Suzan Samancı'nın romanı: 'Payiz ya da Ziyap'
Samancı yaşadığı coğrafyanın aynası niteliğinde. Neredeyse ürettiği her metinde yer edinen toplumsal bir çaresizlik doğduğu coğrafyanın değişmeyen kaderi gibi.
Suzan Samancı’nın yeni Kürtçe romanı “Payiz ya da Ziyap”adıyla Avesta yayınları tarafından yayınlandı. Postmodernist bir tarzla yazılan roman bir gecede yaşanan olayları odağına alıyor. Bireysel ve toplumsal eşitsizliklerle üzerinden yerelden evrensele uzanan konuların zamansızlık ve mekânsızlık uzantısıyla her insana dokunabilecek içeriğe sahip. İç içe geçen kültürler, birbirinden ayırt edilemeyen gerçekle hayal gibi birçok durumu ve tutumu bir arada tutmayı başarıyor. Ancak bilindiği gibi modernist anlatılarda zamanın kırılganlığı, mekânsal dönüşümler ve kurgulanan karakterler öne çıkmaktadır. Gerçeklik ve kurmaca ilişkisini/ çelişkisini belirsizleştiriyor. Kurgulanan karakterin kimliği yaşadığı mekândan bağımsız değildir. Kendini ötekileştirilen anlayışın merkezinde anlatıcıya dönüşüp etkin bir figür olarak belirginleşirken, kendini yeniden yaratıyor ana karakter.
Bilinçaltına uzanan romancı bütünüyle dışsal gerçeklikten kopmaz. Sorgulamalar, arayışlar, eleştiriler, umutsuzluklar, isyanlar bilinç-bilinçaltı arasında bazen yüzeye çıkar bazen derine inerler. Metnin tamamına yakını içsel sarkmalara, zihinsel algılara, bilinç akışından, bellek oyunları ve bilinçaltından bir “Puzzle” çıkar. Yazar, diyalojik bir anlatıda, başkahramanın olduğu bölümlerde ya da anlatı metninin tamamında aradan çekilir. Bunun nedeni ise, bir özne olarak başkahramanın kendi söylemini dile getirebilmesi için gereklidir. Okur ve başkahraman karşı karşıya kalmıştır ve kendi söylemi için sesinin okur tarafından anlaşılması önemlidir, genellikle bu çoklu özne, birbiriyle çarpışır, parçalanır ve yeniden oluşur.
Yazar bilinçaltı faktörünün insanın derin ve örtülü gerçekliğe götürdüğünü birçok nedene bağlı olarak ifade ediyor. Ancak bu noktada bilinç akışı, bilinçaltı labirentlerinin simgesel uyaranlarla dolu yollarında kişisel ve toplumsal varlığın bağlantılarını romanlaştırma tekniği olarak yaşamaya devam ettirmektedir. Dolayısıyla, çok dilli ve çok kültürlü metinlerde karnavallaşmanın geniş bir zemine yayılmasının gereği budur. Kültür ve dil çeşitliliği sayesinde çoklu anlamların/yorumların belirmesiyle metnin yapısı/dokusu da değişmeye başlar.
Suzan Samancı’nın özneleri birbirleriyle eşit mesafede dururlar, tıpkı karnavallaşma kavramında olduğu gibi ben ve öteki arasında bir ilişkinin olmasıyla öznenin kendi bilincinin ne olduğuna ve ne olmadığına varması için böyle bir yakınlaşmanın anlamı söz konusudur. Payiz’in ters yüz edilmiş bilincinden Türkiye’nin ve Kürdistan’ın sosyo-kültürel, tarihsel gerçeğini görürüz. Her şey hem “PAYİZ hem de ZİYAB” tır. Bireyselleşen Payiz’in çokluğa dönüşmesiyle varlığın kimliği çoklu özneye dönüşür ve bu diğerlerini de temelden etkiler. Örneğin romanın ana karakteri mısır piramit desenli battaniyeye bakarken söz konusu örtüde yer alan figürlerin dans etmeye başladığını görüyor. Payiz’in bilinçaltında her simge, her ses, her anımsama eril bir şiddete dönüşürken, simgeler devindikçe baba figürü daha da belirginleşiyor. Samancı bu süreçte kişinin var olabilmesinin ötekiyle olan ilişkisiyle anlamlandırılabilir gerçeğini imliyor. Toplumsal literatürde, toplum neyse, birey odur ve insanın varlığı toplumsal koşulların belirlediği kabul edilir.
Tıpkı Franz Kafka eserlerinde nasıl, kendine özgü o kaotik zaman-mekân ikilisini yaratmışsa, bireyselliğinin çevresinde çoklu özneleriyle var olan Payiz’de tüm sınırları zorlar. Bir sarkaç gibi bilinci ve bilinçaltında gidip gelirken aşmak ister, bunu yaparken de düşlerini duvarların ötesine geçirir, zamanın algısıyla oynar, yaşamın bilinen yüzü yerine arkadaki söylenmek istenmeyenler, inkâr edilenler, çarpıtılanlar, asıl olanlar ateş böcekleri gibi ipilder.
Gerçeği su yüzüne çıkarmak için insanın öncelikle kendine yabancılaşması gerekmektedir; gece düşsel yolculuğunu yaparken tarladaki sanrıda karşıtının dediği gibi, “Eriyik olmak gerekir.” Kendine yabancılaşma, çatışkı, çelişki, korku ve yok oluş, işte bu yabancılaşmanın yeniden oluşu da varoluşçuluk olarak da tanımlanacaktır. Kadın ana karakterimiz varoluş yolculuğunu babası ve annesinde gördüğü yaşamsal işaretlerin yanı sıra çevresinde bir devinim halinde olan birey/toplum dönüşümlerine karşı da mücadele halindedir.
Bu noktada birçok yazarın kaleme aldığı baba/oğul çatışkısını Samancı baba/kız çatışkısı olarak ele alıyor. Babanın devlet ile olan bağı kızın babasına olan nefretini derinleştiriyor. Ana karakterin yatak odasına geçer, piramitli motifi gördüğünde hayali bir yolculuğa çıkar. Karyolada bir erkek vardır ve babasına benzemektedir. Yazmaya başlar, yüreğindeki öfke dinmez, kalemini kulağına batırıyor, kanadığını görüyor ancak bir irkilmeyle akan sıvının kan değil mürekkep olduğunun ayırdına varıyor. Hayalinde ve rüyalarında her zaman babasını öldürdüğünü görüyor. O gece yazmaya başladığında, adamın kahkahasını duyuyor, artık hayalleri alıp başını gidiyor. Yazarın çabası bu doğrultuda mürekkebin ataerkil yapıya direneceğinin ve ancak değişimin, dönüşümün ve gelişimin böylece olacağına vurgusu gibidir.
Payiz’in bir gecede bilincinden yansıyan, düşleri, korkuları, kâbusları, düş ile gerçeğin birbirine geçişinden, ân a, şimdiki zamana gelindiğinde, mahalledeki marketçiyi, kapıcıyı ve komşuları görürüz. Necip Mahfuz’un “Midak Sokağı” romanı düşsel gerçeği içermese de, tıpkı Payiz’in isimsiz sokağın da Midak Sokağı’ndaki gibi yaşama dair her şey vardır. Yaşamdaki bütün karakterler burada kendince bir rol üstlenmiştir. Sokak aslında yaşamın kendisidir ve burada tüm dünyanın yaşanmışlıkları yer alır, Payiz’in isimsiz sokağı ve kentinde olduğu gibi. Bu kentte, polis sirenleri, ev baskınları, korkular, tehditler, ansızın kaybolanlar, takkeli muhafazakârlar, kahveciler vardır. Ansızın kaybolmalar… Faili meçhullerin Cumartesiye bakan eşiği. Çaresizliğe ve kimsesizliğe bulanan yazgılar.
Samancı yaşadığı coğrafyanın aynası niteliğinde. Neredeyse ürettiği her metinde yer edinen toplumsal bir çaresizlik doğduğu coğrafyanın değişmeyen kaderi gibi. Coğrafyaların kaderi kendine özgü bir dilini yaratır. Dilin barındırdığı gizemli derinlik kuşaktan kuşağa adım atarak gelişimini ve alanını büyütürken, anadilinin ücra yerlerine varıyor. Şiirsel dilinin yanı sıra günlük hayatta hiç fark etmediğimiz kendine has söylemlere yer veriyor. Özellikle doğduğu coğrafyanın çeşitli yörelerine özgü deyimlerini, atasözlerini, söylemlerini sıklıkla kullanır.
James Joyce’nin “Ulysses”i on sekiz saatte geçiyor. O da eserlerinde bitimsizlik ve deneysizlik kuramlarıyla oluşturduğu metinlerinde geçmiş ile bugünü eşdeğer gören bir edebi metin yaratır. İlyada Destanı’ndaki geçen süreyi, Virgilus’un Aeneis’si, Dante’in İlahi Komedyası gibi metinleri kendi zihinsel oluşumuyla yeniden yorumlarken, Joyce’un labirent gibi sokakları, odaları, koridorlarda insanı esir düşürür. Necip Mahfuz ise, bunun için bir sokağı belirler ve kurguyu buna göre yönlendirir. Kafka da, James Joyce gibi bireyin iç dünyasını yansıtan betimlemeleriyle, bir labirente sürükler, bu sürükleyişte insanın kendi başına bir hiç olduğunu, topluma dâhil olsa bile, sonuçta tekbaşınalığın yarattığı yabancılaşmanın ipuçlarını görürüz. Bir gecede geçen “Payiz ya da Ziyab” ın bilinçaltından fırlayan kılık değiştiren korku ve düşünceleriyle doksanlı yılların o kaotik atmosferini, kontr- gerillaya yem olup tetikçi olan bir babanın gaddarlığında görürüz. Payiz, anne ve baba üçgeni adeta Türkiye’nin ve Kürdistan’ın girift gerçekliğidir.
Samancı’nın Türkçe ve Kürtçe romanlarındaki çoklu anlatım zenginliği, onun metinlerinin bitimsiz ve deneysellik içeren güçlü, edebi ve felsefi bir derinliğe sahip olma özelliğini sergiliyor. Fransız Edebiyatı’nda saygın bir yeri olan Alain Robbe-Grillet ve daha başka yazarlar “Yeni Roman” akımını başlatmaları, bir vahi değildi, Fransa’nın Avrupa’nın toplumsal koşullarının dayattığı gerçeklikti. Modernist, postmodernist ve “Yeni Roman” akımlarında karakterler, bilinen zaman-mekân kavramlarının dışına çıkarlar. Yeni Roman akımına göre, karakterin varlığı ya da yokluğu bile romanın kurgusunu değiştirmez. Karakterlerin çoğu güçsüz, silik ve ürkektir. Bazıları tedirgin, çaresiz ve zavallı durumundadır. Kişinin varlığı da yokluğu da metnin kurgusunu etkilemez. Payiz ya da Ziyab” romanın ana karakteri Payiz ve onu besleyen çevreleyen yan karakterleri de insana dair olan her türlü duygu düşünceye tüm çıplaklığıyla sahiptir. İnsan olan ve olduran bir varlık olarak düşünüldüğünde “İnsan doğası nedir?” sorusunun çok önemli olduğu görülmektedir. Çünkü yaşamın anlamı ve amacı, insanın yapabilecekleri ve başarabileceklerinin temelde insan doğasına ilişkin düşüncelerden geçtiğini gösteriyor.
Samancı, karakterlerini zaman içinde düşsel bir süreklilikte bir ileri-geri oynamalar yaparak onları her türlü evcilik oyununa davet ediyor, tarihsel, mitolojik yolculuğa çıkarken, zamanın göreceliğinden yararlanarak bilinen fiziksel kalıpların dışında bulunan uzamsal boyutlara taşımayı biliyor. Bunun sonucunda da anlatımın temel yapısında bir bellek-zaman, bir yok-zaman anlayışı ortaya çıkmıştır. Yazarın bellek oyunlarıyla olay örgüsünü akışkan olmaktan çıkarıp kurgusal yapıyı eşzamanlı tanımsallığa dönüştürüyor.
Dublin kenti, nasıl Joyce’un iç sesi gibiyse, Diyarbakır, “Surlu Kent” de Suzan Samancı’nın iç sesisidir, öyle bir ses ki, yaralı, göçebe, usulca ve derinden isyan eden bir ses. Samancı’nın vazgeçemediği kenti Diyarbakır, çoğu zaman adsızdır, simgelerle vurgu yapılır, tıpkı Joyce’nin bir anlamda kafasında yaşadığı kurgu ve monolog ile o da kendi kentini oluşturmuştur.
Modernist romanda bir karakterin özgürlüğünü koruyabilmesi için kendi varoluşunun bilincinde olması gerekir. Samancı’nın karakterleri hep bilinçlidir, entelektüeldir, kitap kurdudur. İşten atılan ve bunalıma giren Payiz, kitap dolu odasında, şarap şişesinin tıkırtısında, ay ışığının haleli yansımasında, okuru varoluşsal yolculuğuna çıkarırken, “Minör edebiyatın” tüm olanaklarını kullanırken, poltik atmosferin gerisinde, kadının yazmasına, siyasallaşmasına ve özgürlüşmesine dikkat çekiyor.
Özgürce ve özgün yaşam arzusu insanlık tarihi boyunca hep istenen adil, eşit, sömürüsüz bir dünyanın geleceğinde olan kimi zaman ulaşılabilir kimi zaman uzak gerçeklik... Böyle bir yaşamın varlığı geçmişte var mıydı bilinmez ancak bunun hiçbir önemi yok çünkü içimizin en derin yerlerinde böyle bir yaşamın olduğuna/olacağına dair seslerin varlığı bazen bir şiir, bazen bir öykü ya da bir roman ile yanı başımızda yankılanır. Samancı bu noktada önemli bir sese dönüşüyor. Kadının özgürlüğü şiir, edebiyat ve sanatla gelecektir. Bu oda imgeseldir ama gerçekçi bir yanı da vardır. Kadının özterk bir yapı içinde kendine ait düşünceler üretmesi ve bunları yazması sonucunda, bu oda dışa açılacak bir kapı olacaktır. Odanın önemi işlevsel ve düşünsellik üretimi açısından önemlidir. Suzan Samancı için gerçek özgürlük: Edebiyat bilinci, sanat ve üretimdir.