Tarih öncesi topluluklarda şiddet izleri: Anadolu insan kalıntıları üzerinden bir bakış
Arsenikli bakır alaşımının daha sık görülmeye ve üretilmeye başladığı Geç Kalkolitik-Erken Tunç Çağı sınırında yer alan birçok yerleşmede şiddetin ölümcül niteliğinde ve görünürlüğünde artış görülür.
Şiddetin insanın doğasının mı (nature) yoksa geliştirdiği kültürün ürünü mü olduğu (nurture), 16’ncı yüzyıldan bu yana süre gelen kadim tartışmalardan, belki de en önemlilerinden birisidir. Günümüzde, farklı boyutlarda tezahür eden savaş ve şiddet olgularına, prehistorik Anadolu üzerinden bakmak, belki bu sorunun bütünüyle anlaşılmasını sağlamasa da savaş ve şiddetin ifade bulma araçlarından bir kısmı ve olası nedenleri hakkında bazı ipuçları elde edilmesine olanak sağlayabilir.
Filozof Thomas Hobbes, daha 16’ıncı yüzyılda insanların doğası gereği birçok açıdan eşit olarak dünyaya geldiğini; kendini korumak için ötekilere karşı koyma ve başkasına boyun eğdirme dürtülerinin doğuştan geldiğini ifade eder; insanlığın kökenlerini her şeyin herkesle savaşı olarak yorumlayıp, savaş ve şiddeti insan doğasının, doğal ve vazgeçilmez bir öğesi olarak görür. İnsanların korku ve öldürme dürtülerinin ortadan kalkmasına, merkezi otoritenin teşkili ve kültür aracılığı ile bu yabanıl, ‘ilkel’ durumdan, ancak özgürlüklerden arınarak, şiddetin esaretinden kültür ve uygarlık yoluyla kurtulduklarını belirtir.
Yabanıl, vahşi duygularından arınma, onları bertaraf etme, ancak devlet gibi insanları kontrol altında tutabilme, merkezi bir yönetimin ürünü olmalıdır. Diğer bir deyişle savaş hali doğaldır, insanın kökeninde yer alır, bunun ortadan kalkması için bir otoriteye ihtiyaç vardır. Otorite ortadan kalktığında savaş hali yeniden şekillenir.
Bu düşüncenin tam karşısında değerlendirilebilecek bir diğer yaklaşım, bu sefer Jean-Jacques Rousseau tarafından öne sürülmüştür. İnsanlığın, esasen doğuştan özgür olduğu, birçok kültürel kurumun onları biçimlendirdiği, doğamızın ürünü olan merhamet, başta özel mülkiyet, aidiyet, sahip olma dürtüsü olmak üzere kültürel olgularca bertaraf edilerek, savaşçıdan insana dönüşür. Bu ise şiddetin doğal olduğu barbar ilkin insan önerisini sunan Hobbesçu düşüncenin tam karşısında yer alır. Savaşı, doğaya karşı insanın geliştirdiği bir olgu, insanları farklılaştıran, ayıran yasaların bir ürünü olarak görür.
Şiddetin mevcudiyeti ve kökeni tartışması, tarih öncesi arkeolojide yer bulurken, çeşitli ekoller tarafından, farklı veri kaynakları kullanılarak şiddet, özellikle organize şiddetin mevcudiyeti, kökeni ve zaman içerişindeki değişimi tartışılmaya devam ediyor. Çatışma, şiddet ile savaş, saldırı, katliam gibi olgular silahlar, yerleşmelerdeki yıkım izleri, geniş yangın tahribatları, savunma/sur sistemlerinin mevcudiyeti, keskin popülasyon değişimi ya da kültürel kırılmalar, yerleşmelerin terk edilmesi ve sosyoekonomik bozulma gibi veriler yaygın bir şekilde şiddeti anlamak ve açıklamada kullanılır. Ancak arkeolojiden elde edilen verilerden bir kısmı, bunlara yol açabilecek başka nedenler ve açıklamalar nedeniyle dolaylı bilgi kaynağı olarak değerlendirilir. Şiddeti yaratan, onun kısmen odağında yer alan, ondan etkilenenler, doğrudan insanlar olduğundan, insan kalıntıları, halen şiddeti anlamak için ana veri kaynaklarından birisidir. Savaş ya da şiddet nedeniyle katledilen insanların sıra dışı mezarları, toplu gömüler, mezarın içerisinde ölülerin yatış şekilleri gibi insan kalıntılarından elde edilen veriler önemli yer tutar.
Şiddete maruz kalanların uzun süre açıkta kalmaları, hava ve su gibi iklimsel olaylardan etkilenmeleri, kurda kuşa yem olmaları da şiddetin tezahür biçimini açıklamada önemli bir tafanomik bilgi içerir. Şiddete uğrayanların, yaşamlarını sonlandıran ya da şiddetin endemik bir durum olup olmadığını tanımlayan veri ise doğrudan yaralanmalardır. Uzuv kaybetme, başın vurulması, baş gömüleri, ölüme yol açan yaralanmalar, iyileşmemiş yara izleri bir bütün halinde biçimleri, sıklıkları, iskeletler üzerindeki dağılımlarının yaş ve cinsiyete göre durumları dikkate alınarak yaralanma ve buna yol açan şiddetin olası nedenleri konusunda halen doğrudan bilgi sağlayan en önemli kaynaklardır.
Yerleşik yaşama geçen avcı-toplayıcı-balıkçı topluluklarda şiddet endemik bir durum muydu? Evcilleştirme, tarım ve çiftçilik gibi yeni geçim örüntüleri şiddetin nedeni ve sıklığını değiştiren araç oldu mu? Ölümcül yaralanmalar ne zaman yaygınlaştı? Organize şiddet ne zaman gelişmiş olmalı? Sorularına Anadolu insan kalıntıları üzerinden yanıt arayalım.
AVCI-TOPLAYICI TOPLULUKLARDA YARALANMALAR VE ŞİDDET İZLERİ
Anadolu ve çevresinde sınırlı sayıda avcı-toplayıcı yaşam biçimini sürdüren Geç Epipaleolitik-Erken Neolitik insan kalıntısı mevcuttur. Bunlar arasında en fazla örnekle temsil edilen Diyarbakır’ın Bismil ilçesinde yer alan Körtik Tepe’de incelediğim 500’e yakın insana ait kalıntıda, yüzde 35 oranında yaralanma izi saptandı. Bu yaralanmalar, çoğunlukla küçük boyutlu travmalar şeklindeydi. Bireysel kavgaları, küçük ölçekli çatışmaları temsil edebilecek olan birkaç savunma kırığı ile iki bireyde karşılaşılan ölümcül ok ucu yaralanmaları dışında, bu bireylerde şiddetin endemik olduğunu gösteren verilere ulaşılmadı.
Çukurlara atılmış bireyler, toplu ölümler, yerleşmeyi bütünüyle ya da kısmen saran yangın emareleri Körtik Tepe ya da onun çağdaşı yerleşmelerde yoktur. Savunma sistemi olmadığı gibi silo olarak kullanılan küçük çukurlar, yerleşmelerin iskan edilen alanın hemen dışında kalan çeperlere inşa edilmiştir. Dahası Körtik Tepe çukur barınaklarının tabanlarının altında basit mezarlara gömülen insanların iskeletlerini kaplayan alçı, sıva ve boyaların yaygınlığı ile çok sayıda taş kaplar, boncuklar, kemik, taş alet ve objeler ile alışılmışın dışında zenginlik sağlayan bir yerleşmedir. Gerek bitki ve hayvanlara dayalı besin kaynaklarının zenginliği, gerekse bunlarla beslenen insanların bedensel özellikleri (uzun boylu, kas tutunma bölgeleri fazla gelişkin olmayan, kemik kortikal dokuları kalın olması gibi) ile kendi zaman ve koşullarında görece refah içerisinde bir topluluk olarak görülebilir. Gömü geleneklerinde çeşitlilik ile gömü sonrası ölüm uygulamaları, stresli bir zamanı temsil eden bir durumdan ziyade, gündelik aktiviteler açısından riskli, düşük ölçekli çatışmaların olabileceğinin ip uçlarını taşır. Nitekim yalnız Körtik Tepe değil, Hasankeyf Höyük (Batman), Gusir, Demirköy gibi Körtik Tepe’nin kuş uçumu 50 km’lik yakın bölgesinde konumlanmış diğer erken Neolitik yerleşmelerde de ölümcül şiddetin izleri hemen hiç yoktur. Bu tür yaralanmaları kaza riski, gündelik aktiviteler, bireysel ya da hane içi kavgalarından ayırt etmek de olanaklı değildir.
Bununla birlikte son yıllarda hem Yukarı Dicle hem de Fırat bölgelerinde sürdürülen yeni kazılar, kavga, savaş, saldırı dışında da şiddetin başka değişkenlerinin olabileceğine ait ipuçları sağladı. Körtik Tepe’den ele geçen insan iskeletlerinden 10 bireyde saptanan kafatasında kesik izleri, her ne kadar baş bedenden ayrılmadıysa da etin ve derinin sıyrıldığına ilişkin izler sunar.
Bu izler, esasen bireyi öldürmek için yapılan uygulamaları değil Göbeklitepe, Karahantepe ve Sayburç gibi Çanak-Çömlek öncesi Neolitik dönem topluluklarında, ölüm sonrası uygulamalarda bedene uygulanan kesme-parçalama işlevinin, şiddetin ölüm sonrası biçiminin devam ettiğini gösteren kanıtlar sağladı. Göbeklitepe’de saptanan 700 kadar insana ait kemik parçasında, kafataslarına ait 40 kadar kemikte, kesme, oyma, delme, kafatasını asarak sergilemeye yönelik veriler elde edildi. Benzer bulguların olduğu, Karahantepe ile Sayburç’ta iki farklı barınakta saptanan kafatası ve uzun kemiklerden oluşan seçilmiş kemiklerde bir taraftan kesi izleri, diğer taraftan ise ateşe maruz bırakılarak temizleme işlemlerinden geçtikleri görüldü. Nitekim Suriye’den Tell Qarassa’da bulunan yüz iskeleti istemli şekilde kırılmış insan kafatasları, şiddetin öldükten sonra da devam ettiği şeklinde yorumlandı. Karahantepe, Göbeklitepe ve Sayburç’ta saptanan kafatası ve iri kemiklerin seçimini bu şekilde değerlendirmek, bu uygulamanın parçası olarak yorumlamak mümkün. Nitekim boyun omurlarında kesikler, kafatasında deri sıyırmayı aşan kesme izleri ile birlikte ağırlıkla kafataslarına uygulanan kesme, ölüm sonrası şiddet ve gömü ritüellerinin önemini en azından Yukarı Fırat havzası toplulukları için vurgular.
Çayönü, Orta Anadolu’da Erken Neolitik topluluklarından Boncuklu, Aşıklı ve hatta Çatalhöyük gibi yerleşmelerde de şiddetin açık izleri ya yoktur ya da oldukça nadirdir. Erken Neolitik yerleşmelerinde yaralanmalar, bunların iskelet üzerindeki dağılımı ile arkeolojik verilerden elde edilen savunma sisteminin yokluğu, yerleşmenin bütünüyle kısmen terkedilmesine ilişkin izlerin olmayışı, yangın gibi şiddetin diğer emarelerine rastlanılmaması, en azından organize şiddetin bu dönemi için endemik bir hal almadığını gösterir. Şiddetin yerleşenler açısından kaçınılmaz bir durum olduğunu ya da bir trajediye dönüştüğünü gösteren kanıtlara ulaşılmamıştır. Tabii kanıtın olmaması, şiddetin olmadığı anlamını taşımaz. Nitekim, şiddetin yaşandığı tarihsel verilerden bilinen insan kalıntılarında da bazen şiddetin izlerini bulmak mümkün değildir.
Dolayısıyla Erken Neolitik yerleşmeler için şiddetin hiç olmadığı, düşük ölçekli de olsa yaşanmadığı anlamı çıkartılmamalıdır. Bununla birlikte, insan kalıntılarında şiddete gönderme yapacak, bedene yapılan ya da yansıyan uygulamaların, özellikle Neolitikleşmenin çekirdek bölgesi için yaygın bir durum olmadığını şimdiki verilerle söyleyebiliriz.
137 aileye ait 1024 memeli türüne ilişkin şiddet verilerini değerlendiren Nature dergisinde 2016 yılında yayınlanan José María Gómez ve diğerlerine ait bir çalışmada, çiftleşme dışı nedenlerle yaşanan ölümcül şiddet olguları değerlendirilmiş; memeli türlerinin yüzde 40’ında ölümcül şiddet olgusunun yaşandığı; bölge/yaşam alanına sahip ve ‘sosyal’ olan türlerde şiddetle öldürmeye eğilimin daha yüksek olduğu; bu açıdan primat türlerinin şiddetin en fazla karşılaşılan türler arasında oldukları ortaya konuldu. Diğer bir deyişle tür içi şiddet, sosyal canlılarda diğerlerinden daha sık görülüyor. Şiddeti insan toplulukları açısından da değerlendirip, şeflik sisteminin önem arz ettiği Demir Çağı ve sonrası topluluklar ile etnografik verilerden hareketle, şeflere sahip topluluklarda şiddetin sıklığının, memeliler için belirlenen ortalama yüzde 2 değerinin oldukça üzerine çıktığını gösterdiler. Anadolu’daki Erken Neolitik topluluklar için ölümcül yaralanmaların sıklıkları yüzde 1 ile bu değerin de altındadır. Diğer bir deyişle ölümcül şiddet, bu dönem için endemik olmadığı gibi, memeliler için belirlenen değere benzer, onlardan bir miktar daha düşüktür.
TARIM VE ÖLÜMCÜL YARALANMALAR
Şiddetin ne zaman arttığını kesin olarak bilmiyoruz, ancak yaşam biçiminin ağırlıklı olarak tarıma dayandığı topluluklarda ölümle sonuçlanan şiddetin arttığını gözlemliyoruz. Bu durum, Neolitikleşmenin çekirdek bölgesinde değil, çevrede yaygın bir hal alır. Şöyle ki Yukarı Dicle ve Fırat bölgelerinde Erken Neolitik yerleşmeleri gibi Çanak-Çömlekli Neolitik topluluklarında da ölümcül şiddet izi gözlemlemedik.
Örneğin, Hakemi Use’de yalnızca bir bireyde -yaşlı bir kadın- ön kol kemiğindeki savunma kırığı ve kafatasındaki depresyon yara, domestik şiddete uğramış bir bireyi temsil ediyor. Benzer bir bulgu olan Yumuktepe’de, savunma kırığı ile onlarca yaraya rağmen, hareket etmek, iş yapmak zorunda bırakılan bir genç kadın domestik şiddete maruz kalmış olmalıdır. Ancak bu örnekler sınırlıdır. Buna karşın, Göller Bölgesinden Bademağacı, Batı Anadolu’dan Barçın, Aktopraklık, Bahçelievler, Ilıpınar ve hatta son yıllarda kazılan Gedikkaya Mağarası’nda saptanan iskeletlerde, ölümcül yaralara ilişkin önemli veriler elde edildi. Bu topluluklarda yüzde 7’nin üzerinde ölümcül şiddete rastlanır. Her ne kadar gündelik aktivite, savaş ya da bireysel kavgalara dayalı ölümcül olmayan yara izlerinin sıklığında, zaman içerisinde bu ölçüde bir artış görülmese de yaralanmaya sahip bireyler arasında hayatını yitirenlerin sıklığı, diğer bir deyişle ölümcül yaralar daha görülür hale dönüş
Ölümcül yaralanmalar, Neolitikleşme sürecinin ilk adımlarının atıldığı merkez/çekirdek alanda değil, ağırlıklı olarak Bademağacı gibi göller bölgesi ya da Barçın, Bahçelievler, Aktopraklık gibi Doğu Marmara bölgesindeki sınır bölgelerde ya da yeni yaşam alanlarında daha yaygındır. Son zamanlardaki genetik araştırmalarla daha detaylı bir şekilde çalışılan bu bölgelerde, tarım ve hayvancılığı içeren çiftçi yaşam biçimi, büyük bir nüfus hareketinden ziyade, kültürel yayılmanın ürünü olarak tarımı benimsediklerini gösterir. Diğer bir deyişle Avrupa’da görüldüğünün tersine Doğu Marmara’da büyük bir popülasyon değişimi gerçekleşmemiştir. Bununla birlikte, çiftçiliği içeren buğday gibi kültüre alınmış bitkiler ile keçi, koyun ve sığırın bütünüyle evcilleşmiş hali Doğu Marmara bölgesinde 6600’lerde birden görülmeye başlar. Çiftçilerin ürettikleri besinlerin yabanıl öncülleri bölgede daha önce yoktur. İnsan toplulukları üzerinde yapılan antik DNA çalışmaları, bu bölgede yaşayan çiftçiler ile Mezolitik avcı-toplayıcı balıkçıların birbirleriyle karşılaştıkları, Balkan avcı-toplayıcıları ile Anadolu tarımcıları ya da yerlilerin karşılaştıkları ve düşük ölçekli de olsa karıştıklarını gösterir. Anadolu ve Balkan topluluklarının birbirleriyle karışması Doğu Marmara topluluklarında genelde gözlenen bir durum olmakla birlikte, Barçın ve Aktopraklık gibi yerleşmelerde, hatta bazı bireylerde daha belirgindir.
Doğu Marmara topluluklarında dikkati çeken durum, bu bireylerde kafa derisini sıyırma, gömü ritüllerine bağlı kemiklerde kesikler ile ölümcül yaralanmaların önemli bir yer tutmasıdır. Songül Alparslan Rooden - berg, Doğu Marmara’da incelediği topluluklarda yara - lanmalar ile sıra dışı gömülerden yola çıkarak şidde - tin bölgede endemik olduğunu öne sürer. Ek olarak, Bilecik-Bahçelievler (Erken Neolitik) ve Gedikkaya (Erken Neolitik ve Kalkolitik) buluntu merkezlerin - den ele geçen az sayıda iskelet, şiddetin izlerini ta - şır. Her ne kadar, her bir yerleşim için geçerli olmasa da çekirdek bölge ile kıyaslandığında, tarımın yeni bir yaşam biçimi olarak ortaya çıktığı Doğu Marmara topluluklarında yerel avcı-toplayıcılar ile tarımcıların karşılaşmalarında ortaya çıkan stres, anlaşmazlık ve kargaşa ölümcül çatışmalara yol açmış gibi görünür. Benzer durum Göller Bölgesi’nden Bademağacı için de geçerlidir. Silah darbesiyle öldürülmüş bir erkek ile bir evin geçirdiği şiddetli yangında ölmüş en az 8 birey, farklı şekillerde tezahür eden karşılaşmalar ve şiddete gönderme yapar.
ARSLANTEPE VE İKİZTEPE, ORGANİZE ŞİDDETİN AÇIK İZLERİNİ TAŞIR
Kalkolitik topluluklar üzerine, insan kalıntılarında sürdürülen araştırmalar son derece sınırlıdır. Bu nedenle, Erken ve Orta Kalkolitik dönemlere ilişkin şiddetin tartışılacağı veri yok denecek kadar azdır. Bununla birlikte MÖ 3500’lerden itibaren arsenikli bakır alaşımının daha sık görülmeye ya da üretilme - ye başladığı Geç Kalkolitik-Erken Tunç Çağı sınırında yer alan birçok yerleşmede şiddetin sıklığı, ölümcül olma niteliği ve görünürlüğü belirgin ölçüde artış gösterir. Şöyle ki birbirleri ile çağdaş olan Arslante - pe ve İkiztepe, organize şiddetin açık izlerini taşır. İkiztepe bilindiği gibi Anadolu’da silaha dayalı gücü temsil eden spiraller ve takılara ek olarak mızrak, hançer, kesici, delici, zıpkın gibi silahların mezar eş - yası olarak yoğun ele geçtiği, belki de Türkiye’nin şu ana kadar en fazla prehistorik silahının saptandığı yerleşmedir.
Yerleşmenin üst katmanlarında konumlanan mezarlıktan ele geçen erkek bireylerin 43’ünde yara izleri gözlemlenmiştir. Bunlar arasında en az 17 birey ölümle sonuçlanan silah yaralarına sahiptir.
Hemen tamamını erkeklerde gördüğümüz ölümcül yaralar, burada yaşanan olgunun bir savaş olduğunu gösterir. İkiztepe mezarlığı ile aynı zamana tarihlenen Arslantepe’de yerleşmenin bir yangınla yıkılmasına, saray sisteminin çöküşüne tanıklık ediyoruz. Bu yerleşmede dünyanın bilinen en eski kılıçları ile İkiztepe örneklerinde olduğu gibi arsenikli bakır alaşımından üretilen mızrak, hançer gibi silahlar yoğundur. MÖ 3200-2900 yılları arasında, güney etkili Uruk kültürü ile kuzeydoğu etkili Kura-Aras kültürlerine sahip tarımcı ve pastoral yaşam süren toplulukların karşı karşıya geldikleri; bu karşılaşmaların her zaman olmasa da şiddet içeren durumlara yol açtığı bilinir. Şiddetin en önemli yansımasını, merkezi otoritenin teşkil edildiğini gösteren saray sisteminin sonlanması olarak görmekle birlikte, yeni inşa edilen surlar ile iskeletlerde karşılaşılan silah yaraları, öldürüldükten sonra yırtıcı hayvanlara terkedilmiş cesetler, yaşanan şiddetin boyutu, yaygınlığı ve ölümcüllüğüne ilişkin önemli veriler sağlar. Dahası, S216 olarak adlandırılan kollektif mezar çukurunda, bedenleri çürümüş insanlar, özellikle erkeklere ait kalıntıların toplanarak basit bir çukura atıldıklarını anlıyoruz.
Burada saptanan bireylerin önemli bir kısmı, asa başı gibi küt silahların yol açtığı çoklu ölümcül yaralara sahiptir. Bütün bu veriler şeflik sisteminin erken örneğini teşkil eden Arslantepe’de şiddetin tezahür edilme biçiminin saldırı ve katliamı andırdığını gösterir. Arslantepe’de şiddet izleri yalnızca, sarayın yanması ile bağlantılı değildir. Ünlü Krali mezar olarak bilinen bir taş sanduka içerisinde gömülü bir erkek ile mezarın üzerinde, yönetici bireyin ayak hizasında, kapak taşının üzerinde saptanan, muhtemel kurban edilmiş dört ergen birey, yerleşmede farklı kültürlerin karşılaşmasında şiddetin hem oluş biçimi hem de nedenlerinin bilinenden daha kapsamlı bir çeşitliliğe sahip olduğuna işaret eder.
Erken Tunç Çağı topluluklarında, ölümle sonuçlanan şiddet vakaları ve bunların ele geçtiği yerleşmelerin sayısında gözle görülür artış mevcuttur. Küllüoba Laodikya/Kandilkırı, Titriş, son yıllarda kazılan Başur Höyük gibi yerleşmeler gerek ele geçen silahlar gerekse çeşitli yollarla yaşamlarını yitirmiş bireylere ilişkin oldukça yoğun bilgiler sağlar.
Bunlardan en geç örneklerden birisini Titriş Höyük’te ele geçen ETÇ III’e tarihlendirilen sıvalı taban gömüsü oluşturur. Oval planlı bir şarap işliğinin sıvalı bir tabanının üzerine gömülü olan 16 bireyin hemen tamamı, kesici ve delici silahlarla ilişkili ölümcül yaralara sahiptir. Kutsal addettikleri bu sıvalı tabanın üzerine gömülü olanlar, ana binanın kapısı caddeye açılarak, olasılıkla bir türbe gibi halka teşhir edilmiş halde bulunmuştur. Yine bir katliamın izini taşıyan bu insanlar, tıpkı Arslantepe ve Başur Höyük’teki bireyler gibi toplu mezarlara gömülmüşlerdir. ETÇ yerleşmeleri için ölümcül yaralanmaların sıklığı, yaralı bireyler arasındaki sıklıkları yüzde 20’lere yaklaşır. Bu da esasen, madenden üretilen silahların yarattığı etkinin daha ölümcül bir boyut kazandığını gösterir. Dahası bu yerleşmelerde Neolitikte görmediğimiz toplu ölümler ve gömüler Tunç Çağlarının ‘yeni normal’i olarak karşımıza çıkar.
ŞİDDET, ESKİ TUNÇ ÇAĞI TOPLULUKLARINDA KÜRESEL BOYUT KAZANDI
Sonuç olarak; Şiddetin insan yaşamında doğal olup olmadığını tartışmak yersizdir. Bununla birlikte, kültür, en azından öğrendiklerimiz, birçok teknoloji, ekoloji, ekonomi, nüfus artışı, aidiyet, sahip olma çabası, üretim-dağıtım ve tüketimin, doğal kaynakları kontrol altına alma çabası gibi olgular Eski Tunç Çağı için yaygın bir durum haline gelmektedir. Günümüzde, savaşın sıklığı değilse de yarattığı etkilerin daha büyük boyutlu olduğunu söylemek mümkündür. Farklı yollarla tezahür eden şiddetin belki de ilk kez madenden silahların daha yaygın olarak üretilip kullanılmaya başladığı Eski Tunç Çağı topluluklarında küresel bir boyut kazandığı, bu dönemden itibaren kitlesel ölümlere yol açan organize şiddetin ve savaşların insan yaşamının önemli bir parçası haline dönüştüğü söylenebilir. Merkezi otoritenin teşkili, bölgeler arası ticaret, insan hareketleri, maden kaynaklarına ve topraklara sahip olma çabası, daha ölümcül silah üretimi, iş bölümü ve olasılıkla silaha dayalı gücün teşkili gibi kültürel etmenler organize şiddet ve onun kontrol altına alınmasında etkin gibi görünmektedir.
*Prof. Dr. / Hacettepe Üniversitesi, Antropoloji Bölümü, Husbio_L ve Human_G laboratuvarları