YAZARLAR

Tarih sona erdi mi?

Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından “Tarih sona erdi” diyenler çıkmıştı. Buna göre Batı’nın liberal demokrasileri, tarihin o büyük yürüyüşünün nihai noktasıydı ve dünyanın geriye kalanı da yüzünü onlara dönecekti. Bugünkü dünya bize bu resmi göstermiyor. Batı’da bile. Hele Gazze’nin üstüne bombalar yağdığı ve Batı demokrasilerinin buna pek ses çıkarmadığı bu son günlerde…

1.

Ben üniversite eğitimine, 1990’lu yılların sonunda başladım. Soğuk Savaş sonrasında dünyanın yeniden şekillendiği bir dönemdi. Eski aktörlerin ne yapacağı, devreye yeni aktörlerin girip girmeyeceği belli değildi. Dünya çözülüyor muydu? Yoksa yeni bir kabuk mu tutuyordu? Ne devlet başkanları ne bizlere ders veren akademisyenler ne de dünyanın dört bir yanındaki yerel halklar gidişata bir anlam verebiliyordu. Herkes el yordamıyla ilerlemeye çalışıyordu. 

Yine de sınavlarda, dünyadaki gelişmeler karşısında uzun uzun değerlendirmeler yapmamız beklenirdi. Eh, gençlerden değerlendirme istensin yeter; yapardık biz de. İyi kötü ama heyecanla bir şeyler söylerdik. Neredeyse hep aynı cümlelerle başlardık:

Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle beraber… 

Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra… 

Çağ, bu cümlelerin ilk defa kullanıldığı çağdı. Hocalarımız bizlere, “bundan sonra şöyle olacak böyle olacak” demedi. Diyemezlerdi zaten. Siyasi tarihi, akımları, kavramları ve tartışmaları öğrettiler. “İlerisi için de bu araçları kullanın” dediler. Başka ne denebilirdi ki?

2.

Başka şeyler diyenler çıktı. İddialı cümleler kuranlar…

Örneğin o dönemlerin en etkili siyaset bilimcilerinden Francis Fukuyama, “tarihin sonuna geldik” dedi. Hegel’in, Marx’ın tarih felsefesini alıp, tarihin geleceği son noktayı Batı’nın liberal düşüncesine bağlayan Fukuyama, Soğuk Savaş’ın bitmesiyle beraber Batı’nın çemberi dışında kalan herkesin bu düşünceye yöneleceğini öngörüyordu. 

Ne tarihin sonu geldi ne de dünya yüzünü tümüyle Batı’ya çevirdi. Fukuyama’nın tezini izleyen otuz yılda tarih, bazen beklendik bazen beklenmedik doğrultularda yürüdü durdu. 11 Eylül saldırılarını, Afganistan’ı, IŞİD’i, otoriter rejimlerin dünyanın her tarafında yükselişini gördük. Bu arada liberal rejimler de pek parlak sınavlar vermiyordu. Söz gelimi binlerce Amerikan yurttaşı, seçim kaybettiğini kabul etmeyen bir başkanın ardına takılıp Amerikan parlamentosunu bastı. 

Tarih akıp gidiyor; hiçbir zaman da bir noktada duracağını belli etmiyordu. Her zaman olduğu gibi..

3.

Ama Fukuyama ve daha birçoklarının savunduğu “tarihin bittiği” düşüncesi, Batılıların zihin yapısı üzerinde bazı pürüzler bıraktı. Bir savaşın bittiği ve Batı’nın da bu savaştan muzaffer çıktığı o kadar yaygın bir kabul gördü ki, uzun süre sorgulanmadı. Halen de gereğince sorgulanıyor sayılmaz.

Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nun çözülüşü muazzam bir güç boşluğu yaratmıştı. İki binli yıllara girerken hâlâ dolmayan bu boşluk, tarihin sonu düşüncesine uygun olarak tek kutuplu dünyanın ilânı olarak değerlendirildi. Batı demokrasileri, bu kutbun değerlerini gerektiği gibi tüm dünyaya taşıyacaktı. 

Ama olmadı.  

Olmadı, çünkü… Dünya tarihi hakikaten, hem de içinde yaşarken bir hüküm verecek kadar kısa değildir.

Şimdi başka bir dünya var. Pek de tek kutuplu görünmeyen, “tarihin sonuna geldik” cümlesinin kurulamayacağı, hakkında peşin hükümlerin zaten asla verilemeyeceği bir dünya. Zor bir dünya. 

Ama nasıl bir dünya burası?

4.

Hindistanlı gazeteci ve yazar Pankaj Mishra, geçen haftalarda Der Spiegel dergisinde bir değerlendirme yayımladı. Orada, dünyanın geriye kalanının Batı’ya nasıl baktığı yönünde bir okuma yapıyordu. Mishra makalesinde, Batılı siyasetçi ve gazetecilerin (daha geniş bir çemberde entelektüelleri kastettiğini düşünüyorum), Batı’nın kendine ait saydığı meselelerle uğraşmaktan, yani faşizme, Nazizme ve komünizme karşı bir mücadele yürütmekten, yirminci yüzyılın [Mishra’ya göre] esas büyük meselesini gözden kaçırdıklarını söylüyordu. Bu mesele dekolonizasyon… “Dekolonizasyon. Yani dünya nüfusunun büyük bölümünün ırkçı ve despot kolonyalizmden kurtulması. [Batılılar] dünyanın büyük bölümünün Batı egemenliğinden kısmen kurtulmasıyla, yeni düşünme biçimleri ve dünya görüşlerinin geliştiğini anlamadılar veya anlamak istemediler.Batı’nın İsrail’in tarafını tutmasına yönelik geniş reddiye de buna örnek.”

Mishra, makalesinde hakkında her geçen gün daha fazla yazılıp çizilen “Global South / Küresel Güney”in, yani Türkiye’nin de çoğunluk dahil edildiği Batı dışı ülkeler grubunun Filistin meselesinde nasıl tavır aldığını ve Batı’nın neredeyse tümüyle ve kayıtsız şartsız İsrail’i desteklemesini nasıl hazmedemediklerini anlatmış. Önemli ama bana göre bu da yeterince isabetli bir değerlendirme değil. Çünkü en başta Hindistan’ın başındaki Modi hükümeti İsrail’i desteklediği gibi, bu olaydan kendi Müslüman toplumunu nasıl yöneteceğine dair ilhamlar da çıkarıyor

Batı’ya bilenmiş, Batı’yı eskisi kadar önemli bulmayan, yüzünü Batı’ya dönmeyi gerekli görmeyen, Batı’nın değerler sistemiyle eskisi kadar haşırneşir olmak istemeyen bir ülkeler grubu var ama bunlar böyle düşünüyorlar diye İsrail’in karşısında da duruyorlar demek değil. Hindistan bu konuda iyi bir örnek. Tarih bitmedi, devam ediyor ama çıkarlar da devam ediyor. Yani Batı’nın güç kaybetmesi, dünyanın illa adil ve dengeli bir yer olacağı anlamına da gelmiyor. Tarih akıyor, dünya değişiyor. Hep olduğu gibi. 

Küresel Güney ve değişen pozisyonlar konusuna ileride başka yazılarda değineceğim ama bu tür sınıflandırmalarda gözden kaçan, hep aksayan bir yan olduğunu da söylemeli. Ülkeleri aktörler olarak sayıyoruz ama halklar ne diyor? İsrail-Filistin meselesinde esas hattı bence halklar çiziyor. Güney’de, Kuzey’de, birçok yerde halklar ayakta. Londra, herhalde Kuzey’in başkentidir; İsrail’in zulmüne karşı en büyük yürüyüş orada yapıldı. Yine Hamas’ın gaddarca saldırısı, Kuzey’inden Güney’ine milyonlarca insan tarafından lanetlendi. Halklar tavır alıyor, sözünü söylüyor. 

5.

Bu son günler bize Batı’daki çok ilginç bir gelişmeyi gösterdi. Hükümetler ile halklar arasında makasın bu denli açıldığını görmemiştik. Gazze’ye bomba yağdıkça başkentleri saran protestolar, dünyadaki bir yaranın geriye kalanı da acıtabildiğini gösterdi. Ne işe yarıyor, bir işe yarıyor mu, bir sonuç alınacak mı, herhalde yakında göreceğiz ama şunu biliyoruz, ne dünya ne de halklar, Batı’nın çizdiği resimdeki gibi görünmüyorlar. Artık bu çok açık.

İleride nasıl duracaklar, nerede duracaklar, bunu bilmek de kolay değil. Dünya çözülecek mi, yeni bir kabuk mu tutacak?  Umalım ki vicdanlı insanlar her koşulda daha çok ses çıkartır. Tarihe gelince… Onun nasıl ilerleyeceğini bilmek daha da zor. Ama dünyaya yine de bakmamız nasıl. Kendimiz ile dünya arasına bir hiza çizmemiz lazım. Nasıl yapacağız?

Bir güzel yolu, yazar, ressam, sanat eleştirmeni John Berger (1926-2017) söylemişti. “Tarih bilinciyle bakıyorum dünyaya” diyordu. Marksist tarih bilinciyle... “Marx okumak, bana tarihi anlamamda çok yardımcı oldu; bu sayede tarihte nerede olduğumuzu ve geleceği insanın vakarı ile adalet açısından nasıl tasavvur etmem gerektiğini de anladım.”

Anlamaya başlamak ve hiza çekmek için güzel bir yer… Çünkü, tarih bitmedi. 


Yenal Bilgici Kimdir?

Yenal Bilgici, gazeteci. 1979 İskenderun doğumlu. Siyaset bilimi eğitimi aldı. 2000 yılında gazeteciliğe başladı. Nokta, Aktüel, Newsweek, GQ Türkiye, Habertürk ve Hürriyet’te çalıştı; yazılı ve görsel birçok başka mecrada yazdı çizdi anlattı. Siyaset, kültür, tarih üzerine röportajlar yaptı, yapmaya devam ediyor. 2022 Ocak’ında Türkiye’de son dönemde yaşananları hakikat-sonrası çerçevesinde ele aldığı “Memlekette Tuhaf Zamanlar - Hakikat Sonrasıyla Geçen İki Binli Yıllarımız” isimli eseri Doğan Kitap’tan yayımlandı. 2019’da tarihçi İlber Ortaylı ile “Bir Ömür Nasıl Yaşanır” isimli, büyük ilgi gören bir nehir röportaj kitabı yayımladı, bu kitabı 2022 Şubat’ında yine Ortaylı ile söyleştiği “İnsan Geleceğini Nasıl Kurar” takip etti. Özellikle Avrupa gündemini takip etmeyi, toplum ve teknolojinin kesişiminden türeyen yeni dünya üzerine düşünmeyi, edebiyatı ve bir de bloglarında 'Eski Usul' ve 'Tuhaf Zamanlar’ yazmayı seviyor.