YAZARLAR

Tam da şimdi siyaset yapacağız!

Bir ülkenin Cumhurbaşkanı, yıkılan binaların sorumluluğunu “vesayetçi zihniyet”e bağlamak suretiyle üzerinden atmaya çalıştıkça ve vatandaş “Deprem paraları nerede?” diye sorduğunda, “Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok” şeklinde cevap verdiğinde, insanların bu berbat düzenin böyle gideceği yönündeki kaygıları kaçınılmaz olarak kesin yargıya dönüşüyor. Malum, bize hesap vermeyeceksin de kime hesap vereceksin?

Başımıza felaketler geldikçe 2020’ye vurup duruyoruz ama bu, işin en masum kısmı. Gerçekler çok acı. Tesadüfi bir bedbahtlık değil yaşadıklarımız. Hem maddi hem manevi olarak dünyaca bir düşüş halinde olduğumuz doğru. Fakat Türkiye’de bu düşüş göz göre göre yaptığımız hatalar neticesinde çok daha sert ve yıkıcı. Uzunca süredir zaten pek iç açıcı olmayan ruh sağlığımızı, salgınla birlikte toplu şekilde kaybettiğimizi söylemek mümkün. Ben buna kolektif depresyon diyorum.

Halihazırda 13 milyon işsizin olduğu ülkede, işi olanlar da çoğunlukla işlerini kaybetme korkusu yaşıyorlar. Herkes bir şeylerden şikayet ediyor, herkes öfkeli. Etraftan çok fazla “Artık umudumu yitirdim” cümlesi duyuyoruz, umutsuzluk had safhada. Ağzınızı açsanız bir şeylerle suçlanıyorsunuz, hareket kabiliyetimiz fiziksel olarak kısıtlandıkça, kendimizi mental olarak da daha dar bir alana hapsettiğimiz kesin. Yarını kestirememek, belirsizlik, her gün alınan, giderek sayısı ve şiddeti artan kötü haberleri okumak bile istemiyor insanlar. Kendi yaşamı bir şekilde yolunda gidiyorsa bile, azıcık vicdanı olan zaten bir diğerinin haline bakınca kaygı duymadan gününü bitiremiyor. En son ne zaman ağız dolusu güldünüz, diye sorsam oturur uzunca düşünürsünüz, eminim. Ve hatta bu soruyu sormak da artık ayıplanabilir. Zira, “insan onuruna yakışır yaşam” denilen evrensel standart, Türkiye’de eve -gerçek anlamda- ekmek götürebilmek ve başını sokacağı bir çatısı olmaktan ibaret.

Başımızı sokacak çatılar da yıkılıyor. Deprem hepimiz için son nokta oldu, diyemiyorum; çünkü gerçekten yarın daha kötüsü de olabilir. Yaşamın öngörülebilirlik derecesi Türkiye’de yerlerde. İşçi, kadın, azınlık veya yoksul ezilen hiçbir kesimin önlenebilir ölümü önlenmediğinden adı “cinayet” oluyor. Bu yazı yazılırken İzmir’de 44 cinayet olduğunu söyleyebilirim. Sonra, bu ülkenin eski Çevre ve Şehircilik Bakanı hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi, adeta Japonya’da bakanlık yapmış gibi, “Japonya’da deprem olunca insanlar evinde sırtüstü yatıyor da, bu ülkede niye insanlar ölüyor?” diye sorabiliyor.

Kendisine verilebilecek çok cevap var: Mensubu olduğu siyasi iktidarın himayesinde yaygınlaşan bir market zinciri, yayılırken binaların kolonlarını kestiği için diyebiliriz mesela. En son Elazığ depreminde, hiçbir sorumlu hakkında soruşturma başlatılmadığı için diyebiliriz. Yalnızca cebini düşünen müteahhitlere, yine yalnızca cep doldurmak amacıyla dağıtılan imzasız-denetimsiz ruhsatlar, asla yapılmayan denetimler, imar afları-barışları diyebiliriz pekala. Kamu İhale Kanunu'nun son 16 yılda 186 defa değiştirilmesine, İmar Kanunu'nun yürürlüğe girdiği 1985’ten bu yana 39 defa değiştirilmesine rağmen, 7269 Sayılı Afete ilişkin Kanun (Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun) 1959’dan bu yana öylece durduğu için de olabilir. Neredeyse her yıl bir bölgesinde deprem olan bir ülkede Afet Bakanlığı olmadığı için de olabilir. Jeoloji mühendisleri, iş aramaktan bile vazgeçecek kadar işsiz ve umutsuzken, onlara iş imkanı sunmaya gerek duymayacak kadar konuyu önemsemediğiniz, dolayısıyla alan açmadığınız için olabilir. Meslek odalarını şeytanlaştırmaktan, yeteneklerini kullanmayı ve sürece dahil etmeyi aklınıza getirmediğiniz için de olabilir. Ne bileyim, hadi bunları yapmadınız, Japonya’yı örnek almadığınız için de olabilir. Bu öneriye “Japonya kim ki, …” benzeri bir cevap verme ihtimaliniz çok yüksek olduğu için de olabilir.

Benim de yeni öğrendiğim bir bilgi; 6306 Sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun, adı üzerinde bu kanuna göre deprem riski olan bölgelerin analizinin yapılması ve buna göre bir dönüşüm sağlanması gerekiyor. Fakat en azından İstanbul’da (diğer bölgelere ilişkin somut veri olmadığından yalnızca İstanbul üzerinden) riskli olmayan fakat rant alanı olan bölgelerin riskli ilan edilmek suretiyle dönüştürüldüğü anlaşılıyor. Vizyon 2050 İstanbul’un sitesinde yer alan Kentsel Analiz Raporu’ndaki bir harita bize bunu açıkça gösteriyor.

Korkunç gerçekten…

İnsanlar günlerdir şu cümleyi tekrarlayıp duruyor: “İnsanlara mezar inşa eden müteahhitlerin değil, kendi dertlerini kenara bırakıp kurtarmaya giden madencilerin ülkesini kurmamız gerek”.

Sınıf tartışması yapılıyor örneğin günlerdir. Evet, depremde zenginlerden ziyade yoksullar ölüyor. Sömürülen yoksulların tüm tehlikelere açık olduğu yeni bir tespit değil. Bunu söyleyebilmek için illa komünist ya da sosyalist olmak zorunda da değilsiniz. Bu, böyledir. Kapitalist zihniyet insanları olduğu gibi doğayı da sömürür. Ve doğa bunun karşılığını muhakkak verir. Kendi aklını doğanın aklından üstün gören küçük kibirli insanların yaptığı yanlışların bedelini de koca bir ülke öder.

Bir ülkenin Cumhurbaşkanı, yıkılan binaların sorumluluğunu “vesayetçi zihniyet”e bağlamak suretiyle üzerinden atmaya çalıştıkça ve vatandaş “Deprem paraları nerede?” diye sorduğunda, “Harcanması gereken yere harcadık. Bundan sonra da bu tür şeylerin hesabını vermeye zamanımız yok” şeklinde cevap verdiğinde, insanların bu berbat düzenin böyle gideceği yönündeki kaygıları kaçınılmaz olarak kesin yargıya dönüşüyor. Malum, bize hesap vermeyeceksin de kime hesap vereceksin? “Bu tür şeylerin” hesabını vermeyeceksin de ne tür şeylerin hesabını vereceksin?

Şimdi biz bunları dile getirdiğimizde, “böyle bir zamanda siyaset yapmış oluyoruz”. Elbette yapacağız. Hakkımız çünkü. Gözümüzün önünde insanlar ölüyor. Oturduğumuz bina ne durumda bilmiyoruz. Geçtik yoksulun oturduğu eski binaların güvensizliğini, zenginin oturduğu milyonluk binanın da ne olduğu tam olarak belli değil. Daha çok yer açmak için, göremediğimiz yerlerde ya da görsek bile anlayamayacağımız şekilde kolonları kesip duruyor müteahhitler. Eşitsizlik her geçen gün derinleşiyor. Cana kast edenler gün geçtikçe zenginleşirken, orta sınıf hızla yoksullaşıyor, yoksullar “eve ekmek de götüremez oluyor”. Ne yapalım, acı ve yaslı bir zaman diye daha çok mu susalım? Susturanların ekmeğine yağ mı sürelim? Söylenmesi gereken ne varsa, her zaman, söyleyeceğiz. Kendileri, hiçbir şey yokmuş gibi Van’da kongre yaparken bir halk için konuşmaya, hesap sormaya devam edeceğiz.

Bu siyasi iktidar, ülkenin başına gelmiş en büyük depremdir. Çokça sarsıldık, bina çökeli çok oldu. Fakat bugünler de geçecek elbet. Dünyanın da ülkenin de üzerindeki kara bulut elbet dağılacak. Biz güneşli günlere olan inancımızı, ne kadar üzülsek de kaybetmeyeceğiz. Bütün bunlar kaderci bir durağanlıkla olmayacak. Herkes imkanınca bir mum yakacak. Enkazı hep birlikte kaldıracağız.

 


Tuba Torun Kimdir?

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri avukatı ve Kadın Adayları Destekleme Derneği yönetim kurulu üyesidir. ‘Bayan Değil Kadın’ programını hazırlayıp sunmaktadır. Aktif olarak siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.