Taner Cindoruk: Kötü insanın şiiri olmaz

'Ağzı Kiraz Fırtınası Kız' adlı şiir kitabını Klaros Yayınları tarafından yayımlanan Taner Cindoruk'la şiiri konuştuk. Cindoruk, "Göz nasıl kalbin aynasıysa, kalem de aklın aynasıdır" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Taner Cindoruk, oyunculuğuyla tanıttı kendini, en son BluTV dizisi "Yeşilçam"da Yılmaz Güney karakteriyle izledik kendisini. Ama Cindoruk aslında bir şair. Uzun yıllar uğraşı olan şiirler, pek çok yerde kitaplaştı. 2011 yılında, 'Çocuğa İnanmanın Sonu Yok' adlı dosyasıyla Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü’nü aldı, ardından da pek çok ödüle layık bulundu. Ödül dosyası aynı yıl, Varlık Yayınları'nca kitaplaştı.

Cindoruk şimdi ise 'Ağzı Kiraz Fırtınası Kız' adlı toplu şiirler kitabını çıkarttı. Derin imgelerle şiirin tadına varacağınız Cindoruk’un kitabı Klaros Yayınları tarafından yayımlandı.

Taner Cindoruk’un çocukluğuyla başlayan şiir serüveni, bugün unuttuğumuz şiirin tadını okura sunuyor. İmgeler ve metaforlarla okuru sorgulatıyor, düşündürtüyor. Her şeyin çabuk tüketildiği çağımızda, tüketilmeyen sözcüklerin dehlizlerinde şiirin ve şairin ruhuna yolculuk yaptırıyor. “Madımak katliamı 1993. Acı, sıcak bir Temmuz ayı. Ozanları yaktılar. Her ozan bir ışıktır oysa. Işık yakılır mı? Her ozan bir orman demek… Orman yakılır mı hiç? İnsan ki doğanın en özel varlığıyken, nasıl katledilir insan ve doğa?” diyen Taner Cindoruk’la şiiri ve şair olma hallerini konuştuk.

'İMGE, ŞİİRİN ATARDAMARIDIR'

'Ağzı Kiraz Fırtınası Kız' adlı şiir kitabınız yayımlandı. Kitabından adından başlamak isterim, özel bir anlamı var mı?

Var, “Kirazın Tadı” adında İran yapımı bir film seyretmiştim. Filmde, tabiattaki her meyvenin insanı yaşama tutunduran bir ışık olduğu fikrinin coşkusallığı beni oldukça etkilemişti. Elma yanak, kiraz dudak, pamuk eller, zeytin gözlü, fındık burun, yufka yürek vb. gibi söyleyiş (tamlama) halleri edebiyatımızda var. Kiraz dudakla kalmayıp, 'Ağzı Kiraz Fırtınası Kız' diyerek şiirin en uçuk mecrası olan imgeyi devreye soktum. İmge şiirin atardamarıdır. Şiirdeki duyuşun kaynağında doğa, doğanın da insan üzerinde geniş bir algı alanı vardır. Anda, anı olma hali, doğada da doğma hali kaçınılmazdır. Nesneler de cabası...

Şiir yolculuğunuz ne zaman başladı? Görüyorum pek çok ödüle de layık görülmüşsünüz?

Çocukken başladı şiirle maceram... İlkokulda, okul müsamerelerinde şiir okurdum. Lise yıllarımda da öyle.  17 yaşımda Yeni Adana gazetesinde bir şiirim yayınlandı. Daha sonraki yıllarda da yazmayı sürdürdüm... Ödül olayı, şairin şiir yolculuğunda farklı bir sayfa açmasını sağlar, okurla buluşmayı kolaylaştırır.  13-14 yaşlarımda şair Adnan Yücel'i tanıma fırsatım oldu. Işıklar içinde uyusun. Babamla yakın arkadaştılar. Babam, öykü yazarı Zafer Doruktur. “Adnan Yücel bana bela” derdi. “Neden bela” diyorsun Adnan Amca’ya diye sorduğumda;  “şairler bela olurlar, sen de büyüyünce bela bir şair olacaksın” demişti. Gülmüştüm. İlk şiirimi dedem öldüğünde yazdım. -Ölüm harçlık vermez- Oyuncak dükkanı vardı. Bir gün dükkânı boşaltırken rafların birinde tozlu bir defter bulduk. Dedemin veresiye defteri. Defterin yarısı şiir doluydu. Meğer dedem de şairmiş. Gizli gizli şiir yazarmış. 

'GÖZ NASIL KALBİN AYNASIYSA, KALEM DE AKLIN AYNASIDIR'

Bu çok özel anılar, sanıyorum sizin için de mutluluk kaynağı.

Doğmuş olmak ne derece lütufsa, yazıyor olmak da o derece mutluluk kaynağıdır. Mutsuz adamın şiiri olmaz. Bir yaprağın bile enerjisi var, mutsuzluktan insanın aklına bile gelmez şiir. İnsanı diğer canlılardan farklı yapan şey, kaleminin yaşama, fırçanın tuvale dokunur gibi dokunmasıdır. Buna olanak sağlayan diğer mevzuları da hesaba katarsak edebiyatın tutkusu olan yaşamı hissetmek tanımak vs. ağır bir mesele gibi gözüküyor. Yazma serüveninin böyle incelikli bir damarı ya da dramı var. Dünyada bir Homeros gerçeği var. Dinlerde, mitolojilerde vs. anlatılarda şiirin ruhunu hissetmemek mümkün değil. Göz nasıl kalbin aynasıysa, kalem de aklın aynasıdır.

Şiirleriniz toplumsal gerçeklikle örtüşse de iç dünyanızın kırıkları da dizelere yansımış. Genel bir soru sorsam, şiir hayatınızın neresinde? Toplumsal gerçekçilik mi bireysel gerçekçilik mi?

Bireysel olmalı. Çünkü toplumun içinde bir bireysiniz. Sizin birey olmanız ise, toplumsal ilişkiler ağından ayrı düşünülemez. Toplumsal akımlar akıntılar vs. bireyin dünyasında algısında nasıl şekilleniyor, oraya bakmak lazım. Şiirler hayattan besleniyor diyerek, kendimizi içinde beslediğimiz dünyadan soyutlayamayız. Sanat, akışı olan, algısı, seyri olan, harekete dayalı esaslı bir iş; çıkış noktası tabii ki de bireyci. Suyun yatağını bulma esasına dayanır. Yani toplumsal olan, bireysel olan duyarlılık hallerini göğsünde karşılayabilmeli. Birbirinden koparmamak kaydıyla nevi şahsına münhasır olana göz kırpmayı yeğliyorum. Vitamin alanı, kişinin kendini merkeze aldığı, -kendiyle ilişkilendiği sahada- mevcuttur. Sanat sanat için mi, toplum için mi gibi sorular insan var olduğu sürece sorulacaktır. Kanımca dil, bir hakikat çeşmesi. Tebessüm ettiren her şeyin özünde sevgi yatar. Öz ile biçimin kaynaşması edebi olana kucak açar. Bu anlamda bireysellik değerli. Farkında olmanın tokluğu, yaşama sımsıkı sarılmanın enginliği, toplumsal duyarlılığı da beraberinde getirir...

'GEÇMİŞE BAKIP DERS ÇIKARACAĞIMIZ YIĞINLA MESELE VAR'

Aslında bireycilik derken hepimiz hissettiğimiz duygular üzerine yazarız. Sizin de etkisi altında kaldığınız olaylar olmuştur şiirlerinize yansıyan...

İlk şiirlerimden bir tanesi, acı bir olay üstüneydi. Yaşım on üç. Çok etkilendiğim bir olaydı. Daha sonra, 'Vahşetin arasında ince bir mızıka sesi geliyordu' diye yazacaktı Haydar Ünal. Madımak Katliamı, 1993. Acı, sıcak bir Temmuz ayı. Ozanları yaktılar. Her ozan bir ışıktır oysa. Işık yakılır mı. Her ozan bir orman demek. Orman yakılır mı hiç. İnsan ki doğanın en özel varlığıyken, nasıl katledilir insan ve doğa? Tarihte cehaletin konumu durumu belli. Geçmişe bakıp ders çıkaracağımız yığınla mesele var. Cehaletin her türlüsü bir gün yok olup gidecek, çünkü dünyayı aydınlık yüzler yaşanılır kılacaktır, diye düşünüyorum...

Şiirlerinizde “anne” özlemi ya da herhangi bir şeye duyulan derin bir özlem seziliyor. “Annem güllerin de söküğünü dikerdi” çok güzel bir metafor. Dünyada özlemini duyduğunuz ne?

Yaka olayı vardı çocukken. İlkokul yakası, bembeyaz. Siyah önlüğün başında fesleğen gibi dururdu. Benim yakam hep düşerdi. Atak, yaramaz bir çocuktum, bir o kadar da sevimli... O yakayı mendille birlikte ütüleyip önlüğüme iliştirirken annem, gülün kokusunu alırdım hep.

Şiir hayatın ritmidir ya da hayatın ritmik yerlerini temsilen bir duyuş yatağıdır da denebilir. İçinden pınarlar akan sonsuz bir yatak gibi... Zihinsel, saf bir kavrayış gücüdür. Size bir anıyı veya bir durumu resmettiği doğrudur. Dondurur ve resmeder. Bir nesne veya eylem üzerindeki düşünüş ânı... Bunu tuvale fırça ile yapan resimde, kâğıda sözcüklerle yapan ise, edebiyatta başarılı olabilir. Sözcüklerle bir bina inşa etmesi farklı bir özveri ister. Her dizeyi bir kat gibi düşünürseniz, biraz da öyledir. Özleyebilen insan güzel insandır.

"Nar" kelimesi çok sık geçiyor şiirlerinizde, bir anlamı var mı?

Nar kelimesinin anlamı, bildiğimiz nardır. Çocukken en sevdiğim iş, anneannemin nar bahçesindeki nar ağaçlarına dalıp nar toplamaktı. Toplaması bir şey değil, bir de yemesi var, fazla yerseniz bir yerde sıkışır kalır. Narı tadında bırakmalı, tıpkı bir aşk gibi. Narı ateş manasında kullanan şairler de var, kutsal metinler ve mitolojilerde de öyle geçer. Benim nardan aldığım duygu, başkasında farklı cereyan edebilir. Bunlar doğal. Edebiyat bu tür doğallıkları kapsar zaten. Defteri dolduran ise, yaşanmışlıktır...

Yine kadın cinayetlerine karşı Münevver Karabulut özelinde “Hışırtı” şiiriniz de oldukça etkileyici…

İnsanın veya insanların katledilişi öteden beri beni hep yaralamıştır. Çocukken Elem adında bir kız arkadaşım vardı, komşu kızıydı aynı zamanda. Ortaokulu aynı sırada okumuştuk, lisede de aynı okuldaydık. Birlikte gider gelirdik okula. Okul sekiz dersten oluştuğu için çıkışımız karanlığa denk gelirdi. Neşeli, hayat dolu birisiydi Elem. Yüzü yüreği ay gibi güzeldi. Tren hattının çamlı patikalara uzanan -ki o yollar insanı sarhoş eder- yollarını aşıp Mithatpaşa'ya varırdık. İkinci dönemde okulu bıraktı Elem. Mahallede de yok. Duydum ki sonra, mahallenin belalısı bir delikanlıya kaçmış. 2008 yılında İstanbul’a geldim ve bir yıl sonra Elem’in, kocası tarafından öldürüldüğü haberini televizyonda görünce donup kaldım. Elem sanki kadın cinayetlerinin ilkiydi. Çok geçmedi, Münevver Karabulut cinayeti... Ve daha niceleri. Kadın hakikatin nurudur. İnsanın yüreği, mercanı, çiçeği, cevheri, perdesi, suyudur. Kadına nasıl kıyarsın? Kadın seni büyütür. Zalim ise zulmettiğiyle kalır ki hayatta tutunacak bir dalı varsa bile, yine kadındır o. Ana gibi yar olmaz boşa denmedi. Kimse tanımazken seni, o tanır.

Ağaçların ormandaki misyonu neyse, kadının yaşamdaki değeri odur. Dünyayı yaşatmak istiyorsan önce insanı, sonra memleketini sevmekten başka çaren yok. Sözünü ettiğiniz şiir 'Çocuğa inanmanın Sonu Yok' (Varlık Yayınları) kitabında yer aldı. Daha sonra da toplu şiirlerimden oluşan 'Ağzı Kiraz Fırtınası Kız' adlı kitabımda yer almıştır. 

'MEMLEKET İŞLERİ O KADAR SİSLİ BİR VAZİYETTE Kİ ŞİİRİN IŞIĞI BİLE YETERSİZ KALIYOR'

Türkiye’de 1950’lerden önce ve sonrasında da yoğun bir şiir akımı vardı. “Herkes”in şiir yazdığı, hatta yazıya şiirle başlayan zamane çocuklarıydık. Ama şimdi şiir yazana pek rastlamıyoruz, ne dersiniz? Ya da neden böyle oldu?

Vardı evet ama boşlukları doldurdukları için değerliydi o akımların her biri. Farklı sanat dalları için de aynı tespitlerin yapıldığına şahidim. Eskilerin saflığı, doğallığı, samimiyeti mumla aranır oldu maalesef. Yaşam değişti, insanlar da öyle. Yeni nesil daha farklı. Yine şiir yazanlar var elbet ama memleket işleri o kadar sisli ve katran bir vaziyette ki, şiirin ışığı bile yetersiz kalabiliyor. Meta karşısında can çekişen bir sanat var. Eski canlılık yok, evet. İnsanı mutlu eden o engin duyguların iklimi maalesef bozguna uğradı. Edebiyat bir eğlence aracı değildi zaten ama en azından insanların içlerindeki o buz kalıplarını kırabilmenin iyi bir yoluydu... Ya da, insanların birbirlerine tutunmalarının, iyi dilekler dilemenin...

Şiir ne bir öfke patlaması, ne de nefretin dışavurumudur. Tabii şimdi baktığınızda, hastalık çağında yaşıyoruz; psikolojisinden ekonomisine vs. Sevgisizliğin çürümeye yol açtığı bir evrenden ne beklenebilir? Hâlbuki içinde büyüdüğümüz evren bile başlı başına bir kitaptır. Dinler bile motive etmiyor insanları. Hâlbuki orada da bir hayat kurgusu, hayat vaadi var. Sömürüden uzak bir yaşamın düşünde yüzmek ayrı bir hüner. Yorgan niyetine üzerine toprağı çektiğinde artık ne bir sömürme, ne de somurma işi devreye girer. Bir yerde fişi çekerler demek istiyorum. Ölümün arayıp bulamadığı bir canlı mı var? O yüzden aldığın her nefesin birer mucize olduğu gerçeğiyle insan olmayı daima hatırlamak lazım. Daima iyi izler, düşünceler, anılar, adımlar, kokular, kitaplar bırakmalı.  Hayat buna elverişli. Kişinin kendini iyi hissetmesi için milyon tane sebep ve yol vardır. Körlük korkunç bir olay! Bunlara rağmen yazıyor ve üretiyor olmak muhteşem bir olay. Şiir yazan insan faydalı insanların başında gelir çünkü kötü insanın şiiri olmaz. Tanrım bizi tüm kötülüklerden korusun.

Sizin etkilendiğiniz bir akım var mı? Mesela İkinci Yeni'lere baktığımızda, 1.ve 2. Dünya Savaşları'nın yarattığı bunalımdan dolayı ortaya çıkan Dadaizm, sürrealizm, varoluşçuluk gibi...

Akımların neredeyse hemen hepsinden etkilendim. Akımlar, yazarların dünya görüşleri ile yapıtlarının buluştuğu ekseni oluşturur. Gerçi benim kendi izim bana yeter. O yüzdendir ki manifestolara, akımlara yaslanarak bir yazın dünyası geliştirmek şimdilerde bana pek cazip gelmiyor. Tanık olduğunuz çağın halihazırdaki meşakkatli meselesi, şiirinizde takınacağınız tavır, izleyeceğiniz yol için fevkalade kıymetli, yeterli diye düşünüyorum. En az akımlar kadar...İnsan soluğunu hayattan alır evet ama bugüne kadar insanlarla yaşamış, onlarla yoğrulan bir dünya kurmuşuz. Öyle ya da böyle, bir anılar yumağı oluşmuş. Din, felsefe, mitolojiden yararlanırsınız ama özü itibarıyla sanat kendi olana sıkı sıkıya bağlı kalmalı diye düşünüyorum.

Akımlardan ziyade, etkilendiğim şairlerden kendime göre şöyle bir ilk on bir yaptım diyebilirim; Avrupa’da Shakespeare, Rilke, Baudelaire, Cummings, Neruda, Eliot, Yannis Ritsos, Eluard. Doğuda da Ömer Hayyam, Sohrap Seperi, Firuğ... Türkiye de ise, Yunus Emre, Dranas, Behçet Necatigil, Orhan Veli, Ahmed Arif, Attila İlhan, Asaf Halet Çelebi, Nazım Hikmet, Edip Cansever, Turgut Uyar, Adnan Yücel, diyerek ilk on birimi tamamlayayım. Yedekte de Can Yücel olsun... İstenirse bir de Külebi. Hamle bakımından mühimdir.

'ADNAN YÜCEL VE AHMET TELLİ ŞİİRİNİ, İMGESEL SÖYLEYİŞ BAKIMINDAN KENDİME BENZETİRİM'

Etkilendiğiniz şairler var mı? Şiirlerinizde biraz Ahmet Telli kokusu aldım...

Edebiyat tarihinde beni etkileyen şairleri demin saydım. Adnan Yücel ve Ahmet Telli şiirini, imgesel söyleyiş bakımından kendime benzetirim. Coşkusallık Yücel'de daha yoğun; yüksek sesle söyler şiirlerini, belki daha ateşli, türkü kıvamında... Telli'de ise daha durudur şiir, su gibidir. Suyun sesini duyarsınız, bir müzikalite vardır. Adnan Yücel'in, "Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek", "Acıya Kurşun İşlemez", "Soframda Kaval Sesleri"; Ahmet Telli'nin ise, "Su Çürüdü" ve "Çocuksun Sen" gibi yapıtları bana göre muazzam derinlikte esaslı, unutulmayacak yapıtlardandır. Tanpınar'ı, Ülkü Tamer'i, Fazıl Hüsnü’yü, Necip Fazıl'ı da yabana atmamak lâzım. Sözünü ettiğim tüm bu şairler Türkçe'ye bir çiçek ekip gitti... Ne mutlu ki Telli hayatta.

Yazdığınız her şiir eminim ki çok özeldir ama sizi sarsan bir şiirinizi söyleyin desem?

Sende Kalmak, şiirim diyebilirim. Yeni dosyam şekilleniyor, orada da en az bu şiir düzeyinde şiirlerimin olduğunu düşünüyorum. Bir de Bakmak diye bir şiirim vardı:

“Perdenin güneş görmeyen yanıyla sevdim seni/ Ben kalbimi en çok sana bakarken sevdim

Anlamadım uzakların dilinden/ Hep yanımdaki sustu beni/ Bir gün bir şair sevdim/ Tuttu semtini değiştirdi/ Baktım bütün bakmalar çukurdan/ Çekirgenin sıçraması ömürdü/”

'ŞİİR, HİSSETTİĞİN ŞEYDİR'

Peki, şiirin kendisi size nasıl geliyor? Şiir nedir, şiiri anlamak şairi anlamak mıdır? Şiir, hayatın ritmini yakalamaksa bu ritmin doğru notalarını nasıl bulacağız?

Şiir bir çaba işidir. 'Edison'un ampulü buluşu bile başlı başına bir şiirdir' demişti bir üstat. Şair, özünde yatan yeteneği arada bir kaldırıp bilgiyle doyurmalı. Yetenek ise bilgiyle karışınca fevkalade bir noktaya ulaşır. Bir gün bana, şiirlerinizi nasıl yazıyorsunuz diye sormuşlardı. Koşarak şiir yazamazsın, oturma eylemi şart. Oturarak da atlet olamazsın, koşma eylemi şart. Doğa süt verir, kiraz verir, ekmek, şeker verir... Şair doğanın bağrından kopuk düşünemez, hissedemez. Kendi şiir patikasını er geç bulmalı, oralarda egzersiz yapmalı, ki bu süreç sadece sezgiyle yürümez, okumaların da yazmaya katkısı son derece hayatidir. Bir duyguyu süzerken anlamı görünür kılabilmek esaslı bir olgu. Çünkü şiirdeki her bir kavrayış,  zihinsel bir dokunuşun, çabanın ürünü.

Muntazam bir şiir tasarımında bütünü görme, kurma, estetize etme, ayıklama, demleme süreci mutlaka vardır, olmalıdır da. Örneğin, Ergin Günce'nin bir şiirinde “Ay mıdır kar mıdır pencerede, boğulmuş çocukları martılara taşıyan. Bence o çocuk öyle gülmemeli, şimdi bir kadın çay demlese” dizeleri imgesel bakışın gerçeklikle ilişkisini sergilemede iyi örneklerden biridir. Ya da Vedat Türkali'nin “Mavi patiskalarını yırtan gemilerinle bekle bizi İstanbul” demesi gibi... Dil, düşünce ile işlenir kuşkusuz. Zihin ayna işlevi görür. Dil buna imkân tanır. Yaratı, sanatın olmazsa olmazı. Hissetmek önemli mi, tabii. Şiir zaten hissettiğin şeydir. Hissettiğin şey bir düşünüşe karıştığında, çözülme başlar. İmaj, çağrışım vs. unsurlar devreye girer. Şiir doruk noktadır, oraya ayak bastığın anda da yeni bir şiire başlarsın. Yeni bir serüven. Yeter ki içinizde yazıya dair hep bir yaşam tohumu olsun.

Son olarak şiirlerinizden bir albüm yapmayı düşünüyor musunuz?

Şimdilik düşünmüyorum ama ilerleyen yıllarda neden olmasın?