Tanrıların gazabı: Nerga

Erra; bu eseri kim severek ezbere okur, ezbere okunmasından hoşlanır, çoğaltır ya da bir kopyasını evinde bulundurursa, kapısına asarsa; mutlu ve başarılı olmasını, kötü koşullarda ölmemesini emreder.

Çizim: İrem Karadağ.
Google Haberlere Abone ol

Selim Martin*

Mezopotamya toprakları tarih boyunca sayısız kültüre ev sahipliği yapmış ve başta “uygarlık/yazı” olmak üzere, yelkenden sabana, tekerlekten çömlekçi çarkına birçok keşfin beşiği olmuştur. Başlangıçtan itibaren her zaman bir devinim, bir karmaşa; sürekli gelenler, gelip de kalanlar, hiç durmadan gidenler, giderken iz bırakanlar; sonra tekrar, sonra bir kez daha, bir kez daha ve bir kez daha…

ASLINDA ‘TEK BİR ÖYKÜ’

Özellikle, M.Ö. 4. binyılın sonlarında yazının ortaya çıkmasından sonra geçen binyıllar boyunca Mezopotamya ile bir kere bile temas etmiş her kişi, bu topraklara en azından “bir öykü” bırakmıştır. Günümüze kadar, farklı dillerde, farklı dinlerde; kimi zaman yazarak, kimi zaman sözle; kâh bağıra çağıra söylenen bir türküde, kâh kısık sesle mırıldanılan uysal bir ninnide bu söylenceler anlatılmaya devam eder. Tüm bunların 20. yüzyıl ortalarında çivi yazısının çözülmesiyle, aslında “tek bir öykü” olduğu anlaşıldı. Evet; mit bir tanedir, öykü bir tane, ama her söyleyenin ağzında; iklimine, coğrafyasına ve hayal gücüne göre basitçe değişen, gelişen ve buna rağmen sürekli ama sürekli tekrar edilen “tek” bir tane.

“Nereye koşuyorsun böyle Gılgameš

Eline geçmeyecek aradığın yaşam.

Tanrılar insanoğlunu yarattığında

Yalnız ölüm oldu ona verdikleri

Kendi ellerinde tuttular yaşamı…”

Gılgameš Destanı X. Tablet.

Şimdi gidelim bakalım o meşhur iki nehrin arasındaki topraklara, Mezopotamya’ya. Gidelim ve sözü bırakalım tanrılara ki bu sefer onlar anlatsın iltihabı, nefes darlığını ve insanları ateşler içerisinde yakıp kavuran o amansız salgını, kendi bildiklerince.

Göklerin sahibi Enlil (En.lil –Hava Bey) koştu peşinden “duru su yolunda yıkanıp duran genç kadının”. Her şey böyle başladı… Evet. Sümerliler der ki; birçok şey bir erkeğin, bir kadının peşinden koşması ile başladı. 'Ninlil' dediler zamanla kadının adına, 'Nin.lil' yani Hava Hanım. Burada bahsedilen ‘Hava’ sözcüğü bizim atmosferimize benzer biraz, yani yer ile gök arasında bir yerlerdedir. Hava Bey’in muradına ermesi çok uzun sürmedi, Hava Hanım birçok çocuk verdi ona. Ki bizim bugünkü ızdırabımız, bu çocuklar arasında ikinci sırayı işgal eden ve ileride Aşağı Dünya’nın baş tanrısı olacak Nergal üzerinedir.

EN BÜYÜK AŞKLAR KAVGAYLA BAŞLAR!

Aşağı Dünya’nın en yüksek otoritesinin kim olduğu konusunda M.Ö. 3. binyıldan itibaren en azından iki büyük gelenek varlığını sürdürmekteydi. Geleneklerden bir tanesi; Meslam adındaki tapınakta kendisine ibadet edilen ve Kutha kentinin hamisi olarak bilinen bir tanrıyı yetkili sayıyordu. Bu tanrıya Sümerliler bazen Lugal Meslam; “Meslam’ın Kralı”, “Meslam’dan çıkan kişi” anlamında “Meslam.ta.e.a” bazen de “Nergal” diyordu. Tarihine bakılırsa oldukça karmaşık olan bu isim “Büyük Kent’in Başı” (Büyük Kent/Büyük Yer, Ölüler Diyarına verilen diğer isimlerdir) gibi bir anlama geliyordu. Bazen de bu tanrıya, anlamından tam emin olmasak da muhtemelen Sami kökenli olabilecek bir isim olan “Erra” ya da “Irra” deniliyordu.

Aslında Nergal, başlangıçta savaşçı özellikleri nedeniyle Mezopotamya mitolojisinin Yukarı’da yer alan tanrılarından bir tanesiydi. Hem Sümer hem de Akkad mitleri; “Aşağı”yı tümüyle tek bir kadının, bir tanrıçanın, Ereşkigal’in hükümranlığına bırakıyordu. Nergal nasıl oldu da Ölüler Diyarı’nın başına geldi? Nedenlerinden tam emin olamasak da anaerkil düzenden ataerkil düzene geçişin bir yansıması olarak Ölüler Diyarı’nı da bir eril karaktere emanet etmek ihtiyacı ortaya çıkmış olabilir. Her ne sebeple olursa olsun, böylesine çarpıcı bir değişikliği yapabilmek kolay değildi, bunun için de mutlaka bir öyküye ihtiyaç duyulmaktaydı. İş bu sebepten söylence aldı sazı eline ve başladı Nergal ile Ereşkigal’in evliliğini anlatmaya; ne demişler en büyük aşklar kavgayla başlar!

Öykümüz, tanrılar arasındaki gerçek bir aile ziyafeti ile başlar; insanlar ve tabi ki de tanrılar her ayın son günü, aralarındaki kan bağını, dayanışmayı kutlamak için, ölü akrabalarına da pay ayırdıkları bir yemek yerlerdi. Kispu adıyla anılan bu yemekte herkes aynı besini tüketirdi, böylece bu besinin kendilerine sağladığı ve sürdürmelerine olanak verdiği yaşamı hep birlikte düşünür, kutlarlardı. Bu yemek, elbette ki, tanrılar topluluğunun en yüksek mertebelerinin bulunduğu Yukarı’da düzenlenirdi. İnsan toplumunda Ölüler Diyarı’nda tutulanlar nasıl yukarı çıkıp da şahsen bu şölene katılamıyorsa, canlılar da yeraltına inip ölülere kavuşamazlardı; aynı şekilde Ereşkigal de ziyafette kendi hakkını almak, payına düşen besini tüketmek için kendi adına bir vekil göndermek zorunda kalmıştı.

Bir gün, tam bir şölene başlayacaklarken

Tanrılar kız kardeşleri Ereşkigal’e bir haberci gönderdiler:

“Bizler senin yanına, aşağılara gelemeyiz,

Sen de bizim yanımıza çıkamazsın Yukarı’ya.

Senin yerine şölene katılması için hemen birini gönder bize”

Bunun üzerine o da hemen, uşağı Namtar’ı gönderdi…

Ereşkigal’i temsil ettiği için Namtar, adab-ı muaşeret kuralları gereği, ona gösterilen muamelenin aynısını hak ediyordu. Güçlü Ereşkigal’in elçisine gereken hürmeti gösterip selamlamak için, tanrılar onun karşısında ayağa kalkardı. Ancak bilinmeyen bir nedenle, muhtemelen şımarıkça bir nazlanıştan ötürü Nergal ayağa kalkmaz ve böylece Ölüler Diyarı’nın kraliçesine saygıda kusur etmiş olur. Namtar da olan biteni hemen gidip bildirir Ereşkigal’e. Öfkelenen Ereşkigal, bu saygısızlığın hesabını sormak için Namtar’ı tekrar Yukarı’ya göndererek “o edepsizi yakalayıp kendisine getirmesini” ister:

“Hani nerede o tanrı kalkmadı ayağa

Benim temsilcimin karşısında?

Gönderin onu bana ki canını alayım”…

Nergal hem korkudan, hem de kurnaz tanrı Ea’nın da önerisiyle, tanrıların arasında tanınmamak, görüntüsünü değiştirmek amacıyla saçlarını kazıtır.

Hepsi bir araya gelip tartıştılar:

“Dikkatle ara ve tespit ettiğinde

Senin karşında ayağa kalkmayan tanrıyı

Yakala onu, hanımına götürmek için!”

Namtar hepsini gözden geçirmeye koyuldu.

Sonuncusunun kafası tıraşlıydı:

“Karşımda ayağa kalkmayan tanrıyı bulamadım! Dedi”

Ve Ereşkigal’e rapor vermek üzere gitti.

BASKIN BASANIN!

Tanrılar arasındaki bu ziyafet her ay tekrarlanır ve Namtar her seferinde hem hanımı adına düşen payı almak hem de o edepsizi yakalamak için tekrar tekrar çıkar yeryüzüne. Saçları uzayıp da yavaş yavaş eski haline dönen Nergal, uzun süre saklanamayacağının farkındadır. Çaresizlikle tekrar başvurur akıl hocası kurnaz tanrı Ea’ya ve birlikte bir plan yaparlar.

Nergal ağlıyordu Ea’nın önünde:

“Beni görürse canlı bırakmaz!"

'Korkma', diye cevap verdi Ea:

"Yanına çokça muhafız vereceğim;

...Tahripkâr, İnzibat, Casus, Takipçi

Nefes Darlığı, Sara, Baş Dönmesi, Havale,

Uyurgezerlik, Ateş ve İltihap,

Sana eşlik edecekler Ölüler Diyarı’nda.

Nergal, Ea’nın yanına verdiği destek kuvvetleriyle kendisi inecektir Ölüler Diyarı’na; baskın basanındır!

Ereşkigal’in kapısına vardığında

Şöyle seslendi: “Kapıcı aç kapını!

Kapı mandalını kaldır ki gireyim:

Ereşkigal’e, hanımına gönderildim!”

Nergal, Ölüler Diyarı’na gelir gelmez kaba bir fatih gibi davranmaya başlar. İlk başta kurnazca hileye başvurup kendini takdim ettirir. Önünden geçerken Namtar tanır onu, Ereşkigal ise Nergal’i avucunun içinde tuttuğu için mutludur ve hemen içeri alınmasını emreder; bu işi de Namtar yalandan hürmet ederek yerine getirir.

Kapıcı gidip Namtar’a, kimin geldiğini bildirdi:

“Kapının önünde bir tanrı var!

Namtar kapıya gidip de onu gördüğünde

Mutlu oldu “Bekle orada!” diye emir verdi

Sonra gidip hanımına şöyle dedi:

Hanımefendi önceki aylar bulamadığım,

Benim karşımda ayağa kalkmayan tanrı bu.

Al içeri onu diye cevap verdi Ereşkigal

Gelir gelmez, öldüreceğim!

Ve Namtar dışarı çıkıp Nergal’e şöyle dedi:

Buyurun Beyefendi!

Ne var ki savaşçı Nergal, planlanmış şekilde Ölüler Diyarı’nın on dört kapısının her birine muhafızlarından birini yerleştirir; böylece kimse kaçamayacaktır ama daha da önemlisi kimse kraliçenin yardımına koşamayacaktır.

 

Çizimler: Batuhan Kındıl.

İçeri girer girmez Nergal kapıların her birine,

Haydut suratlı adamlarından birini yerleştirir.

…dördüncüsüne Tahripkâr’ı;

Beşincisine, İnzibat’ı, altıncısına Casus’u,

Yedincisine Takipçi’yi, sekizincisine Nefes Darlığı’nı

Dokuzuncusuna Sara, onuncusuna Baş Dönmesi’ni,

On birincisine Havale’yi, on ikincisine Uyurgezerlik’i;

On üçüncüsüne Ateş’i, on dördüncüsüne İltihap’ı

Orta avluya geldiğinde çalışanlarına kapıları açık tutmalarını emretti

“Şimdi dedi, ben sizin peşinizdeyim!”

Saraya girer girmez Ereşkigal’i yakaladı.

Saçlarından yakalayıp tahtından yere çekti, kafasını kesecekti.

“Öldürme beni” dedi Ereşkigal, “sana bir şey söyleyeceğim!”

Bu sözler üzerine Nergal vazgeçti!

O da gözyaşları ve hıçkırıklar arasında şöyle dedi:

“Kocam ol ben de karın olayım! Ölüler Diyarı’nın krallığını veririm sana,

‘Bilmenin tabletini’ veririm sana! Sen Bey ol, ben Hanım olurum!”

Bu sözleri karşısında, Nergal kollarına aldı onu, gözyaşlarını sildi:

“Aylardır beni getirmeye çalıştığın hal, işte şimdi gerçekleşmiş oldu!”

 

SAVAŞIN YANINA SALGIN VE ATEŞ

Gerçek bir askeri sefer niteliğindeki bu harekatta, geleneksel anlamda Nergal’e atfedilen korkutucu bir savaşçı kimliği kendini göstermektedir. Nergal’in şahsen Ölüler Diyarı’na inmesi, Ereşkigal’e egemen olması, bu sayede de Büyük Yer’i yöneten tanrı haline dönüşmesi onun savaşçı yapısını göstermesi bakımından ne kadar önemliyse, Ea’nın, Nergal’in güçlü olması için yanına korkutucu on dört zebaniyi muhafız olarak vermesi de en az onun kadar önemlidir. Egemenlik alanını tahkim ettikten sonra da Nergal’in kolayca bulaşıp salgına yol açabilen hastalıkları akla getiren bu muhafızları yanından ayırmadığı bilinmektedir. Yeni Ölüler Diyarı Tanrısı bu hastalıklar sayesinde krallığının nüfusunu artırabilecektir. Artık eskinin savaşçı tanrısı arka planda kalacak ve bu isimlerin uyandırdığı ölümcül ve hastalıklı hava bundan sonrası için Nergal’e yönelik tapınmaya yeni şeklini verecektir.

Artık Nergal değişmiştir. Hem Nergal ile Ereşkigal’in öyküsünde hem de Mezopotamya Mitolojisi’nin son büyük destanı olarak kabul edilen ve M.Ö. 1100’lerden hemen sonraya tarihlenen Erra’nın şiirinde, Nergal’in “eski” kimliğinin yanında “yeni” rolünü bir arada görürüz. Geçmişin büyük savaşçısı günümüz tabiriyle “güncellenmiş”; savaş kabiliyetlerinin yanına salgını ve ateşi de eklemiş, bütün bu meziyetlerini, insanları hakimi olduğu Ölüler Diyarı’na indirmek için çekinmeden kullanmaya başlamıştır. Bu haliyle de tanrıların dünyasında net bir ihtiyaca cevap verir hale gelmiştir; insanlar her zaman gerekli değildir!

TANRILAR DÜNYASI İNSANLAR KADAR KALABALIK DEĞİL

“İnsanların gürültüsü, çok kalabalık olmalarından ötürü yol açtıkları uğultu, yaptıkları patırtı tanrıları rahatsız etmekte, uyumalarını engellemektedir. Ayrıca insanların sayısının aşırı çoğalması tanrıların dertlerinin ve uykusuzluklarının kaynağı olmakla kalmayacak, aynı zamanda tanrılar açısından bir tehdit de oluşturacaktır. Çünkü tanrılar dünyası, insanlar kadar kalabalık değildir”. (J. Bottero-S.N.Kramer/Mezopotamya Mitolojisi.)

Nergal’in zarar verme gücü, zarar verme inancı; manasız ve rastgele hasar veren davranışları, hastalıklara sebebiyet veren ve hayatın her bölümünü tesiri altına alan kötü ruhlar inancıydı. Bir elinde iki başlı aslan asası ve diğer elinde tasmasını tuttuğu -çoğu zaman Ölüler Diyarı’nın kapılarını koruyan- ürkütücü üç başlı köpeğiyle o kadar belirgindi ki, bu söylence zamanın duvarlarını aşmış, kendisinden sonra gelen tüm kültürlerdeki, tüm inançlardaki cehennem ikonografisinde belirleyici olmuştur.

Söylencemize son verirken Nergal’den nasıl korunacağımızı da bilmek istersiniz diye düşünüyorum. Nergal’in öykülerini yazıya döken ilk üstatlardan biri olan “Kabri-ilani-Marduk” isimli Mezopotamyalı yazara bırakalım sözü. Kendisi bu öykünün aslına sadık bir kopyasını çıkartmış ve bizzat başkahraman Nergal/Erra’ya ezbere okunmasını sağlamıştır. Bu eser Erra’nın ve sarayındaki bütün tanrıların o kadar hoşuna gitmiştir ki kendileri bu esere bir güç, bir büyü atfetmişti:

“Erra; bu eseri kim severek ezbere okur, ezbere okunmasından hoşlanır, çoğaltır ya da bir kopyasını evinde bulundurursa, kapısına asarsa; mutlu ve başarılı olmasını, kötü koşullarda ölmemesini emreder.”

* Öğr. Gör. / Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü.