Taksim Meydanı: Demokrasi bir yarışma mıdır?
Meydanların tamamıyla insanların buluştuğu, tümüyle huzurlu yerler olduğu fikri yanlış bir beklentidir. Meydanlar doğası gereği toplumsal çatışma alanları; insanların, dertlerini yüksek sesle dile getirebildikleri, gerektiğinde iktidarlara “hayır” diyebildikleri çok değerli boşluklardır.
Taksim Meydanı Kentsel Tasarım Yarışması, herhalde Türkiye mimarlık ortamının üzerine en çok tartışılan yarışması oldu. Jüri tarafından tek birincinin seçildiği yarışmalardan farklı olarak, seçilen eşdeğer üç projenin halkoyuna sunulması bunun asıl nedeni. Zaten yarışma İBB Başkanı İmamoğlu’nun seçim vaadi idi ve süreç “İstanbul senin” sloganı ile başladı.
Bu açıdan Taksim Yarışması, Taksim’in fiziken nasıl şekilleneceği hakkında değildir; asıl İstanbulluların kentlerini sahiplenmesi yarışmasıdır. Şu an nasıl hayatlarımız olduğu ve aslında başka tür nasıl hayatlarımız olabileceği üzerine düşünme yarışmasıdır. Ve tüm bunlardan dolayı Taksim Yarışması sonuna kadar politik bir yarışmadır.
Yarışmanın sloganı, “İstanbul senin” denirken aslında hayatlarımız üzerine söz hakkımızın kalmadığı, olan bitene seyirci olmaya zorlandığımız, tepeden inme kararlara biat etmemizin beklendiği çaresizliğimiz kastedilmekte ve halka fikri sorulurken bugünün Türkiye’sinde maruz kaldığımız baskı hatırlatılmaktadır.
Peki, demokrasi bir yarışma mıdır?
Olimpiyatlarda en hızlı koşanın, atlayanın, fırlatanın birinci seçilmesi yarışmadır. Ama bireylerin hak ve özgürlüklerinin devletin kurum ve kuralları tarafından güvenceye alınması bir yarışma değil sürekliliktir, bir yaşam iradesidir.
Taksim Meydanı yarışması, bugünün Türkiye’sinde demokratik bir yarışma olma iddiasındadır. Bunu yaparken bizlere demokrasinin kurum ve kurallarının ne kadar yıprandığını göstermektedir. Ama aynı zamanda yarışmanın kendisi bir çelişkidir. Bir sokak röportajında iktidarı eleştiren sıradan bir vatandaşın tutuklandığı, “devlet aleyhine haber yapmak” diye bir suçun uydurulduğu, gazetecilerin tutuklandığı bir ülkede halka fikrini sormak bir çelişkidir.
Demokrasinin olmadığı, yine halk oylaması ile Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçildiği, rejimin değiştiği bir ortamda halen demokrasi ve özgürlük varmış gibi bir yarışma düzenlemek yarışmayı baştan sona bir çelişkiler yumağı yapar; yarışmada değerli olan, seçilen proje değil, yarışmanın kendisinin çelişki olması ve yaşadığımız çelişkileri bize gösterme gücü.
Baştan söyleyeyim, tüm bu süreçte asıl çelişki, çok verimli olabilecek ve birazdan sıralayacağım diğer siyasal çelişkileri, İBB’nin şimdiye kadar özenle konuşmaktan kaçınmasıdır.
Daha ilginci aynı şekilde iktidar da şu ana kadar bu konuda tek söz etmedi. Oysa Gezi Direnişi ve Toplu Kışlası'nın engellenmesi, asla geri adım atmamayı siyaset zanneden Erdoğan’ın en büyük yenilgisidir. Ama bunun mutlak bir yenilgi olmadığı görülmeli ve hemen sonrasında AKM'nin yıkılması ve Taksim Camisi’nin Maksem ve su deposunun arkasından yükselmesi unutulmamalı.
Taksim Meydanı, Yeni AKM ve cami tarafından abluka altına alınmışken, üç eşdeğer projede de bunun görmemezlikten gelinmesi, hatta park tarafından istila edilen ağaçlar ile orada yükselen iri kütleye sırtını dönen bir meydan tasarlanması çelişkidir. Aynı şekilde, hemen yanındaki Gezi Parkı’ndan beslenme şansı olan meydanın, meydan olarak bırakılmaması ve parklaştırılması mimari bir çelişkidir.
Taksim Meydanı’ndan başlayıp, Gezi Parkı üzerinden seyir terasları ile Maçka’ya uzanan kırmızı köprü tasarımı ayrı bir çelişkidir. Gezi Parkı’nın eski teraslarına öykünen bu köprünün seyir teraslarından artık görülecek tek şey gökdelenlerin yükseldiği, sermayeye terk edilmiş, yağmalanmış bir İstanbul’dur. Nostalji tuzağına düşmek bir çelişkidir.
Çelişkiler bitmedi, devam ediyor.
Meslek örgütlerinin ve STK’ların “sürece dâhil edilmedik” demeleri ve yukarıda sıraladığım çelişkileri yüksek sesle dile getirmemeleri çelişkidir. Sanki ülkede demokrasi ve özgürlük var ve sürece dâhil olsalar insanların bütün farklılıklarını bırakacak bir buluşma meydanı olacakmış gibi davranmaları, yani “mış gibi" yapmaları bir çelişkidir.
2020 yılının Taksim Meydanı’nı tasarlamak isterken, daha önce mevcut trafik akışından dolayı yeri seçilen Cumhuriyet Anıtı ve Gezi Parkı merdivenlerinin, şartnamenin sabitleri ya da dokunulmazları olması inatçı bir muhafazakârlık ve koyu bir çelişkidir.
Diğer bir itiraz: Taksim Meydanı’nı, 1 Mayıs ya da Gezi Direnişi gibi anıt heykellerle donatma talebi aslında meydanı mezarlığa dönüştürmek anlamına gelir. Ne de olsa insanlığın ilk anıtı bir mezar taşıdır. Meydanı ağaçlar ya da heykeller ile doldurma isteği aynı çelişinin iki ayrı yüzüdür.
Başta söylediğim gibi en büyük çelişki bütün bu çelişkilerin konuşulmamasıdır. Oysa Taksim Meydanı’nın çelişkilerinin tartışılmasının büyük bir siyasal gücü var ve maalesef bu potansiyel kaçırılmakta. Asıl bunlar üzerine düşünmek bizleri politik özne yapar ve yaşamlarımız üzerinde tekrar söz hakkı kazanabiliriz. Meydanların ve sokağın gücü burada yatar.
Son söz olarak şunu söyleyeyim:
Türkiye’de demokrasi kültürü, onun kurum ve kuralları, bireylerin fark gözetmeksizin özgürlükleri ve hakları güvence altına alınmadan meydanlarımız sürekli değişecek, eleştiri ve siyasal çatışmaların alanı olmaya devam edecektir. Bunun tam tersi de söylenebilir. Meydanların tamamıyla insanların buluştuğu, tümüyle huzurlu yerler olduğu fikri yanlış bir beklentidir. Meydanlar doğası gereği toplumsal çatışma alanları; insanların, dertlerini yüksek sesle dile getirebildikleri, gerektiğinde iktidarlara “hayır” diyebildikleri çok değerli boşluklardır. Yeter ki bir arada yaşamayı, birbirimize saygı göstermeyi ya da en azından katlanmayı öğrenebilelim.