Taner Akpınar: Sorunun yaratıcısından soruna çözüm olmasını istiyoruz

'Sermayenin Yeni Hafif Piyadeleri' kitabının yazarı Taner Akpınar, Türkiye’de birçok çevrenin göçmen işçileri çalışma koşullarını kötüleştirmek ve yerli işçilerin ücretlerini düşürmekle suçladıklarını ifade ediyor ve ekliyor: “Şu gözden kaçıyor: Zaten kaçak göçmen işçilerinin buraya getirilmesinin temel nedeni bu. Sermaye; işçi sınıfının çalışma koşullarını aşağı çekmek, ideolojik olarak işçi sınıfını kamplara bölmek için bu stratejiden ziyadesiyle istifade eder.”

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Göçmen işçiler, Suriyeli işçiler, yerli işçiler… Bu gruplar arasındaki ilişki her daim sermaye lehine olacak şekilde belirleniyor. Çatışma ve gerilim noktaları, kapitalist sistemin sürdürebilirliğini sağlayacak güçte işlev görüyor.

Devletin işverenlerin kullanımına hazır bir göçmen işçi ordusu oluşturulmasındaki rolü, sermaye ve göçmen emeği arasındaki ilişkinin adlı adınca bilinmesi sınıf mücadelesinin niteliğini bir başka noktaya taşıma ihtimali olsa da iş oralara hiç gelemiyor. Çünkü neoliberal düzen için göçmen emeği vazgeçilmez. Bütün stratejiler buna göre düşünülüyor.

'Kaçak' göçmen işçilerin Türkiye’deki sermaye çevreleri için anlamı ne? Geçmişten bugüne göçmen hareketi nasıldı? Bir ülkeden diğer ülkelere çalışma maksatlı insan hareketliliğini belirleyen şeyler neler? Marx’tan bu yana 'sınıf' tanımı değişmiş olabilir mi? 

Kor Kitap’tan çıkan 'Sermayenin Yeni Hafif Piyadeleri - Kaçak’ Göçmen İşçiler' kitabının yazarı Taner Akpınar’la konuştuk.

‘Kaçak’ göçmen işçiler, Kürt işçiler, Afrikalı işçiler tüm bu gruplar sınıfsal olarak sizce çatışıyor mu? 

Afrikalı olanları bir kenara ayıralım. Diğerleri ile yerli işçiler arasında bir rekabet var. Tarihsel olarak bakarsak örneğin 1990’lı yılların başında Türkiye’nin Kuzey bölgelerinde çay toplamak için çalışan Ruslar var ve o yörenin insanıyla rekabet halinde. Bugün daha çok Kürtlerle rekabet halindeler. Afrikalılarla bir rekabet yok. Çünkü onlara iş verilmiyor. Nedeni de şu: Olası bir denetimde herhangi bir resmi yaptırımla karşılaşmamak için. Çünkü bir iş yerinde siyah işçi hemen fark edilir. Diğerleri gibi çok kolay kolay onu gizlemek mümkün değil. 

Bu dediğinizden yola çıkarak ezilenlerin hiyerarşisinde siyah işçi en altta olan mı?

Bu çok söylenemez. Çünkü bu grup zaten iş gücü piyasasına dahil bile olamıyor. Peki buna karşın dahil olanların durumu ne? Dahil olanların çalışma koşullarına ve aldığı ücretlere bakarsanız çok da iyidir diyebilir miyiz? Öte yandan Afrikalı göçmenler Avrupa’ya gitmek istiyor. Dolayısıyla onlar geçici bir bekleme süresi ile burada duruyorlar. 

Türkiye’de birçok kategori var. Bu kategoriden daha çok mülteciler, sığınmacılar konusu tartışılıyor. Oysaki doğrudan buraya çalışmak için gelenler de var ve bunlar çalıştıktan sonra geri ülkelerine dönüyorlar. Hatta sürekli git gel yapıyorlar. 

 'İNSAN HAREKETLİLİĞİNİN SEBEPLERİ YILLARA GÖRE DEĞİŞİYOR’

 Git gel yapan daha çok kimler?

Azerbaycanlılar, Türkmenistanlılar, Gürcistanlılar… Bu üç grup özellikle gidip gelerek çalışıyor. Bu benim araştırma yaptığım 2010 yılına doğru dönemdi. Türkiye’ye çalışmak için gelenler meselesi o kadar dinamik bir mesele ki… 1991 yılından itibaren tam olarak Türkiye’ye gelmeye başlıyorlar ama o günden bugüne sürekli gelenler değişiyor. Yani 1990’ların başında bir saha araştırması yapılmış olsaydı eminim ki diyecektik ki; Romanya’dan, Ukrayna’dan gelenler var. 

Ondan öncesinde örneğin İstanbul’da Romanyalılar gidip gelip inşaatlarda çalışıyorlardı. Romanya Avrupa Birliği’ne girince Romanyalı işçiler bir daha Türkiye’ye gelmez oldular. Niye? Avrupa Birliği ülkelerinde şanslarını deniyorlar. Türkiye’ye Afganistan’dan gelen Özbek Türkleri de var. Bunların ilk kategorisi Rusya’nın Afganistan’a yönelik hamlesinden sonra ‘soydaşlık kardeşliği’ üzerinden resmi makamlar tarafından buraya transfer edildi. Hala gelmeye devam ediyorlar ama onlar çalışıp gitmek için değil kalıcı olmak, yerleşmek için geliyorlar. Örneğin bir Afrikalı ise buradan Batı’ya gitmek için geliyor ve tabi bugün çok sayıda Suriyeli var. Onlar herkesin malumu…

‘İNSAN TİCARETİ BUGÜN ÜÇÜNCÜ BÜYÜK SUÇ ENDÜSTRİSİ’

Dünya üzerinde en çok geçiş olan yer -mülteci, göçmen bütün o grupları içine dahil ederek soruyorum- Türkiye olabilir mi? Sınır politikasının bunla alakası var mı?

Şu ülkelere de çok gidiliyor: İtalya, İspanya, Yunanistan… Akdeniz üzerinden deniz yoluyla oranın kıyılarına varmak mümkün. Tabi bu sürekli devam eden bir insan hareketliliği değil. Toplam sayıyı bilemeyiz. İspanya, Yunanistan’a mı gidenler çok, Türkiye üzerinden Batı’ya geçmek isteyenler mi?

Dediğiniz gibi sınır politikalarıyla da ilgili. Türkiye uzun bir süre girişleri denetlemiyordu. 2000’li yıllardan itibaren haberler üzerinden bir tarama yaptığınızda görülür ki bütün haberler ‘kaçak’ göçmenlerin sınıra geçmek üzereyken yakalanması ya da sınırı geçmek üzereyken ölmesi üzerine haberlerdir. Türkiye’nin sınırlarından Türkiye’ye girildiğine dair haber bulamazsınız. 

Dünyadaki verilerin bize söylediği şey silah ticareti ve uyuşturucu ticaretinin yanında üçüncü en büyük ticaret; insan ticareti. İnsanların sınırlardan para karşılığında geçirilmesi, bir meta gibi alınıp satılması meselesi. İnsan ticareti bugün üçüncü büyük suç endüstrisi haline gelmiş durumda.

Kitabınızda 'kaçak' göçmen işçileri 'hafif piyadeler' olarak tarif ediyorsunuz. Niçin? 

Marx’tan ödünç aldığım bir kavram. Siz buna ödünç almak değil, çalmak da diyebilirsiniz. Marx, kapitalist düzenin sistematik bir biçimde işsiz ordusu yarattığını iddia eder. Boşta olan bir iş gücü orada durur. Bunun adına Marx “Yedek iş gücü” der. Yedek iş gücü kapitalist sistemin işleyişi açısından hayati bir öneme sahiptir. Kapitalist sistem boşta bir grup insanı tutarak; çalıştırdıklarını onlara sunulan koşullara razı eder. 

İkinci neden ise şu: Kapitalist bir firma, işlerini büyütecek olursa ek insan gücüne ihtiyaç duyacaktır. Dolayısıyla da dışarıda boşta duran emek havuzundan, ek emek gücü tedarik edecektir. Üstelik yedek iş gücü aynı zamanda ucuz emek havuzudur. Marx, bu yedek iş gücü ordusunun içinde göçmen işçileri de sayar. Bunlar zayıf bir kategoridir. Şu anlamda zayıftırlar: Örgütlü değillerdir, bir yerden bir yere göç etmişlerdir. Bunları maniple etmek daha kolaydır. Marx, tüm bunlardan dolayı “sermayenin hafif piyadeleri” der. Bugünkü 'kaçak' göçmen işçilerin içinde bulunduğu yaşama ve çalışma koşullarına baktığınızda da bu nitelendirmenin uygun olduğunu düşünüyorum. Tanıma sadece 'yeni' ifadesini ekledim. Bu insanlar gerçekten, küresel ölçekte büyük oyunlar nedeniyle yerinden ediliyorlar. Büyük oyunlara direnecek maalesef ki güçleri yok. Ya bulundukları yerde kalacaklar ve büyük ihtimalle hayatlarını sürdüremeyecekler ya da yollara düşecekler. Gittikleri yerde de çalışma koşullarına razı olup, çalışmaktan başka çareleri yok. Kaçak konumuna düşürülen göçmen kitle; bugün gerek Türkiye’de gerekse Batılı ülkelerde sermayenin hafif piyadelerini oluşturuyor.

‘BOŞLUĞA KONUŞUYORUZ, DEVLETLERİN NE YAPTIĞI BELLİ’

Tam söylediğiniz yerde… Gazeteci olarak tek yaptığımız bu insanların hikâyelerini, dramlarını anlatmak. Çözüm yokken tekrar tekrar anlatmakla nereye varabiliriz emin değilim. Çözüm olduğunu düşünüyor musunuz?

Maalesef öyle. Sadece bu göçmen işçiler üzerinden değil. Örneğin bugün Türkiye’de milyondan fazla çalışan çocuk var. Bu konuya duyarlı olanların emekleri çok saygı değer. Buna diyeceğimiz bir şey yok fakat yöntemimizde bir sorun var. Tam sizin söylediğiniz anlamda onların dramlarını göz önüne getirmemizin artık bir faydası yok. Dramlarını ortaya dökerek vicdanlara seslenmiş oluyoruz. Fakat vicdanlı bir çağda yaşamıyoruz. Devlete diyoruz ki; bu insanlar şu halde, bu sorunu çöz ya da işte şu ulusal mevzuattan kaynaklı görev ve sorumlulukların var… Beyhude bir çaba. Boşluğa konuşuyoruz, devletin, devletlerin ne yaptığı belli. Kapitalist devletler bu sorunun yaratıcısı zaten. Sorunun yaratıcısından soruna çözüm olmasını istiyoruz. Devletten rica ederek çözemeyiz. Görevlerini hatırlatarak da çözemeyiz. Nasıl çözeriz? Ancak sınıf mücadelesi ile bunu çözebiliriz.

 Sınıf dayanışmasına gelmeden, ilk soruda bu gruplar sınıfsal olarak çatışıyor mu diye sormuştum. 

Evet. Sınıf dayanışması olumsuz anlamda etkileniyor tabi… Bu bir sermaye stratejisi. Türkiye’de birçok çevre göçmen işçileri suçluyor. Fakat suçlu onlar değil. Buralara gelip çalışma koşullarını kötüleştirdikleri, yerli işçilerin ücretlerini düşürdükleri falan… Şu gözden kaçıyor: Zaten kaçak göçmen işçilerinin buraya getirilmesinin temel nedeni bu. Onlar bu etkileri yaratsın diye bu hareketler oluyor. 

Bu bir sermaye stratejisidir. Bugün Türkiye’deki bir takım sermaye çevrelerinin keşfettiği bir strateji değil. Türkiye’de özelinde şöyle bir tarafı var. Türkiye’deki işletmelerin yüzde 95’i, 1- 9 kişinin çalıştığı küçük işletme. Türkiye’deki çalışma hayatıyla ilgili sorunları konuşurken muhakkak bu gerçekliği önümüze koyup konuşmamız gerekiyor. 

Niçin?

Küçük işletmeler bir takım işçi haklarını korumaya alan çalışma yasalarının kapsamına girmek istemiyorlar. Türkiye’de ilk iş yasası 1930’ların başlarında gündeme geldi ama iş verenler buna tepki gösterdiler ve 1936 yılına kadar yasanın çıkmasını geciktirdiler. 1936’da yasa çıktı ama 10 ve daha fazla işçi çalıştıran iş yerlerinde uygulanmak üzere. Dolayısıyla küçük işletmeler kendilerini bunun dışında tutabildiler. 1971’de bütün işletmeleri kapsamına alan yeni iş yasası yürürlüğe girdi. Küçük işletmeler hemen bu yasanın arkasından “çıraklık yasasını” gündeme getirdiler. 1970’lerin sonlarına doğru “çıraklık yasası” çıktı. 

 'KİMLİK SİYASETİ ÖN PLANDA, ATOMİZE OLMUŞ DURUMDAYIZ’

Neydi çıraklık yasası? 

İş yasasının kapsamına girmek istemeyen, onun yükümlülüklerinden kaçan küçük işletmeler “çıraklık yasasıyla” çocuk işçi çalıştırmaya başladılar. Resmiyette bunun adı “mesleki eğitimdi” ama 1970’lerin son günlerinden bugünlere kadar “mesleki eğitim” adı altında çocuk işçi çalıştırıyorlar. 1990’lardan itibaren bu defa da göçmen emeğine yöneldiler. Dolayısıyla bu tarihsel sermaye stratejisidir. Sermaye; işçi sınıfının çalışma koşullarını aşağı çekmek, ideolojik olarak işçi sınıfını kamplara bölmek için bu stratejiden ziyadesiyle istifade eder. 

Türkiye’ye münhasır bir kimlik savaşı da var. Buradan doğru var olma savaşı Türkiye’deki sınıf hareketlerini etkiliyor mu sizce?

Şüphesiz etkiliyor. İnanın ki ben şunu anlayabilmiş değilim… Kimliksel sorunlar çok önemli sorunlar. Önemli olmadığını kimse söyleyemez. Cinsiyete dayalı sorunlar da böyle. Fakat neden bu sorunlarımızın peşine düşerken yaptığımız işten kaynaklı sorunlarımıza sırtımızı dönüyoruz? Bunu inanın anlayabilmiş değilim. Kimlik siyaseti, sınıf siyasetinin önüne geçmiş durumda. Her şeyden önce iktisadi olarak maddi hayatımızı sürdürmek ve yeniden üretmenin koşullarını yaratmalıyız ki diğer sorunlarımızla uğraşabilelim. Karnımız açken diğer hangi sorunumuz çözebiliriz? 

 Sınıf meselesinin önemine dair herhangi bir şey söylediğimizde alaya alınıyoruz. Şöyle tepkiler alıyoruz: “Kimliksel sorunlarımızı devrimden sonraya mı erteleyelim?” Söylediğimiz şey vulgarize ediliyor. Hiçbir sorunun o kadar beklemeye sabrı yok. Bu sorunların birleştirilmesi gerektiğini söylüyoruz. 1980’lerden sonra küresel ölçekte de Türkiye’de de kimlik siyaseti ön planda ve atomize olmuş durumdayız. Kadınlar bir hareket geliştirmiş durumda, Kürtler, Aleviler, LGBTİ+ bireyler… Hepsinin katettiği mesafeler de var. Fakat arzu edilen noktaya gelmiş miyiz acaba? Bu yöntemle gelebilecek miyiz? Nesnel olarak güç sınıfta. Sınıf kimliklerden ayrı bir şey değil.

‘SINIF MADDİ YAŞAM KOŞULLARIYLA HOMOJEN BİR TOPLAM DEĞİL’

Marx ve Engels’ten bu yana sınıf kavramının tanımı değişmiş olabilir mi? 

Şüphesiz… Niteliği değişiyor ama şu durum değişmemiş durumda. Marx’ın sınıf kavramının referans noktası mülkiyettir. Üretim amaçları mülkiyetine sahip olanlar sermaye sınıfını, olmayanlar ise emek gücünü kiralayarak hayatını sürdürmek zorunda olanlar emekçi sınıfını oluşturur. Bu tabiki çok değişti. Marx’ın döneminde sanayide çalışan kol emekçileri vardı. Bugün hizmetler sektörü bütün sektörlerden daha büyük bir toplama ulaşmış durumda.  Ofislerde çalışanlar sayısal olarak çoğunluk haline geliyor. Guy Standing’in ortaya attığı prekarya kavramı var örneğin. Sınıfın bugün içinde bulunduğu koşulların farklılığını ifade ediyor bu kavram ama işin özü aynı duruyor. Bugün ofiste çalışan birisi de son tahlilde üretim araçları mülkiyetine sahip olmadığı için emek gücünü kiralayarak geçinmek zorunda. İşini kaybettiğinde hayatını sürdürecek başka bir yolu yok. Dolayısıyla sınıfsal kimliği orada duruyor ama statüsü değişmiş. Asgari ücrete çalışanın koşullarıyla, 10 bin maaşa çalışanın koşulları farklı elbette. Sınıf maddi yaşam koşullarıyla homojen bir toplam değil. Bunu görmek, kabul etmek de lazım. 

 Belrli bir grup “bunlar geldi böyle oldu, şöyle oldu…” diyor. Tüm bu kelamları nefret söylemi olarak tanımlıyoruz. Nefret söylemine dahil edilebilecek bir fikre sahip olmadan olumsuz olanı da konuşmak gerekiyor ki çözüm düşünülebilsin bir yandan. Bu göç hareketlerinin olumsuz sonuçları var mı sizce?

Tabii ki olağan hayata etkileri var ama bugün abartıldığı gibi bir etki yok. Ne olabilir ki? Bunlar zaten var olan şeyler. Yani onlar gelmese de var olan şeyler. 

Hırsızlık, gasp (…) yoksulluğun bir sonucudur. Meşrulaştırmak için söylemiyorum ama insanlar hayatlarını sürdüremezse alternatif yollara başvururlar. Bugün Türkiye’de var olan göçmen kategoriler de etten kemikten insan. Kenara çekilip ölümü bekleyecek değiller. Öyle olsa buraya gelmezlerdi. Burada temel yaşam koşullarına erişeni var, erişemeyeni var. Türkiye’de 1990 yılının başından itibaren sermaye çevreleri düzenli olarak bu emeğe talep oluşturdular. 1990 yılında başka göçmen kategorileri geliyordu. Bugün bu talep Suriyelilerle karşılanıyor. Çok kötü koşullarda çok düşük ücrete çalışıyorlar. Peki onları çalıştıran kim? Onların ürettiği artı değer miktarı nedir? Bu artı değer kimin elinde? Burası hiç konuşulmuyor. 

‘ENTEGRE OLMALARI MÜMKÜN DEĞİL’

Kendinizi korumak için zamanla bir kadın olarak refleks haline gelmiş davranışlar geliştirirsiniz. Ulaşım araçlarına bindiğinizde, akşam sokakta yürüdüğünüzde… Etrafa hızlı bir şekilde bakarsınız ki zarar görebileceğiniz şeyleri kestirebilesiniz. Genel bir yargıya varma iddiasında değilim ama bir gözlemimi sizinle paylaşmak istiyorum. Örneğin ulaşım araçlarında Suriyeli erkekler kesinlikle göz teması kurmuyor. Acayip bir korkma, çekinme hali var. Linç edileceklerini düşünüyorlar ki olmuyor mu? Oluyor. Bu korku ve çekince topluma karışmalarına, hemhal olmalarına engel oluyor olabilir mi?

Bu noktada şunu söyleyebilirim. Bu korku olmasa da topluma karışamazlar. Göçmen gruplar her türlü eğitim fırsatından yararlanıyor olsalar bile yüzde yüz kaynaşma olmuyor. Buradaki Suriyelilerin sağlığa erişimde, eğitim fırsatlarında eşit bir biçimde yararlandıklarını düşünelim hiçbir zaman buradaki topluma entegre olmaları mümkün değil. Hep ayrıksı duracaklar. 

Mesela ben yurt dışındaki üniversitelerde de bir süre bulundum. Özellikle kantin gibi yerlerde bir bakıyordum ki, hangi ülkeden öğrenci varsa onlar birlikte oturuyor. Pakistanlı öğrenciler birlikte, Çinliler birlikte, diğerleri birlikte. Önce ne kadar ırkçı herkes diye düşünmüştüm sonra fark ettim ki özellikle ırkçı bir tavrın, tutumun bir sonucu değil bu. Dil engeline bağlamıştım. Sonra baktım ki dil ile ilgili de bir mesele değil. İnsanlar diğerleriyle elbette konuşuyor ama sohbet, muhabbet, arkadaşlık, dostluk ilerlemiyor. Çünkü paylaşacak şeyler sınırlı. Ortak bir geçmiş, ortak kültürel değerler yok. Bu doğal olarak bir gruplaşmaya neden oluyor. 

Öte yandan Türkiye’deki insanlar ne kadar birbiriyle hemhal olmuş ki? İlla Kürt ve Türk çatışmasından bahsetmiyorum. Yalnızca başka ülkeye gidenler değil, aynı ülke içinde yer değiştirenler de gittikleri yerlerde, ayrıksı değilse bile, ayrı duruyorlar. Türkiye’de, büyük kentlerde, aynı kırsal bölgede gelenler bir arada yaşıyorlar. Kaynaşma olmamasının nedeni kültürel olduğu gibi ekonomik de olabiliyor. Mesela Türkiye’de gezici ve geçici işçiler var. Tarım işçileri var. Bunlar topraksız köylüler. Türkiye’de 1980’den itibaren köyler boşaltıldı. Önce neoliberal tarım politikalarıyla, 1990’dan itibaren de çatışmalarla köyler boşaltıldı. Giden gitti ama hala hiçbir yere gidemeyen çok ciddi sayıda topraksız insan var ve bu insanlar gezerek hayatlarını sürdürüyorlar. Demek istediğim onlar da ayrıksı duruyorlar. 

Öte yandan meselenin bir çok yönü var. Gezici işçilerin çalışmalarının ekonomik olarak anlamlı olabilmesi için hanedeki bütün herkesin emeğini devreye sokması gerekiyor. “Efendim niye çocuklar eğitimden geri kalıyor?” deniyor. Eğitim onlar için bir sonraki aşama, lüks. Onlar henüz temel yaşam koşullarını oluşturmaya çalışıyor. Bilinçsizlikten ileri gelen bir şey değil.

 ‘GÖÇMEN EMEĞİ VAZGEÇİLMEZ BİR EMEK KAYNAĞI’

'İşçi ordusu' diyoruz. Sayılarla ifade ettiğimizde aslında sürreel bir şey çıkıyor ortaya. Gerçek olamayacak kadar büyük sayılar. Şimdi için geçerli olmasa da dünyadaki göç hareketleri ileriye dönük dünya devletlerinin yönetim biçimini değiştirecek bir etki yaratabilir mi?

Çok uzun bir zaman sonra bu manada bir takım gözle görülür etkiler ortaya çıkabilir ama orta vadede böyle bir etki çok mümkün gözükmüyor. Amerika’da “kaçak” konumda tarif edilen göçmenlerin ederi tutarı siz deyin ki 20 milyon. Amerika’nın toplam nüfusunu göz önüne alalım; toplam nüfus içinde 20 milyon insanın Amerika’nın siyasi dengelerini, kültürel yapısını altüst etmesi falan mümkün olamaz. 

Batı’da göç meselesine dair yazılan çizilenler sanırım sosyal bilim araştırmaları içerisinde en çoğunlukta olan kategori. Uzun yıllardır bu literatürü okudum. Göç ne bağlamda tartışılıyor diye bakarsanız Batı’daki siyasi etkisi, kültürel yapısına etkisi, üçüncü sırada da iktisadi etkisi konu ediliyor. Burada şöyle bir şey var. Göçmenlerin Batı’nın siyasi ve kültürel yapısını dönüştüreceğine dair özellikle korku yaratılıyor. Niye böyle bir korku yaratılıyor derseniz… Onlara karşı bir tepki oluşturuluyor ki bu insanlar kalıcı yerleşime geçmesin, bunun yolu açılmasın. Geçen geçti yani eski göçmenler zaten oralardalar ama bundan sonra Avrupa kalıcı göçmen istemiyor ama göçmen emeği istiyor. Ondan da vazgeçemiyor. Göçmen emeği Batılı ülkeler için vazgeçilmez bir emek kaynağı.

Kimin ne zaman göçmen olacağı da hiç belli değil bir yandan. 

Evet, hiç belli değil.