞ’nin işi değil” diyerek daha ne kadar hafifletilebilir?
Kontrol noktasında Alevi olduğunu söylerse ya da sahile özgü şiveyle konuşursa başının belaya gireceğini bilen insanın dili bugünlerde düğümlüdür. Verecekleri sesin ölüm olarak dönmesinin korkusu sinmiştir. Konuşamazlar. Ancak artık kaybedecek bir şeyi kalmayanlar ve evlerine ateş düşenler birkaç kelam edebilir.
***
“Alevi katliamı vardır, HTŞ de bundan sorumludur” diyebilmek için Suriye İnsan Hakları Gözlemevi (SOHR) gibi muhalif yapılardan bir haberin gelmesi mi gerekiyor?
23 Ocak’ta Humus’tan feci haberler geldi. HTŞ’nin günler öncesinde ilan ettiği operasyon vilayetin batı kırsalındaki Fahil, Meryemin, El Kabu, Hirbet el Hamam, Arkaya, El Şaniyye, Hadese ve Harkal köylerini hedef aldı.
SOHR gelişmeleri 25 Ocak’ta şöyle geçti: “Alevi, Şii ve Mürşidiye topluluklarına mensup sivillerin yaşadığı kasaba ve köylerde Askeri Operasyonlar İdaresi’ne bağlı yerel gruplar tarafından işlenen ihlaller, suçlar ve yargısız infazlarda dramatik bir artış yaşandı. Son 72 saatte öldürülen sivillerin sayısı 22’yi buldu.”
İhlaller arasında rastgele tutuklamalar, tacizler, aşağılamalar, dini sembollere saldırılar sıralandı. “Bu suçlar, eşi benzeri görülmemiş bir şiddet düzeyini yansıtan korkunç cinayet suçlarına ve öldürülen sivillerin cesetlerine saygısızlığa dönüşmüştür” denildi.
SOHR daha sonra ölü sayısını 35 olarak güncellerken 40 kişinin hala kayıp olduğunu bildirdi.
Köy sakinleriyle konuşan gazeteci Cenan Musa’ya göre 23 Ocak’ta minibüs ve kamyonetlerle Fahil’e gelen silahlı adamlar, rastgele ateş etmeye başladı; evleri tahrip edip yağmaladı; erkek, kadın yaşlı ayırmadan köylüleri dövdü; dini semboller parçaladı; o sırada Şam-Fahil otobüsünden inen iki adamı oracıkta öldürdü. Köylüler kayıp sayısını 58 olarak verdi. Bazı cesetler köy yakınında yollarda bulundu. Aynı gün Meryemin köyü basıldı. Silahlı adamlar orada da rastgele ateş etti, evlere girdi, değerli eşyaları çaldı. Mürşidiye tarikatının kurucusu Süleyman el Mürşid'in resmi indirilip köylülerden üzerine basmaları emredildi. Erkekler dövüldü, havlamaya zorlandı. İki kişi öldürdü. Özellikle eski asker ve polisler gözaltına alındı.
Cesetleri bulunan 16 kişiden 13’ü eski asker ve polisti. Hepsi de HTŞ’nin uzlaşma masasına gitmiş ve silahlarını teslim etmiş ve kendilerine ‘aman’ (güvenlik güvencesi) verilmişti.
Pek çok baskında olduğu üzere önce Askeri Operasyonlar İdaresi geliyor, düzgün davranıp gidiyor. Sonra logosuz gruplar geliyor, cezalandırıyor. Meryemin’de olduğu gibi HTŞ’nin atadığı vali soruşturma ve suçluları bulma sözü veriyor. Yani resmi olarak HTŞ elini kirletmiyor. Bu artık bir kısır döngü.
***
Bu şiddet, terör ve güvensizlik ortamında halkın yaşadıkları bir kenara; uzlaşma masasına gidip güvence almış askerler daha sonra operasyonlarda öldürülüyorsa aranan diğer subaylar nasıl HTŞ’nin adaletine güvenerek? Varsayalım ki suçlular; bunlar akıbetinin yargılanmadan infaz edilmek olduğunu bile bile nasıl teslim olacak?
SOHR direktörü Rami Abdurrahman haklı olarak HTŞ’yi uyarıyor: “Katliamları gerçekleştiren subaylar yargılanmalı, Askeri Operasyonlar Dairesine bağlı yerel silahlı gruplar tarafından sahada infaz edilmemeli. Askeri İdare bu kişilerin neden infaz edildiğini açıklamalıdır. Bunlar Alevi mezhebindendir ve rejime sadık oldukları gerekçesiyle ve mezhep temelinde idam edilmişlerdir.”
Teröre karşı vatan savaşı yaptıklarına dair ‘kahramanlık anlatısı’ devran döndü bir idam fermanına dönüştü.
Savaş ya da insanlığa karşı suçlar için mahkemelerin kurulması ve adaletin yerine getirilmesi gerekiyor. Peki adaleti kim sağlayacak?
El Kaide ve IŞİD’den gelen mezhepçi fanatikler mi?
Ebu Bekir el Bağdadi ve Ebu Musab el Zerkavi’nin öğrencileri mi?
4 Haziran 2011'de Cisr el Suğur'da 123 polis ve askeri öldürüp kol ve bacaklarını kesip Asi nehrine atanlar mı?
23 Aralık 2011’de Şam’da bomba yüklü iki araçla 44 kişinin ölümüne ve 166 kişinin yaralanmasına neden olanlar mı?
10 Şubat 2012’de Halep’te iki bombalı saldırıda 28 kişinin ölümüne ve 235 kişinin yaralanmasına neden olanlar mı?
10 Mayıs 2012’de Şam’da askeri istihbarat kompleksine yönelik iki saldırıda 55 kişiyi öldürüp 400 kişiyi yaralayanlar mı?
25 Mayıs 2012’de Hula’ya bağlı Taldu’da 109 kişiyi katledenler mi?
11 Aralık 2012’de Hama’ya bağlı Akrab kasabasında 125 ila 150 arasında Alevi’yi katledenler mi?
15 Ocak 2013’te Halep Üniversitesi’nde 87 kişiyi öldürenler mi?
21 Şubat 2013’te Şam’da Baas Genel Merkezi yakınlarında bomba yüklü bir araçla 53 kişiyi öldürenler mi?
4 Ağustos 2013’te Lazkiye’de Alevi köylerini basıp 200’e yakın sivili katledenler mi?
11-12 Aralık 2013’te Adra’da Hıristiyan, Alevi, Dürzi ve İsmailileri hedef alıp en az 40 kişiyi öldürenler mi?
9 Şubat 2014’de Hama’ya bağlı Maan köyünde 21 sivili katledenler mi?
21 Mart 2014’te Keseb’te Ermenileri yerlerinden edenler mi?
8 Mayıs 2014’te Halep’te eski şehrin altında tüneller kazıp 20 ton patlayıcıyla 150 yıllık Carlton Citadel Otel binasını yerle bir edenler mi?
25 Nisan 2015’de Cibr el Şugur’a bağlı İştebrak köyünde en az 200 Alevi’yi öldürenler mi?
12 Mayıs 2016’da Zaraa’da 19 sivili öldürüp 70 kişiyi kaçıranlar mı?
23 Mayıs 2016’da Ceble ve Tartus’ta bombalı saldırılarda en az 184 kişiyi katledenler mi?
Ya da İdlib’de işkencehaneler kurup sayısız infaz yapanlar mı?
Bu suçların listesi sayfalarca uzatılabilir.
Sonuçta 8 Aralık’tan bu yana eski rejimin kalıntılarını yakalama adına ‘sapkın’ olarak gördükleri mezhebi azınlıkları hedef alıyorlar.
İnsanlar ‘suçlu’ diye ilan edilmiş listelere göre ya da rastgele gözaltına alınıyor, kaçırılıyor, sonra bir yerlerde cesetleri bulunuyor. Elleri arkasından bağlanmış ve kafasından infaz edilmiş kişilerin görüntüleri sosyal medyaya düşüyor. Ama sorarsanız HTŞ telefonlara çıkıyor, şikayetlere kulak veriyor ve güvenceler sunuyor.
***
Yaşananlar eski rejimin kalıntılarıyla hesaplaşma meselesinin çok ötesinde. Oklar HTŞ’ye yönelmesin diye geçiş döneminin zaafları, yönetsel boşluklar ve kontrolün henüz tesis edilmemesi gibi gerekçeler sıralıyorlar.
Mezhebi bir nefretin şiddetli tezahürlerini görüyoruz. Bunun zeminini yıllardır hazırlıyorlar. Baas yönetimi için “Alevi azınlık rejimi” propagandası muhaliflerin söylemine yedirilmiş ve uluslararası toplumun bakış açısına da sirayet etmiş bir yalandı. Bunun kaynağı da 1970’lerden beri Müslüman Kardeşler’di.
1973’te Müslüman Kardeşler laik anayasaya karşı yürüttüğü savaşı “Nusayri (Alevi) yönetimine karşı cihat” diye çerçevelemişti. O günden beri rejimin bütün kötülükleri mezhepçi bir motivasyonla bir kesimin hanesine yazıldı.
Suriyeli tarihçi Sami Mubeyyid, “Aleviler, Beşar'ın otokrasisinden en çok zarar gören ve yine de onun zulmünün bedelini ödemek zorunda bırakılan alt sınıftır” diyor. “Beşar gerçekten Alevilerin refahını düşünüyor olsaydı, onların ücra köy ve kasabalarında okullar ve üniversiteler kurulmasını emrederdi. Ama bunu yapmadı ve babası Hafız da yapmadı. Aslında Alevileri yoksulluk ve cehalet içinde tutmayı tercih ettiler, böylece Esad ailesine sonsuza kadar muhtaç ve boyun eğmiş kalacaklardı” diye ekliyor. Rejimle iç içe geçmiş az sayıda Alevi figür gününü gün ederken Alevi köyleri karanlık ve yoksulluk içindeydi. Ben 2012’de Radikal gazetesinde nüfusun yüzde 12-13’ünü oluşturan Alevilerle ilgili şablonlara vuran yazıma “Suriyeli Aleviler: En yetim azınlık!” başlığını atmıştım. Yıllar içinde öğrendiklerim yazdıklarımın teyit etti.
Aleviler sistem içinde sırf Esad’ların lütfuyla dikey tırmanışa geçmedi. Evveliyatı var bunun. Baas’tan önce de Aleviler güvenlik birimlerinin yanı sıra sağlık, bayındırlık, içişleri bakanlıkları gibi kurumlarda üst düzeyde yer alıyordu. Aslında bu Fransız manda döneminde başlamış bir süreçti.
Aleviler devletten uzakta güven içinde yaşamayı tercih ediyordu. Bu mahrumiyet demekti ama güvende olmak birinci tercihti. Sosyal ve ekonomik statüleri zayıftı; Alevi emeği ötekilerin tarlasında ucuzdu. Fransızlar 1920’da sahilde Alevi Devleti kurdu. Devlet demek mümkün olmasa da… Alevilerin devletle ilişkilerini göstermesi açısından Mubayyid’in aktardığı şu bilgi önemli: Aleviler, Alevi Devleti’nde işgücünün yalnızca yüzde 4'ünü oluşturuyordu. Halbuki entite içinde nüfus dağılımında birinci sıradaydılar. Alevi Devleti sınırları içinde 101 bin Alevi, 94 bin Sünni, 34 bin Hıristiyan ve 5 bin İsmaili yaşıyordu. Fransızların kontrol ettiği üst düzey kadrolarda çok azdılar. Fransızlar Suriye’yi 1922'de federal sisteme geçirirken Alevi temsilciler de Şam’da yönetim tecrübesi edindi.
Geleneksel olarak ticaret, siyaset ve sivil bürokrasiyi Sünni Araplar kontrol ediyordu. Sünni kentli kesimler ve toprak sahipleri çocuklarını orduya göndermezken askerlik kırsaldaki azınlıklar için ekmek kapısıydı. Yine de bu durum ordudaki Sunni subayları tahtından etmiyordu. Ahmed Mamun’un verdiği bilgilere göre bağımsızlığın ardından Suriye ordusundaki subayların yüzde 31.8’i Sünni Arap, yüzde 22.7’si Kürt, yüzde 18.6’sı Hıristiyan idi. Çerkesler, Dürziler ve Aleviler ise her biri yüzde 4.5 oranıyla orduya katılmıştı. 16 Eylül 1941'de Bayındırlık Bakanı Munir el Abbas, Suriye'de kabineye giren ilk aleviydi. Zeki Arsuzi, İsmail Havvaş, Süleyman Mürşid, Muhammed Nasır, Ghassan Cedid, Alemuddin Kavvas ve Muhammed Maruf gibi Aleviler askeri-sivil iktidar süreçlerinde öne çıkan isimlerdi.
Hafız Esad'ın 1970'te üzerine basarak yükseldiği General Salah Cedid de Alevi’ydi. Yani Alevilerin devletle tanışmaları Esad’larla başlamadı. Evet, Esad döneminde kendilerini güvende hissettiler, 2011’den sonra da bir kader ilişkisi gelişti. Ama bu yakınlık Alevi toplumunun genelini selamete çıkaran bir şey değildi.
***
Özetle Alevilerin adı çıktı. Hallerinden memnun muydular, değildiler. Ses etmeleri de mümkün değildi. Potansiyel cellatlarıyla da iş tutamazlardı. Elbette muhalefete katılanlar da oldu, hapsi boylayanlar da… Mezhebi paydaşlıktan dolayı Esad rejimiyle özdeşleştirilmiş olmaları onlar için bir çıkmazdı. Bu özdeşleştirme ‘kollektif güvenlik’ karşılığında her türlü haklarını unutmayı telkin etti. Sisteme yakın olsalar da esasen talepkâr olamadılar. Esad saraydayken örgütlenemediler. Esad gitti ve en örgütsüz kesim olarak ortada kaldılar. Rejimin günahları da omuzlarına yıkıldı. Esad kaçarken Lazkiye’deki kutlamalara katıldılar; ‘bedeli hak eden azınlık’ olmaktan kurtulamadılar.
Mesele ülkeyi yeniden inşa etmekse ‘kör intikam’ ve ‘mezhepçi temizlik’ ile Suriye yolunu bulamaz. Colani’nin yabancı heyetlere verdiği sözlerin sahada karşılığı yok. Bu şekilde çoğulcu bir sistem kurmak bir yana Suriye’nin dağılmış yakalarını bir araya getiremezler. Alevilere yapılanları Kürtler, Dürziler ve diğerleri de izliyor. HTŞ’ye kefil olanların üç maymunu oynaması vaziyeti kurtarmıyor. Sadece Alevilere değil bütün Suriye’ye kötülük ediliyor, ülkenin geleceği karartılıyor…