Tahakküm alanı olarak üniversite: Homo Academicus
Pierre Bourdieu’nün üniversiteyi ve akademisyenleri ele aldığı Homo Academicus, Nazlı Ökten, Arzu Nilay Kocasu, Eren Gülbey çevirisiyle Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı.
20. yüzyıl sosyolojisinin önde gelen isimlerinden Pierre Bourdieu’nün üniversiteyi ve akademisyenleri ele aldığı Homo Academicus, Nazlı Ökten, Arzu Nilay Kocasu, Eren Gülbey çevirisiyle Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından yayımlandı. Sosyal bilimlerdeki ikircikli anlayışları kırmayı hedefleyen bir bakış açısıyla Bourdieu üniversiteyi tahakküm ilişkilerinin inşa edildiği bir alan olarak incelerken akademisyenlerin vasıflarından doğan sermayelerini de habitus bağlamında irdelemekte. Başka bir deyişle klasik sosyolojinin özne-nesne/birey-toplum ayrımlarına karşı çıkarak yapısal inşacılık metoduyla “nesnel bilginin üretildiği” alanlara mercek tutmakta.
Pierre Bourdieu 1930 yılında Fransa’da, Béarn’da dünyaya geldi. École Normale Supérieure’de felsefe bölümünde okudu. Althusser ile çalışırken epistemolojiye yönelen Bourdieu 1955 yılında asker olarak Cezayir’e gidince yaklaşık üç yıl boyunca Claude Lévi-Strauss’un yönteminden izler taşıyan etnografik çalışmalarda bulundu ki böylece sosyolojiye kayarak 1958 yılında “Sociologie de l'Algérie” (Cezayir’in Sosyolojisi) isimli kitabını yayımladı. Bu dönemde sömürgecilik olgusu toplumsal düzlemde -sosyolojiyi müdahil kılarak- odağındaydı. Paris’e döndükten sonra 1964 yılında École des Hautes Études en Sciences Sociales’in müdürü oldu. 1975 yılında sosyal bilimler sahasındaki araştırma yazılarına yer veren Actes de la recherche en sciences sociales dergisini çıkardı, 1995 yılında ise Raisons d’Agir yayınevini kurdu. Vefat ettiği 2002 yılına kadar bilime katkılarını sürdüren Bourdieu, Saussure’ün yapısalcılığını tarihsel bağları göz ardı ettiği için eleştirirken Althusser’in aygıtlarının da “alan” olduğunu savundu. Öte yandan Sartre’ın evrensel entelektüeline karşı çıkarak Foucault’nun özgül entelektüeliyle benzer özellikler taşıyan bilimsel otoriteyle inşa edilen simgesel tahakkümlere karşı çıkan kolektif entelektüel kavramını öne sürdü. Bunlarla beraber, Bourdieu’nün belki de en büyük katkısı sosyal, kültürel ve entelektüel sermayeleri gözler önüne sermesi. Tabii, hepsinin yanında failin toplumsal düzendeki yerini belirleyen ağların toplamı olan “habitus” kavramı yer almakta.
Nitekim, Homo Academicus’ta kendine has kurallara sahip olan, bu sebeple tahakküm ilişkilerini olanaklı kılan fiziki uzam üniversite. Buradaki faillerle entelektüelleri ayırmakta Bourdieu. Zira üniversitedeki failler “uzmanlaşmış ve seçilmiş bir hoca olabilmek için kendilerini profesyonelleştirerek ve özel metodolojiyle donatarak, eleştirinin günlük geleneklerinden kopmaya meyilli olan”, başka bir deyişle entelektüel alana mesafe koyan kişilerdir ki Bourdieu onları bu noktada üst düzey devlet memurlarına benzetirken “saygınlık ve toplumsal bütünleşmenin değişik göstergelerini” entelektüellerden daha fazla taşıdıklarını belirtir. Öte yandan 19. yüzyıldan itibaren giderek özerkleşen üniversiteler kendi kodlarına sahiptir. Kod sözcüğünün yasa manasına da geldiğini belirtmeli. Bu minvalde Homo Academicus kitabında kendine has sermayeleri üreten üniversiteler aynı zamanda bir mücadele alanı olarak karşımıza çıkmakta:
“Tüm diğer alanlar gibi akademik alan da meşru aidiyet ve hiyerarşi şartlarını ve ölçütlerini; yani hangi vasıfların yerinde, etkili ve sermaye işlevi görerek alan tarafından garantilenmiş çok özgül kârları üretmeye özgü olduğunu belirlemek adına verilen bir mücadele yeridir.” (s.14)
Ancak sermaye işlevi gören bu vasıflar nereden gelmektedir? Burada habitus kavramı öne çıkar. Bu kavram Bourdieu’den önce zikredilmiştir fakat Bourdieu, kavramın anlamını genişleterek yönteminin yapıtaşlarından biri olarak belirlemiştir. Kabaca, failin eylemlerinde belirleyici olan, failin içinde bulunduğu alan sayesinde farkında olmadan kazandıkları tarafından şekillenen toplumsallıktır. Failin doğduğu yer, ailesi, eğitimi gibi pek çok etken habitusu yaratır. Habitus toplumsal olduğu kadar bireyseldir ve failin eylemlerinde belirleyici olan bir şema olarak düşünebilir. Failin ait olduğu sosyal sınıf onun dış dünyayla olan ilişkisini ve hayat beklentilerini de şekillendirmektedir. Bu bağlamda akademik hiyerarşide failin konumunu belirleyen, habitusla ilişkili sekiz anlamlı gösterge tespit eder Bourdieu:
İlki tevarüs edilen ekonomik, kültürel ve sosyal sermaye ki toplumsal ve coğrafi kökenle ailenin asıl dini bunun ayaklarıdır: Baba mesleği, Bottin mondain’e (Fransa’nın ünlü yıllığı) kayıtlı olma. İkincisi eğitim sermayesi: Devlet lisesi, özel okul, Paris’te mi taşrada mı okuduğu, eğitim başarısı. Üçüncüsü akademik iktidar sermayesi: Üyelik, yöneticilik, çeşitli kurumlardaki unvanlar. Dördüncüsü bilimsel iktidar sermayesi: Bilimsel bir derginin yönetiminde bulunma, araştırma kurumlarında yer alma, Bilimsel Araştırma Yüksek Konseyi’ne katılım. Beşincisi bilimsel prestij sermayesi: Institut üyeliği, bilimsel ödüller, çevrilmiş olma, uluslararası katılımlar. Altıncısı entelektüel şöhret: Fransız Akademisi’ne üyelik ve Larousse’ta zikredilme, medyada yer alma. Yedincisi ekonomik ya da politik iktidar sermayesi: Madalyalar, plan komisyonlarında bulunma. Sonuncusu ise geniş anlamıyla “politik” yatkınlıklar: Caen ve Amiens konferanslarına katlım ile çeşitli dilekçelere imza.
Bu bilgilerin 1968-1971 yıllarında elde edilen istatistiki analiz ve mülakatlarla sağlandığını belirtelim. Öte yandan mezkûr bilgilere mütekabiliyet analizi de eklenmekte. Böylece, cinsiyet, doğum yılı, medeni hal, çocuk sayısı, doğum yeri, ikamet, din, babanın sosyo-profesyonel kategorisi gibi demografik ve sonradan kazanılmış ya da miras kalmış sermaye göstergelerinden entelektüel şöhret göstergelerine kadar kapsamlı bir araştırma sunulmakta. Buradaki iki göstergenin oranı çok yüksek. İlki hocaların çoğunluğunun erkek olması: En düşük oran fen bilimlerininken (%91,5) en yüksek oran ise tıp fakültesinin (%100). İkincisi yükseköğretim görülen şehrin Paris olması: En düşük oran olan %63,2 ile hukuk fakültesinin ardından %86,7 ile fen bilimleri fakültesi gelmekte. Böylece Bourdieu’nün işaret ettiği önemli bir noktaya varmaktayız. 18. yüzyılda filizlenen ve 19. yüzyılda köklü değişimlere sebep olan Aydınlanma fikriyatından doğan ilkelerin 20. yüzyıl bilgi üretimindeki konumu. Zira Aydınlanma aklı ve bilimsel bilgiyi yücelterek ideal insan tipinin erkek, burjuva ve akılcı olduğunu öne sürer -ki yukarıdaki veriler bu izleğin sürdüğünü doğrular nitelikte. Ayrıca, 18. yüzyıl burjuvası için bilim özgürlük aracıdır, bireysel akılla doğaya hükmetmeyi amaçlayan pozitivizm de modernitenin temeli olarak kabul görür. “Sosyoloji” kelimesinin ilkin pozitivizmin kurucusu Auguste Comte tarafından zikredilmesi bu hususta dikkate değer. Öte yandan Aydınlanma olgusuyla hemhal olan Kant, “Aydınlanma Nedir?” makalesinde önemli bir noktaya değinir:
“Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır.”
Bu bağlamda, aklın bireysel ve kamusal kullanımları gündeme gelir ve kodlamanın ilmî inşanın yerini aldığı üniversiteler bu erginleşme sorunuyla çelişir niteliktedir. Başka bir deyişle bilimsel söylem ve bilimsel tarafsızlaştırma ne derece mümkündür?
“Bilimsel çözümleme iki ilişki kümesini ilişkilendirmelidir: ayrımsal konumlanma olarak eserler veya söylemler uzamı ve onları üretenler tarafından işgal edilen konumlar uzamı. Bu da şu anlama gelir: Akademisyenlerin Mayıs 68 günleri ile ilgili ürettikleri eserler, metinlerarasılık ilkesine göre, ancak konuyla ilgili anlamlı simgesel vasıflarının tanımlandığı eserler uzamına yeniden yerleştirilerek ve bu uzam, akademik alanda bu eserlerin yazarlarının bulundukları konumların türdeş uzamına bağlanarak anlamlandırılabilir.” (s.223-224)
Kısaca belirtilen şudur: Akademik konum siyasi konumu belirler. Böylece, Althusser, Barthes, Deleuze, Derrida, Foucault gibi “entelektüel kahramanlara”, “o dönemin küçük yalvaçlarına” -Bourdieu’nün ifadesiyle- farklı bir gözlükle bakma imkânı da sunulmuş olur. Sözün özü, nesneleştireni nesneleştirmiş, sınıflandıranı sınıflandırmıştır Bourdieu. “Yirmi yıl sonra” altbaşlığını taşıyan Sonsöz’de bu doğrultuda David Garnett’in “A Man in the Zoo” (Hayvanat Bahçesinde Bir Adam) öyküsünün verdiği tecrübeyle kitabının sonuçlarını benzetir. Öykü, sevgilisiyle kavga ettikten sonra hayvanat bahçesi müdürüne mektup yazarak kendini kafese koyduran bir adamı anlatır: Homo sapiensi.
Son söz niyetine: Bourdieu’yü ve Homo Academicus’u anlatmak bu yazının boyutunu aşmakta. Dolayısıyla, sosyoloğun anahtar kavramlarından kabaca hareket ederek bu kavramları kitap izleğinde kısaca irdelemeye ve dikkatimi çeken noktalara temas etmeye gayret ettim. Bourdieu, şüphesiz ki birçok terimi sosyal bilimlere kazandırarak günümüz dünyasına dair fikir edinmek için okunması gereken isimlerden biri. Homo Academicus’u da üstte anlattığım üzere 68 menzilinde Fransa özelinden hareketle genele dair sonuç çıkarmamızı sağlayan ve belki de adını sıkça duyduğumuz “özel isimlere” mesafeyle yaklaşmamız gerektiğini gösteren bir eser olarak görmeli.