Tanrı’nın attığı zar: Bilim ve vicdan
Horus’un metafizik gözleri ile Galileo’nun rasyonel düşüncesi, Kant’ın eleştirisel felsefesinde topografyası çıkartılarak tarihe şerh düşülmüştür.
Zehra Halepmollası*
John Berger Görme Biçimleri kitabında Van Gogh'un bir resmini anlatır. Resimle ilgili bilgilerin ardındaki sayfayı çevirdiğimizde bir anda karşımıza şu cümle çıkar. "Van Gogh'un intihar etmeden önce çizdiği son resimdi." Bu bilgi bizim düşünce dünyamıza da duygu dünyamıza da bir ok gibi saplanır. Artık aynı gözle baksak da, bakışımız bambaşkalaşmıştır. Saniyeler süren bu değişiklikte aslında resimde tek bir oynama olmamıştır, fakat biz olgusal gerçeklikten çıkıp, başka bir boyutla aynı gerçekliğe bakmamıza rağmen bizim için resim başka bir anlam dünyasına tekabül etmiştir.
Biz de evren denen bu muazzam resme modern bilimin kurucusu Galileo ve Mısır mitoloji tanrılarından Horus’un gözlerinden bakmayı deneyelim.
Vicdanın kapanmayan gözü Horus. Mitolojide gök tanrısı olarak geçen İsis ve Osiris’in oğulları. Her sabah yeryüzüne bereket ve ışık getirmek için yeniden doğan. Horus’un gözleri keskin bakışlı bir şahin gibi tasvir edilerek vicdanın gözünden hiçbir şey kaçmayacağını simgeler. Güneş ve Ay'ın nöbetleşerek gece gündüz insanın üzerinden eksilmeyen bakışları, Horus’un 24 saat açık kalan gözleri gibidir. Horus’un gözlerinden, Gay Robins ve Charles Shute The Rhind Mathematical Papyrus adlı kitabında şöyle bahsetmiş; “Mısır'da yaygın olarak un veya tahıl miktarını ölçmek için kullanılmış ve adına hekat (yaklaşık 4.8 litre) denilmiştir. Daha küçük miktarlar için 1/2, 1/4, 1/8, 1/16, 1/32, 1/64…şeklinde sürekli bir bütünün 2'ye bölünmesi şeklinde giden bu kesir dizisi wadjet gözü olarak da bilinen Şahin Başlı Horus’un gözünün bir parçası olarak tanımlanır.” Rhind Papyrus’unda açıkça ifade edilen bu durum, Horus’un Gözü'nde de -yukarıda resimde görüldüğü gibi- “glif” diye isimlendirilen parçalardan oluşur. Bu 6 parça da sırasıyla ½'lik kısım duyma, ¼'lük kısım görme, 1/8'lik kısım düşünme, 1/16 kısım koklama ve 1/32'lik kısım tatmayı, 1/64'lük kısım ise gözyaşını (merhamet) temsil eder. Ve toplamları 63/64’tür. Anlaşıldığı üzere beş duyu ve düşünce sistemi rasyonel şekilde Horus’un gözünde anlam bulmuştur. Toplamları bir araya getirdiğimizde 1/64 oranında eksik kalır. Fakat bu eksiklik bir hata değil, tam da akılsal bilgiyle elde ettikleri her şeyi anlamlı hale getiren Tanrısal bilginin parçasıdır. Tahılları ölçerken bile vicdanın gözlerinin üzerlerinde olduğunun farkında olan bilinç…
Bu gözleri; gökyüzü ve yeryüzüne, yaşama ve ölüme ait olan tüm perspektiflerine yerleştirmişlerdir. Sonsuzluk için kurdukları bilginin inşası onlar için Tanrısal doğanın yasalarını keşfederek yaşama ve ölüme duydukları Yaratıcı ve metafizik bilincin eseriydi. İyilik, bereket ve vicdanın temsili Horus’un tam karşıtı olan Seth, hurafe ve büyücükle elde edilen kötücül bilgi ile Horus’la mücadele içindeydi.
Aradan geçen 3000 yıl kadar bir süreden sonra dünya üzerinde iyi ve kötü mücadelesinde pek bir şey değişmemişti.
17. yüzyılda da Medici Ailesinin himayesinde bilimsel çalışmalarını sürdüren Galileo'nun o zamana kadar dünyanın merkezindeki evrenden, Güneş'in merkezindeki evreni görmesini sağlayan görme biçimi; ilahi bir ilhamla mıydı? Yoksa uzun süre yapılan gözlemler ve deneyler sonucu edinilen akılsal bir bilgi miydi? Galileo’nun zihninin içinde onun gören gözleri gibi gökyüzüne kafamızı çevirelim. İçimizde korkunç bir merak, cevabının peşine düştüğümüz bir sorular kaosu semasında dünyanın hareket yasalarını bulmaya çalışmak. Bu bilginin kanıtlanabilir olmasının yanında, insanlık için nasıl büyük bir tarih sıçraması yaratacağının farkında bile olmadan, sadece matematiksel hesaplarıyla bir fizik ve ölçme bilgisinin kanıtlanabilir olduğunu göstermeye çalışan Galileo'nun, kendisine atılan iftiraları paylaştığı Yüce büyük düşes Anne’ye yazdığı mektubunda yaşadığı sıkıntıları anlattığı şu bölüm manidardır:
“Bize his, zeka ve mantık bahşetmiş olan Tanrı’nın, onları kullanmayı bırakmamızı planladığına ve bu şeyler aracılığıyla kazanabileceğimiz bilgileri bize başka yollarla vermeyi planladığına inanma konusunda kendimi mecbur hissetmiyorum. Çünkü Tanrı doğrudan deneyimler ya da gerekli sergilemeler aracılığıyla gözlerimizin ve zihinlerimizin önüne konulmuş olan fiziksel konularda, hislerimizi ve mantığımızı reddetmemizi istemezdi.”
Soru büyük bir soruydu. Dünya mı Güneş etrafında dönüyor yoksa Güneş mi Dünya'nın etrafında? Soru bilimsel bir paradigma olmanın ötesinde de bir anlam taşıyordu. Kilise mi bilim mi? Akıl mı inanç mı? Kanaat mi yoksa düşünce mi? Egemen söylem mi yoksa bilimsel devrim mi? Birçok otoriteyi sarsacak olan bu sorunun cevabının Galileo için tek anlamı vardı. Hakikat neydi?
O günün sıradan bir insanın ya da bir kâhinin ya da bir bilim adamın bu soruya verebileceği tek cevap Güneş’in hareket ettiğiydi. Doğuyor, batıyor ve yer değiştiriyor, biz ise olduğumuz yerde sabit bir merkezdeymiş gibi algılıyoruz olup biteni ve belki de Dünya'nın mı döndüğünü ya da Güneş'in mi döndüğünü bilmek, pragmatik olarak bize çok da büyük bir bilgi sıçraması yaşatmayacak düşüncesi soruyu genel kabuller içinde görünmez kılıyordu. Fakat Galileo’nun soyutlama düşüncesi başlı başına devrimci bir düşünceydi. Galileo’nun gözleri, doğanın dilinin geometri olduğunu söylerken etrafımızda kusursuz çemberler, küreler göremeyeceğimizi biliyordu. Ancak bu dünyanın kusursuz varlıklarını gözlemleyerek, kusursuz formlar arasındaki ilişkileri çıkarsamanın olanaklarını aramaktaydı. Formlar arasındaki soyut düzenlilikleri bu dünyanın kaotik görünümünden türetme çabasındaydı. Gözlemin ötesine gözlemden hareketle görünenin ardındaki ideal formların dili olan geometrinin kelimeleriyle gerçeğin üzerindeki örtüyü kaldırıp hakikatin sözcüsü olma görevini ifa etmesini sağladı. Dünya dönüyor… Uzun zamandır Aristoteles ve Batlamyus’un argümanlarını referans alan kilise, yer merkezli evren sistemine bir alternatif olarak Kopernik'in fikirlerine dayanan Güneş merkezli sistemi öneren, buna dair gözlemler de yapan Galileo'yu mahkeme karşısına çıkardı.
O döneme gittiğimizde bu yargılama gerçekleşirken bugün de bilimsel olan ve olmayan arasında seçim yapmamızı sağlayan bir 'ayraç' kullanılmaya çalışılmıştı. Bu ayracın doğru çalışıp çalışmadığı bir yana, mahkeme 24 Şubat 1616'da komisyon raporuyla sonucu şöyle duyurmuştu:
“Güneş'in evrenin merkezinde bulunmasına ve hiçbir yerel hareketinin olmadığına dair sav ve yer kürenin evrenin merkezinde bulunmadığından, hareketsiz olmadığına ve sürekli hareketli olduğuna göre öncelikle felsefe olarak mantıksız olduğu, ardından da dinsel olarak uygun olmadığı için reddedilmiştir”.
Bu karar hâlâ, bilim ile din savaşı gibi görünse de egemen ile hakikat sözcülerinin çatışmasının büyük bir sembolü olmuştu. Aristotelesci skolastiğin kararıyla ev hapsinde gözleri kör olarak ölen Galileo, artık geride bıraktığı dünyada yeni bir devrin başlamasını sağlamıştır. Modern bilim kendi yarattığı değerleriyle beraber tarih sahnesine çıkmıştır.
Bugün Galileo’ya dayandırılarak yaratılan dünyayı Galileo’ya gösterme şansımız olsaydı elimizde utançtan başka bir şey olmazdı. Çünkü bu gelenek bilgiyi bilim, bilimi de deney ve gözlem yöntemiyle doğrulayan, nesnellik iddiasında olan ve olgular dünyasıyla doğa dünya arasında özdeşliği kurmaya zorlayan ve bu nedenle bütün bilimsel çalışmaları doğa bilimleri üzerinden anlama gayreti taşıyan bir otorite meydana getirdi. İnsanlık bu yeni görme biçimi ile büyük bir eksen kayması yaşadı. Modern bilimin gözle görülür elle tutulur somut ilerleyişi birçok değerin sorgulanmasını uzun yıllar boyunca engelledi. Evrenin bilinmezliklerle dolu büyüleyici metafizik boyutu yok sayıldı. Dünya; insanlığın evi olmaktan çıkıp bir deney tüpü, canlılık; kutsal bir anlam taşırken modern bilimde sadece bir tür özelliği, bilgi; erdemken artık bir güç aygıtı, Tanrı; doğa merkezli bir kavrayış varken artık salt deneysel bilgiyi merkezine alan ve öznesi ve ölçüsü deneysel bilgi olan bilimi tanrısallaştıran, dinleştiren, kutsala ve anlama ait olan her ne varsa yeniden bir tanım yaptıran bir paradigma yarattı. Bu hakim söylem bilge olan insanı, bilginlik gibi dar bir kavramın tanımı haline getirdi. Doğayı anlama ve ona egemen olma düşüncesi modern bilimle başlamadı fakat modern bilimle başlayan yegane parametre, önceki medeniyetlerden farklı olarak doğadaki olguları değerlerden ayıran, tin ve metafiziğe ait olana, pozitivist kaba küt bir bakışla yaklaşan yeni bir düşünce sistemi içerisine yok saydı. Artık bilim ampirik alandaki verileri formülize edecek, 'ne bilebiliriz ve nasıl bilebiliriz?' sorusuna akıl ve mantık merkezinden elde edilen duyu verileriyle, deney -gözlem metoduyla da yeni bir düşünce süreci başlatmış olacaktı. Bu tin bilgisi ve doğa bilgisi arasında muazzam bir gerilim yaratmaya neden oldu. Yeni bir varlık sorunu ortaya çıktı. Bilim ilerlemeci ve nesnel doğasıyla, somut verileriyle bir din gibi işlerken varlık ve değerler alanlarındaki iddialarıyla birçok felsefeyi harekete geçirdi. Özellikle Hümanist geleneğin temsilcisi Vico teknik bilginin, rasyonel olarak bilgi alanın tümünün kapsamadığını, ardından Gadamer doğa bilimlerinin tinsel dünya için model olamayacağını, Hegel Tin’in fenomenoloji ile insanın doğa varlığı aşan boyutunu, Kant da tıpkı Luther gibi alışılmış dinsel tabloyu değiştirdi ve adeta insanın ihtiyaçlarına göre düzenlenmiş bir dünya görüşü yarattı. David Hume'un ‘gerçekte her olayın bir nedenini bilemeyeceğimizi’ öne süren yargısına karşılık Kant, modern bilimi de içine almak üzere insan bilgisini kurtardı ve bunları yaparken Tanrı, ölümsüzlük ve özgürlük için de bir yer bırakmaya başardı. Hume sayesinde dogmatik uykusundan uyanan Kant, insanın ikili bir varlık olduğunu ve "bir yanıyla doğadaki nedensellik zincirine sıkı sıkıya bağlı, diğer yanıyla da kendi gereklilikleriyle ahlaki ilkelerle özgür bir varlıktır" diyerek metafiziğe bilimin kraliçesi payesini verdi. Könisberglinin "Aklımda merak, şüphe ve saygı uyandıran iki şey vardır. Üzerimdeki gökyüzü ve içimdeki ahlak yasası" sözü tarihte her zaman hakikatin sözü er ya da geç vuku bulmuştur.
Horus’un metafizik gözleri ile Galileo’nun rasyonel düşüncesi, Kant’ın eleştirisel felsefesinde topografyası çıkartılarak tarihe şerh düşülmüştür. Modern bilim ordusu her ne kadar hakikatin tek sözcüsü gibi davransa da Bacon’un şu tespiti manidardır: Ne karıncaya benzeyen deneyciler gibi verileri yığmak, ne örümceğe benzeyen dogmacı gibi maddesini kendi varlığından çıkardığı ağları örmek. Önemli olan arı olmaktı. Arı bilginin özünü doğadan alır, sonra o özü kendine özgü bir sanatla işler ve insanlığın faydasına sunardı.
*Bilim tarihi ve felsefesi öğrencisi