Tarımın mitolojisi: Tohum, teknik ve mevsim döngüsü

"İnek buzağısını reddetti. Otlaklar, pınarlar kurudu. Arpa ve buğday yetişmez oldu, inek, koyun ve kadınlar hamile kalamaz oldu, hamileler doğuramadı. İnsanlar ve tanrılar açlıktan ölüyordu."

Google Haberlere Abone ol

Selim Martin*

Dünyada, insanın beslenmesi için en önemli bitki tartışmasız buğdaydır. En azından 15 bin yıldır bu böyledir. Epipaleolitik Dönem ile birlikte buzulların erimeye başlaması ve yağışın artması, otsu bitkilerin çoğalmasını sağlamıştı. Yerleşik hayata geçilmesi ile bu bitkiler yavaş yavaş evcilleştirildi ve tarım üretimi evcil buğday ve arpa ile başlamış oldu. Eldeki kaynaklara göre, Karacadağ ve civarı evcil buğdayın anavatanıdır.

Neolitik çağ boyunca Kuzey Mezopotamya’da, Dicle ve Fırat’ın çok kollu-çok parçalı coğrafyasında, bu nehirlerin taşkınları ve yağmurlarla yapılan buğday üretimi, Kalkolitik çağın ortalarından itibaren, sulamalı tarımın öğrenilmesi ile birlikte Güney Mezopotamya düzlüklerine taşındı. Böylece bu yeni teknik sayesinde ihtiyaçtan fazla buğday üretilebildi.

Ah canım okuyucu, ne olduysa bundan sonra oldu işte. Artı ürünün faydalarını ve zararlarını saymaya kalksak ne kelimeler ne kağıtlar ne de günler yetmez. Olsun, biz yine de birkaç tanesinin altını çizelim de Mezopotamyalıların emeği boşa gitmesin. Artı ürün başlangıçta iyi projelendirme, çok sayıda su kanalı işçisi ve çiftçi ister; sonrasında ise büyük depolar, doğru bir geri dağıtım sistemi, satacak tüccar ve koruyacak asker ister. Bu kadar kişi bir araya gelince; düzen ister sistem ister devlet ister işler kötü gidince bir yaratıcı/ koruyucu ister. Devlet de din de kayıt ister, vergi/kazanç ister ve tabii ki düşman ister. Buyurun efendim, işte size medeniyetin (!) tanımı.

Kalkolitik Çağ ve Tunç Çağı Mezopotamya’sının kısa tarihini şimdilik bir kenara bırakalım ve asıl işimiz olan söylencelerde, bu tarımsal dünyanın nasıl şekillendiğine, her zaman yaptığımız gibi birkaç coğrafya ve çokça yüzyıl geze geze bakalım.

Ana Tanrıça Heykelciği, pişmiş toprak, Çatalhöyük.

Neolitik topluluklar tarım toplumuna dönüşürken, mitolojilerinin nasıl biçimlendiği ile ilgili bilgilerimiz henüz yeterli değil. Bolluk ve bereketin, üreme ve çoğalma ile binlerce yıldır ayrılmaz birlikteliği bize, ilk üretimcilerin de öykülerini benzer şekilde kurgulamaları gerektiğini düşündürür. Aynı zamanda kadınlar ile bitkilerin, Paleolitik çağdan beri gelen ilişkisinin tarım üretilirken de sürdüğünü biliyoruz. Üstüne, sonraki kültürlerde görülen uygulamaları da eklediğimizde; çıplak, doğaya hükmeden ve doğuran kadın figürlerinin, toplumun üreyip çoğalması kadar, bitkilerin büyüyüp gelişmesine de yönelik bir mesajı olduğunu rahatlıkla iddia edebiliriz. Ayrıca Neolitik yerleşimlerinin Ata Kültü ritüellerinin; kurucuların anıldığı örneklerle birlikte bolluk berekete yönelik törenleri de olmalıdır. Bu durumlarla ilgili en dikkat çekici delili; binlerce yıl sonrasında ortaya çıkan ilk yazılı metinlerde, geçmişe yönelik bir öykünün izlerinin sürülebileceğini, bir önceki sayıda anlatmıştık. Ancak konunun önemi bakımından alıntılayıp burada bir kez daha değinmekte fayda var.

Sümer mitlerinde, Annunakiler olarak adlandırılan; çoğul, erkek ve kadınlardan oluşan, Sümerlilerden uzun uzun yıllar önce dünyada hüküm sürmüş bir tanrı-tanrıçalar topluluğundan bahsedilir. Eski güzel zamanların – büyük ihtimalle eski sözlü geleneğin mirası – hikayelerinin anlatıldığı bu mitlerde, Du-ku kutsal dağında yaşayan Annunakilerin, insanlara evcil buğdayı, evcil koyunu ve dokumayı armağan ettiklerinden bahsedilir. Bugün, buğdayın anavatanı olarak kabul edilen – eski volkan- Karacadağ’ı ve bu dağın görülebildiği coğrafyalarda ilk yerleşik yaşama geçen toplulukların, bitkilerin kültüre alınması, hayvanların evcilleştirilmesi ve dokuma teknolojisinin geliştirilmesinde öncü olduğu düşünülürse, Sümer söylencesi daha anlaşılır hale gelmektedir. Görünen o ki; başlangıçta Neolitik devrimi gerçekleştiren ilk yerleşik köylüler ve bu başarılarını kutladıkları ata-kültü ritüelleri vardı. Zamanla bizim Karacadağlılar bir Annunaki’ye, evcilleştirdikleri buğday da – her zaman olduğu gibi – bir tanrı armağanına dönüşmüş görünmektedir. (S. Martin- Tanrıların armağanları: Bitki, ağaç ve bahçe – ArkeoDuvar 9. Sayı.)

Evrenin dağlarında An, dünyaya getirdiğinde Annunakileri
Dünyaya getirmedi aynı anda Tahılı (Aşnan) ortaya çıkarmadı
Ne de üretti ülkede ipliklerini Uttu’nun
Ne de hazırladı ona dokuma tezgahını…

**

Dolayısıyla bu eski zamanların insanları
Ne ekmek yemeyi bilirlerdi ne de giyinmeyi; Çıplak dolaşırlardı; koyunlar gibi yeşillikle beslenirler, yerdeki çatlaktan çukura biriken suyu içerlerdi yalnız,
İşte o zaman “Kutsal Tepecik’te” tanrılar;
Ana dişi koyunu ve tahılı yarattılar

**

Enki bunun üzerine Enlil’e şöyle dedi:

“Ey Saygıdeğer Enlil ana dişi koyun ve tahıl Kutsal Tepecikteler zaten –yere indirelim onları”
İşte böylece ana dişi koyun ve tahıl Kutsal Tepecikten aşağıya indiler. (Küçükbaş Hayvan Tahıla Karşı – Sümer Miti)

Büyük bir anlatımdan birkaç parça seçerek aktardığım bu metinde, tanrıların, tarımı ve dokumayı nasıl yarattığını görmek mümkün. Söylencenin buraya taşımadığım kısımlarında, Annunakilerin kendi ihtiyaçları için insanlara bunları armağan ettiği bilgisi veriliyor. Metinden anlaşıldığı üzere; tanrıların oturduğu bu yerden (Kutsal Tepecik) aşağıya (insanların yaşadığı yere) bu armağan iniyor. İyi, güzel. Peki bu metnin, binlerce yıl öncesinde var olan bir gerçekliği efsaneleştirdiğini de nereden çıkartıyorsun diye soracak olursanız, onunda cevabını 1961 yılında S.N. Kramer ve I. Bernhardt tarafından yayınlanmış, şimdilik elimizde sadece bir tane kısa metnin yer aldığı bir tabletteki çeviriden vereyim.

Oysa bir gün Ninazu, erkek kardeşi Ninmada’ya şöyle dedi:
Arpa ve ketenin yetiştiği “Dağ’a” gidelim;
“Dağ’dan”arpa indirelim ve Sümer’e kadar getirelim bu arpayı.
Böylece tanıtmış oluruz arpa nedir bilmeyen Sümer’e. (Tahılların Sümer’e Tanıtılması – Sümer Mitolojisi)

Metnin devamında, kardeşlerden bir tanesi bu işe itiraz edecek ve babalarının buna izin vermeyeceğinin altını çizecek. Mezopotamya panteonunda pek tanınmayan bu iki erkek tanrının, bilinen öyküdeki anlatımdan farklı olarak, babaları Enlil yasakladığı halde, evcil bitkiyi insanlara taşımalarını anlatan bu söylence, kayıp parçalarına rağmen oldukça dikkat çekicidir. Düzlük Sümer topraklarına (Güney Mezopotamya), dağlık bir yerden (Kuzey Mezopotamya) evcil tahıl gelmesini aktaran bu öykü, bilimsel olarak takip edebileceğimiz bir sürecin mitolojik anlatımı gibi görünmektedir.

Sümer mitleri, kendi coğrafyasında yaşayan daha sonraki kültürleri de oldukça etkilemiştir. Mezopotamya’da egemenlik kurmuş Akkad, Babil, Assur gibi uygarlıklar, dilsel ve ırksal farklılıklarına rağmen, bir iki isimlendirme ve erkek egemen anlatımları haricinde, çok fazla değişiklik yapmadan, bu öyküleri çeşitlendirerek kullanmaya devam ederler. Bu sebeple Mezopotamya’da söylencelerin, en azından Tunç Çağı boyunca ortak öyküleri içerdiği bilinmelidir. Daha sonra bu öyküler, doğudan batıya doğru gittikçe yayılacak, MÖ 1. binyılda Batı Anadolu’da -başka yerlerden gelme öykülerle bir araya gelip dünya kültürünün temelini oluşturacaklardır.

Evcil tahılı bir şekilde insanlara ulaştırdık. Tamam da bunu yetiştirmek için ne yapmak gerekir? Kalabalık nüfusu besleyecek şekilde, evimize/ kentimize zenginlik getirecek şekilde nasıl yetiştireceğimizi bize kim söyleyecek? Tabii ki tanrılar! Mezopotamya mitlerinde tarım denilince ilk akla gelen kişi, hepinizin çok iyi bildiği gibi tarım ve savaşın tanrısı Ninurta’dır. Kendisini; “Taş Ülkesindeki” isyanı kanlı bir şekilde bastırıp döndükten sonraki hizmetlerinden kısaca bahsederek bir kez daha hatırlayalım.

Yukarıdan aşağıya doğru yolunu kendi eliyle çizdiği suları; emanet etti.
Bereket kaynağı, kendi icat ettiği sabanı; kazmayı öğrettiği düz oyukları,
ve yığdığı tohum tepelerini ve doldurduğu siloları… (Ninurta ve Taşlar – Sümer Mitolojisi)

Ninurta’nın –tarımı icat eden ve ilk uygulayan olduğu için- tarımın hamisi tanrı olarak tanınmasını “açıklamaya ve gerekçelendirmeye” çalışan bu metinden, nehirlerden su kanalı kazıldığını, toprağı işlemek için saban kullanıldığını ve bu sayede çok fazla ürün elde edildiğini; kısacası “sulamalı tarımın ve artı ürünün” mitolojik öyküsünü öğrenebiliyoruz.

Evcil tahıldan sonra, tarım yapmayı da öğrendik nihayet. Şimdi sırada bu kadar önemli bir olayın, beslenmenin; azlığı-çokluğu, varlığı-yokluğu hayatımızı nasıl şekillendirmiş ona bakalım.

MEVSİM MİTLERİ

Yaşadığımız Yakındoğu coğrafyası, ağırlıklı olarak sıcak mevsimlerde yetişen yiyecekler üzerinden besin ekonomisini yönetir. Geçmişten günümüze bu coğrafyayı asıl şekillendiren şey, havaların ısınması ile bolluğun ve bereketin arttığı, soğuyan havayla birlikte besinlerin azaldığı binlerce yıllık bir döngüdür.

Mimarimizden günlük yaşama, siyasi hayatımızdan gelenek göreneklerimize, hemen her şey bu döngüye göre belirlenir. Size bir tüyo vereyim; bizde seçimler de aynı düğünler gibi bolluk aylarında yapılır. Kimse besinin az olduğu zamanda rakipleriyle seçim yarışına girmek istemez! Hayatı şekillendiren bu döngünün tabii ki söylencelerde de baş köşeyi kapacağı rahatlıkla tahmin edilecektir. Dünyanın en eski söylenceleri, mevsimlerin döngüsünü açıklamak üzere ortaya çıkmış öykülerdir. Özellikle Anadolu ve Mezopotamya’nın kadim mitleri, baharın gelmesini ya da havaların soğumasını aynı nedene dayandıran öyküler barındırır.

Mevsim mitleri için en bilinen kurgu, aile içi problemler ya da ergenlik problemi gibi görünen; evden kaçan tanrı/tanrıça ve bunun çeşitlemesi olarak kabul edilen kaybolan tanrı/tanrıça öyküleridir. Toplumların ataerkil yahut anaerkil olması öyküdeki başkarakterin cinsiyetini belirler.

Sevdiklerimizin bir şekilde elimizden alınması veya bizden uzaklaşması bizi sarartıp soldururken, onlara kavuşmak içimizde çiçekler açtırır. Biz de doğanın bir parçası değil miyiz? O halde süreç, doğada da aynı şekilde olmalı. Tek farkı, bu olan bitenin, doğayı etkileyecek kadar kudretli karakterlerin başına gelmesidir.

İlkbahar yaz, sonbahar kış
Geri dön sevdiğim, bırakma bizi... (S. Martin)

Önceden de belirttiğim üzere, eski söylencelerde bolluk ve bereket, üreme çoğalma ile eşdeğer tutulur ve sıklıkla birbirlerinin yerine konulur. Soyun devamını sağlayacak kişinin ortadan kaybolması, içinde bulunduğu toplumun bolluk ve bereketinin yok olması anlamına gelir. Kişi eğer evden kaçmışsa hemen ikna edilip eve döndürülmeli, kaybolduysa da tez zamanda mutlaka bulunmalıdır. Kendinizi öyküdeki karakterlerin yerine koyun, en sevdiğinizin, çocuğunuzun evden kaçtığını ya da kaybolduğunu düşünün; hayat sizin için biter, bir şey yemek ya da içmek istemezsiniz, dünyaya küsersiniz. Bir an önce onu bulmak eve döndürmek istersiniz. İşte dünya da aynı sizin gibi küser bu süreçte. Kaçan/kaybolan yerine dönmediği sürece solgun, verimsiz bir yer haline gelir.

ERGEN TANRIMIZ EVDEN KAÇMIŞTIR

Bu öykülere verilebilecek en güzel örneklerden ilki Hitit mitolojisindendir. Telepinu’nun evden kaçışı olarak isimlendirebileceğimiz bu öyküde; evin genç oğlu olan tanrı, öfke ile ailesini ve yurdunu terk edecek, ailesi ve diğer tanrılar onun gidişiyle birlikte çok çaresiz bir duruma düşüp Telepinu’yu geri döndürmenin yollarını arayacaklardır. Elimizdeki tabletlerde çokça eksik parça olduğu için, hikâyenin başlangıcı yani tanrının niçin öfkelendiği tam olarak anlaşılmaz. Ancak metinde yer alan Telepinu’nun evi hızla terk ederken ayakkabılarını ters giymesi gibi detaylar, tanrının öfkesi, telaşı ve şaşkınlığını çok güzel anlatır. Bir çocuğun evden uzaklaşmasının bence dünya üzerindeki en güzel anlatımlarından biri olan bu söylenceye bir göz atalım.

Sis pencereleri kapladı, evi duman kapladı. Ocaktaki kütükler sıkışıp boğuldu, ağıldaki koyunlar bunalarak sıkışıp boğuldu. Koyun kuzusunu reddetti. İnek buzağısını reddetti. Telepinu da çekip gitti. Hububat ve hayvanların, bolluk ve gelişme zenginliğini, bozkır ve verimsiz çayıra döndürdü. Telepinu da şikâyet edip mırıldanarak ormanın içlerine doğru çekip gitti. Ülkede kıtlık baş göstersin diye otlaklar, pınarlar kurudu. Arpa ve buğday yetişmez oldu, inek, koyun ve kadınlar hamile kalamaz oldu, hamileler doğuramadı. İnsanlar ve tanrılar açlıktan ölüyordu.

Ergen tanrımız evden kaçmıştır kaçmasına ama aynı biz normal insanlarda olduğu gibi, ülkenin ve ailesinin ona, onun da ülkesine ve ailesine ihtiyacı vardır.

Bu kuraklığa çare olur diye, büyük Güneş Tanrısı bir ziyafet vermek için festival düzenledi ve bin tanrıyı davet etti. Yediler ama doymadılar, içtiler ama kanmadılar, susuzlukları geçmedi. Fırtına tanrısı ülkede olan bu kuraklığın sebebinin oğlu Telepinu olduğunu hatırlayarak: Oğlum Telepinu burada değil, o öfkelendi, çekip gitti ve iyi olan her şeyi beraberinde götürdü der. Bunun üzerine büyük ve küçük tanrılar Telepinu’yu aramaya koyuldular. 

Öfke ile evini terk eden tanrıyı bulmak elbette kolay olmayacaktır. Hemen her öyküde hem gösterilen çaba hem de geçen zaman sıklıkla vurgulanır. Yıkmanın kolay ama onarmanın ne kadar da zor olduğu herkese hatırlatılır.

Güneş Tanrısı hızlı kartalı gönderdi ve dedi ki: Git dağları, ovaları ve derin koyu mavi suları ara. Kartal gitti ama onu bulamadı. Bu sefer Fırtına Tanrısı çıktı oğlunu aramaya, kendi şehrinin kapısına vardı, kapıyı çaldı ama açtıramadı ve fazla zorlamaktan çekicinin sapı kırıldı. Bunun üzerine vazgeçti ve dinlenmek üzere oturdu.

Gösterilen bunca çabaya rağmen bulamamak öykünün her iki tarafındakiler için oldukça önemlidir. Kaçan kendisine verilen önemi görür bu çaba sayesinde, diğerleri de sevdiklerini kazanmak için ne kadar emek harcamak gerektiğini bir kez daha öğrenirler.

Sonra Telepinu’yu bulmak için bir arı göndermeyi önerir tanrılar ve Fırtına Tanrısı buna itiraz eder. Onu büyük ve küçük bütün tanrılar aradılar fakat bulamadılar. Bu arı onu arayıp bulmayı nasıl başaracak ki? Hem kanatları hem de kendisi küçücük.

Ummadık taş baş yarar demiş atalarımız. Arı gitti, dağları, ırmakları, pınarları aradı ve Telepinu’yu bir otlakta uyurken buldu ve onu uykusunda sokmaya başladı.

Çok kızgınım dedi Telepinu; ben uyumaya ve kızgınlığımı yatıştırmaya çalışırken siz niçin beni konuşmaya zorluyorsunuz? Daha sonra arı ile birlikte evine dönerken telaşa geldi. İnsan neslini, öküzleri ve koyunları yok etmeye başladı. Şimşekler çakıyor ve gök gürlüyordu. Aşağıda kapkaranlık dünya tam bir karmaşa içindeydi. Tanrılar, kartalın üzerinde Telepinu’nun geldiğini gördüler. Onun öfkesini yatıştırmayı bildiler; gazabını yumuşatıp, hiddetini azaltıp, taşkınlığını dizginlemeyi bildiler.

Telepinu tapınağına döndü. Ülkesini düşünmeye başladı. Pencerenin önündeki tozu, bulutu dağıttı, evin üzerindeki dumanı dağıttı. Tanrıların sunakları hazırlandı. Ocaktaki korların tutuşmasına izin verdi; koyunların ağıldan, öküzlerin ahırdan çıkmasına izin verdi. Ana yavrusuna, koyun kuzusuna, inek buzağısına kavuştu. Bu defa kral ve kraliçeyi düşündü. Onlara ilerisi için güç, sağlık ve hayat bahşetti.
(Telepinu’nun Evden Kaçışı – Hitit Mitolojisi)

ÖLÜLER ÜLKESİ’NİN TANRISI HADES

Evden kaçanları bulduk bulmasına da ya kaçırılanlara ne yapacağız? Bu konudaki cevabı bulmak için haydi hep beraber Ege Denizi’ne doğru yola çıkalım. İlk öykümüz tahmin edebileceğiniz üzere, Helen kültürünün bereket tanrıçası Demeter üzerine. Kızı Persephone’nin kaçırılışı, Demeter’in başrol sayılabileceği tek öykü olmakla beraber, aynı zamanda tanrıçanın insan hayatı üzerindeki o büyük etkisini net bir şekilde göstermektedir.

Zeus ile Demeter’in birleşmesinden doğan Persephone, bir gün arkadaşlarıyla birlikte çayırda çiçek toplarken birdenbire yer yarılacak, Ölüler Ülkesi’nin Tanrısı Hades, kızı yakaladığı gibi yerin altına geri dönecektir. Kızı eve dönmeyince çaresiz Demeter, bütün dünyada dolaşmadık yer bırakmayacak ancak kızını bir türlü bulamayacaktır. Ümitsiz tanrıça sonunda her şeyi gören ve bilen güneş tanrısı Helios’a kızının yerini soracak ve onun Hades tarafından yer altına kaçırıldığını böylece öğrenecektir. Buraya kadar günlük hayattan bir konu gibi gelişen öykünün tanrısal kısmı asıl bundan sonra ortaya çıkar.

Tanrıça olan bitene bir çare bulamayınca, tanrılara küsüp onların yanından ayrılacak ve sızlayan yüreği ile ıssız bir yere çekilecektir. Demeter, herhangi bir kişi değil, bereket tanrıçasıdır. O küserse, toprak da küser. Bolluk bereket biter, ürünler yetişmez, meyveler büyümez ve dünyada insanlar arasında büyük bir kıtlık baş gösterir. Baş Tanrı Zeus, bu duruma bir çare bulmak ümidiyle kâh Demeter’i geri getirmeye, kâh Hades’i kızı geri vermeye ikna etmeye çalışacak ancak başarılı olamayacaktır. Zira, Ölüler Ülkesinden bir lokma bir şey yiyen kimsenin asla geri dönemeyeceği kesin bir kuraldır ve ne yazık ki Persephone orada bir nar tanesini çoktan ağzına atmıştır. Velhasıl kelam; anne üzgün, doğa küsmüş, insanlar hala aç.

Önceki yazıları takip eden okuyucular hatırlayacaktır; Hitit Kralı II. Murşili’nin, ülkedeki kıtlık ve salgın hastalıklardan sonra tanrıları kibarca (!) uyaran bir duası vardı. Böyle yapmaya devam ederseniz, size dua edecek, kurban kesecek kimse kalmayacak diye söylüyordu. Burada da o hesap; bu kadar uzun süren kıtlıktan sonra insanlar tanrılara biraz başkaldırmış olmalı. Nihayetinde Zeus; Persephone’nin yılın farklı zamanlarını farklı yerde geçireceği bir yol ile herkes için en uygun çözümü bulacak ve problemi ortadan kaldıracaktır. E liderlik herkesi memnun etme sanatı değil midir?

Persephone’nin Dönüşü- Frederic Leighton, 1891.

Efendim yeni anlaşmaya göre, Persephone yılın üçte ikisini, yani Ege coğrafyası için çiçek açma ve meyve zamanı olan sıcak ayları annesi Demeter’in, geri kalan üçte birini, yani kışı da eşi Hades’in yanında geçirecektir. Anne kızından ayrılmayacak, eşler arada birbirini özlediği için evlilik canlı kalacak, yılın çoğunda ürün olduğu için de insanlar aç kalmayacaktır. Böylece hem anne hem eş hem de insanlar mutlu olacaktır. Ölüler Ülkesi’nin kesin kuralları ne oldu, hani bir lokma yiyen geri dönemezdi diye sorduğunuzu duyar gibiyim. E kurallar çiğnenmek için değil midir sevgili okuyucu?

Kaçırılma öykülerine isterseniz bir örnek daha verelim. Ünlü Adonis efsanesi, Akdeniz çevresine yayılmış Mezopotamya İnanna-Dumuzi ve Anadolu kökenli Kybele-Attis öykülerinin, Helen mitolojisine yansımış bir örneğidir. Kaçırılan kişinin bu sefer bir erkek olduğu bu öykü; kökeninin Anaerkil yapısını koruyarak Helen mitolojisinde kendine yer bulmuş, buradan da tekrar Akdeniz coğrafyasında çeşitlenerek yayılmış ve günümüze kadar etkilerini sürdüren büyük bir efsaneye dönüşmüştür.

GELİNCİKLER VE KIRMIZI GÜL

Söylence, Aphrodite’nin lanetine uğrayan bir kızın, kendi babasına tutulması ve onunla birlikte olmak için çeşitli oyunlar yapması ile başlar. Öykünün en bilindik çeşitlemelerinde bu kız, Suriye veya Kıbrıs kralının kızı olarak anlatılır. Baba oyuna gelecek ve 12 gece kızıyla birlikte olacaktır. 12. gece durumu fark eden kral, bu utançla kızını öldürmeye çalışır ama tanrılar, kıza acıyarak ve onu bir Mersin ağacına çevirir. Öykünün bu açılışı, kötülüğün tanrılardan gelmesi, aile içi ilişkilerin utancı gibi çok farklı mesajlar içermesi bakımından ilginçtir.

On ay kadar sonra, ağacın kabuğu çatlar ve gövdesinden dünyalar güzeli bir bebek çıkar. Çocuğun güzelliğine vurulan Aphrodite onu tüm insanlardan saklamak isteyecektir. Birisini insanlardan saklayacak en iyi yer tabii ki ölüler ülkesidir. Aphrodite Adonis’i, büyütsün diye yeraltı tanrıçası Persephone’ye verir. Ancak Adonis serpilip de büyümeye başladıkça Persephone de çocuğa tutulacak ve onu bir daha geri göndermeye hiç yanaşmayacaktır.

Tanrıçalar arasında kopan kavgaya müdahil olan Zeus, önceki tecrübesinden olsa gerek, çözümü çok kısa sürede bulur. Adonis’in yılın dört ayını Persephone’nin, dört ayını da Aphrodite’nin yanında geçirmesi kararlaştırılır. Yakışıklı genç, yılın geri kalan zamanında da canı nerede isterse orada yaşayabilecektir. Bizim oğlan, o dört ayda da Aphrodite’nin yanında kalmayı seçince olaylar karışır. Aphrodite, adı üstünde aşk ve güzellik tanrıçası; Demirci Tanrı Hephaistos ile evli, Savaş Tanrısı Ares başta olmak üzere çok sayıda tanrı ve ölümlü ile de sevgili. Böyle bir durumda ortaya çıkan kıskançlığın elbette sonuçları olacaktır.

Öykü, kıskanan tanrıların, Adonis’in üstüne gözü dönmüş bir yaban domuzu salmaları ve o domuzun yakışıklı genci kasığından ısırmasıyla devam eder. Zavallı Adonis kanaya kanaya can verecektir. Akan kanların suladığı topraktan, bizim Gelincik (Manisa Lalesi) adını verdiğimiz bitki yetişir. Öte yandan sevgilisinin yardımına koşmaya çalışan Aphrodite’nin de ayağına diken batacak, sıyrığından akan bir damla kan, kimi öykülerde kırmızı gülü yaratacak, kimilerinde de zaten var olan ve tanrıçanın çiçeği olarak bilinen beyaz gülü kırmızıya boyayacaktır. Kışın yer altında saklanan ve baharla birlikte yer yüzüne dönen, hatta Egeliler için baharın gelişinin en net delili olan gelinciklerin bu öyküsünün, mevsimlerin dönüşünü nasıl simgelediği çok açıktır. Aynı zamanda yaz başından itibaren görülmeye başlanan kırmızı güller de bu anlatımı pekiştiren diğer bir detayı oluşturur.

Adonis’in Uyanışı, John William Waterhouse, 1899.
AHH ADONİS! VAH ADONİS!

Hem Demeter hem de Adonis öykülerinde, toprağın bereketi ve kıymetli olan bitkilerin yetişmesi hadisesi; Bereket Tanrıçası’nın kızının ya da Güzellik Tanrıçası’nın sevgilisinin kaçırılması gibi iki farklı şekilde kurgulanmış görünse de aslında daha önce belirttiğimiz gibi, bolluk-bereket kavramının üreme-çoğalma ile eşdeğer tutulduğunun ve sıklıkla birbirlerinin yerine kullanıldığının en net örneğini ortaya koymaktadır.

Son olarak, Adonis efsanesinin sadeleşerek, bu topraklarda binlerce yıldır, baharın yani bolluk ve bereketin gelişinin kutlandığı bayramlardan birisine dönüşmesinden söz ederek yazımıza son verelim.

Yakın zamana kadar Suriyeli kadınlar, bahar bayramı öncesinde saksılara ve sepetlere lale tohumu eker ve onları sıcak su ile sularlardı. Bu sayede bitkiler çok çabuk büyüyerek hemen çiçek açarlardı. Ancak hızlı büyüyen laleler kısa zamanda solup ölünce, kadınlar Adonis Bahçeleri adı verilen bu saksı ve sepetlerin karşısında yas tutarlardı. Baharın tekrar gelişini, sevdiğimize tekrar kavuşmayı ve onu çok çabuk tekrar yitirişimizi, Suriyeli kadınların çığlıklarıyla bir kez daha ünleyelim.

O Ton Adonin! (Ahh Adonis! Vah Adonis!)

*Dokuz Eylül Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü