Tarımın uzak geçmişinden yakın geleceğimize

Tarım, insanlık tarihinde uygarlığın en önemli parçası. Arkeoloji aracılığıyla geçmişi daha iyi kavrayabilmemiz için antik kırsal peyzajın belgelenmesi, anlaşılması ve korunması çok önemli.

Google Haberlere Abone ol

Elif Koparal*

Tarım, gezegenimizin derin tarihinde insan topluluklarının doğal çevre ile olan ilişkisinin kavranabilmesinde temel bir olgu. Bu kavrayışta en az tarım kadar önemli bir diğer olgu ise kentleşme. Modern dünyada tarım ve kırsal hayat ile kentleşme her ne kadar karşıt bağlamlar gibi görünse de aslında yerleşik hayat ve kentlerin ortaya çıkışını tetikleyen sürecin insanın tarım yapmaya başlaması olduğunu arkeolojik verilerden biliyoruz. Bundan yaklaşık 10 bin yıl önce avcı toplayıcılıkla geçinen, doğal barınakları konut olarak kullanan insanların bitkileri kültüre alıp hayvanları evcilleştirmesi ve böylelikle yerleşik bir hayata geçmesindeki temel etkenlerin ne olduğu halen en ilgi çekici araştırma alanlarını oluşturuyor. Artık "uygarlığın" çizgisel bir gelişimden ziyade çok daha karmaşık bir süreç olduğunu biliyoruz. Yeni keşifler ve arkeolojik bulgular, avcı toplayıcı grupların Göbeklitepe gibi anıtsal yapıları inşa edip kullanacak, en önemlisi de buna ihtiyaç duyacak ölçüde örgütlenmiş ve karmaşık topluluklar olduklarına işaret etmekte. Göçebe bir yaşam tarzı süren, kalıcı konutlar inşa etmeyen bu toplulukların sosyal örgütlenme biçimleri "kentleşme" olarak tarif edilen süreçle sosyal bağlar bakımından benzerlikler taşıyor olmalıydı. Bu olasılık insanların yerleşik yaşama geçerek tarım yapmaya başladığı eşiği anlamak için geçmişe daha çıplak bir gözle bakmamız gerektiğini hatırlatıyor bizlere.

Tarım ve kentleşmenin karmaşık ilişkisi sadece geçmişi anlamak için değil, bugün ve gelecek için de önemli bir konu. Arkeoloji, bu karmaşık ilişkinin dinamiklerini anlamaya gayret ederken, kent- kırsal ikiliğine dayalı söylemleri de yeniden sorguluyor.

TARIMA DAYALI EKONOMİ

Warka Vazosu, Uruk, MÖ 3200-3000

Geleneksel anlayış, geçmişte kentlerin merkezileşen otoriteler olarak büyüyüp giderek despotlaştığı, kırsalın da merkezi besleyen bir konumda sabitleştiği bir modeli benimsiyordu. Günümüzde Irak sınırları içinde kalan Fırat havzasında MÖ 4. binde kurulan Uruk yerleşimleri halen ilk kentler olarak tanımlanıyor. Hem sosyal bağlar ve sembolizm gibi soyut hem de anıtsal yapı, kamusal alan ve düzenli yerleşim gibi somut bileşenleri ile Uruk kültürüne ait yerleşimler kent tanımının tüm gereklerine sahiplerdi. Bu kentlerin ortaya çıkışı kuşkusuz Fırat’ın verimli taşkın ovalarında yapılan tarım ile yakından ilgiliydi. Artı ürünün merkezde yani idari bir kurum olan İnanna Tapınağı’nda toplanması, ardından merkezden dağıtılmasına dayalı ekonomi, sınıflaşma ve merkezi yönetimin güçlenmesindeki en önemli unsurdu. 1934’te kazıda parçalar halinde bulunup birleştirilen ve bugün Berlin Müzesi’nde sergilenen Warka Vazosu üzerinde yer alan betimlerde dört bant halinde bir harman mevsimi sonrası ürünün Tanrıça İnanna’nın tapınağına taşınması anlatılır. Tarıma dayalı ekonomi ve ürünün dolaşımının, merkezi idarede toplanması kuşkusuz devlet mefhumunun da ortaya çıkışı ile ilgilidir.

Anıtları, düzenli planlanmış konutları ve mezarlıkları, kamu alanları, kanalizasyon sistemleri ile kent, yoğun nüfusun barındığı ve belli kurallara göre yaşanan mekanlar iken kentleri çevreleyen alan, tarım arazilerinin, terasların, korulukların, çiftlik ya da mezra gibi küçük yerleşimlerin bulunduğu yabani ve ehlileşmemiş yerlerdi. Bu şema geçmişteki pek çok uygarlık için geçerli, ancak antik Yunan uygarlığının alameti farikası sayılan polis (antik Yunan’da kent-devlet), bu karşıtlığı en net ifade eden örnek. Kuşkusuz bu durum büyük ölçüde antik yazarlardan bugünün araştırmacılarına, polis hakkında büyük bir külliyatın yaratılmış olmasından kaynaklanıyor.

HELLEN DÜNYASINDA TARIM VE KIRSAL HAYAT

Çoğumuz antik dünyanın Egeli ve Akdenizli sakinlerini her ne kadar beyaz sütunlu yapılarda yaşayan, çokça şarap, balık ve zeytinyağı üretip tüketen insanlar olarak hayal etsek de tahıl tarımı ve hayvancılık ekonomik döngünün belkemiğini oluşturuyordu. 1970’lerde Kıta Yunanistan’da başlayan öncü yüzey araştırmaları ile beraber antik dönem toplumlarının kent merkezlerinde yaşayan, şölenlerde sefa süren, agorada politika tartışan, büyük savaşlarda mücadele eden mitolojik kahramanlardan ibaret olmadığı anlaşıldı. Kuşkusuz yazılı kaynaklardan ve ikonografiden yola çıkarak Hellen dünyasında tarım ve kırsal hayata ilişkin bilgi edinmek mümkün. Başta Hesiodos’un İşler ve Günler’inden tutun Homeros’un İlyada ve Odysseia’sındaki pek çok kısımda kırsal hayatın izini sürebiliriz. Bunun yanı sıra Solon ve Peisistratos’un Arkaik dönemde Atina’da gerçekleştirdikleri toprak reformları, tarımın ekonomik ve sosyal refah açısından önemini vurgular nitelikte.

Attika siyah figür amphora üzerinde zeytin toplayanlar, MÖ 520 (Vulci, İtalya)

Moses Finley, 1981’de yayınladığı Antik Yunan’da Ekonomi ve Toplum başlıklı kitabının en can alıcı kısımlarından birinde, Antik Çağ’ın Yunanlı ve Romalı toplumlarını modern çağ öncesindeki tüm toplumlardan daha “kentli/ kentleşmiş” olarak tanımlar. Bunun sebebi, nüfusun büyük kısmının kent merkezlerinde yaşadığının kabul görmesidir. Bugün artık Yunanistan, İtalya ve Türkiye’de yürütülen sistemli yüzey araştırmaları sayesinde antik dünyanın kırsal hayatı hakkında çok daha fazla bilgimiz var. Yüzey araştırmaları, son yıllarda kentler ve çevresindeki yerleşim düzenlerini anlamanın ötesine geçti. 1970’lerden bu yana yeni araştırma ve analiz yöntemleri ile zenginleşen "Kırsal Arkeoloji" ayrı bir çalışma ve uzmanlık alanı olarak bize sıradan insanların gündelik hayatlarına ilişkin canlı bir resim sunmakta. Gelişen yöntemler sayesinde bugün antik çağlarda insanların tarım teraslarını ne zaman kullanmaya başladıklarını ne kadar aralıkla bu terasları onardıklarını, ne yetiştirdiklerini, hayvanlarını nerede nasıl tuttuklarından hayvansal ürünleri nasıl muhafaza edip değerlendirdiklerini, şarap ve zeytinyağının üretimini ve bunun gibi kırsal yaşam ekonomisine dair pek çok bilgiyi edinebiliyoruz.

Kuşkusuz Neolitik dönem araştırmaları için bunlar başından beri en önemli konular. Ancak bu araştırmalar, kent ve kırsal alan ayrımının belirgin ve sosyal örgütlenme açısından tanımlayıcı olduğu sonraki süreçler için görece daha yeni bir çalışma alanı. Anıtsal mimari, kentli yaşam ve muktedir sınıfın politik tarihinden gözümüzü ayırdığımızda geçmişte çok daha büyük bir çoğunluğun nasıl yaşadığını anlayabilmemiz mümkün. Bir tapınak ya da kent iskân alanının kazılması kadar küçük bir çiftliğin ya da köyün kazılması da önemli, çünkü geçmişin yaşam döngüleri hakkında çok şey söyleme potansiyeline sahip. Yakın geçmişe dek kazılarda bezemesiz, kaba, günlük kullanım kapları diye kenara atılan seramik buluntular üzerinde yapılan tortu analizleri tarımsal ürünler ve üretim zincirleri hakkında bize bilgi vermekte. Kentlerin etrafını çevreleyen tarım alanlarından alınan toprak örnekleri ile yapılan polen analizleri, palinoloji çalışmaları ile geçmişteki paleocoğrafyaları anlayabiliyoruz. Araştırmaların odağı kentler, anıtlar ve kentli yaşamdan daha gündelik bir döngüye, sıradan insanlara ve kırsal peyzaja çevrilmiş durumda. Bu sayede tanıdığımızı ve bildiğimizi sandığımız bir dünya hakkında halen pek çok yeni şey öğrenmekteyiz.

DOĞAL FELAKETLER VE KITLIKLAR GEÇMİŞ TOPLULUKLARI DA ETKİLEDİ

Yerleşik hayata geçiş ve kentleşme uygarlık olgusu ile koşut giden kavramlar. İçinde yaşadığımız çağda insan merkezli bir varoluş hali eleştirilerek sonumuzu hazırlayan sürecin tarım ve yerleşik hayata geçiş olup olmadığı tartışılıyor. Doğal çevreye ve diğer türlere verdiğimiz zararlar ve bu tahrip edici eylemleri en aza indirgeyecek bir anlayışın yaygınlaştırılması günümüzün en önemli tartışma konularından. Her zamankinden daha yakın görünen küresel kıtlığın yaklaşması ile bu tartışmalar hararetlense de böylesi bir yaklaşım ve düşüncenin izlerini en azından bir elli yıl öncesine dek sürmek mümkün. Uzun zamandır hem çevrebilimciler hem de arkeologlar geçmişte sıkı sıkıya tutundukları bazı inanışlarından vazgeçtiler. Artık çevrebilimciler “doğanın kendi dengesi var” söylemini bir yana bırakırken arkeologlar da yavaş yavaş insanlığın derin geçmişinde toplumların “doğayla barış içinde yaşadığına” dair ütopik fikirlerden vazgeçiyorlar. Arkeolojinin giderek çeşitlenen çok disiplinli yaklaşımları ve yöntemleri sayesinde iklim krizleri, doğal felaketler ve kıtlıkların geçmiş toplulukları nasıl etkilediğini artık daha iyi biliyoruz. Kuşkusuz insanlar ve diğer tüm canlılar gezegenimizin uzun ömrü boyunca bizim felaket olarak nitelediğimiz düzeni bozan doğa olaylarını defalarca yaşadılar ve bazılarımız yeryüzünden silindi. Diğer bir deyişle dünya var olduğundan bu yana hep bir debdebe halinde ama insan hep kendi ömrünce bir pay biçiyor hayata.

Bugün dünya nüfusunun yüzde 55’i kentlerde yaşıyor, bu oranın 2050 yılı ile beraber yüzde 68’e yükselmesi öngörülmekte. Sanayi Devrimi öncesi dünya ile karşılaştırıldığında bu büyük bir oran ve çok hızlı bir ivme. Kentleri çevreleyen kırsal alanlar ve yabani doğa giderek kentler tarafından yutulmaya devam ediyor.

Kent yaşamı koşullar açısından bakıldığında halen keskin bir sınıflaşmaya dayalı. Kentli sakinlerin azımsanamayacak bir kısmı sosyal açıdan sağlıklı ve iyi bir yaşam sürme şansına sahip değil. Bu durum kırsal hayata dönüş akımının da en önemli tetikleyicisi kuşkusuz. Daha iyi bir yaşam seçeneği olarak kırsal hayatı seçenler çoğunlukla yine kentte daha iyi koşullara sahip olanlardan oluşuyor. Uzaktan bakıldığında köye dönüş ekolojik açıdan bir çözüm olarak görünse de genellikle kırsalı soylulaştırmaktan öteye gitmeyen bir süreç. Görünen o ki insanlığın geleceği yine kentleşerek inşa olma yolunda.

TARIMIN GELECEĞİ İÇİN GEÇMİŞİNİN ANLAŞILMASI

Binlerce yıldır var olan ancak giderek artan bir hızla saçaklanarak büyüyen kentler tarafından yutulan ve tahrip edilen tarım arazilerini, meraları, ormanları, makilik alanları korumak kolay değil. Pek çok ülkede sürdürülebilirliği odak alan yeni kentleşme yaklaşımları akıllı büyüme, yeşil kentleşme veya yeni şehircilik gibi etiketler altında ekolojik planlar geliştiriyor. Bunlardan biri de tarımsal kentleşme adı verilen, sürdürülebilir tarımsal üretimi kente entegre eden anlayış. İnsanlığın geçmişinde önemli bir olgu olan kent-kırsal ayrımını ters yüz eden, kent ve kırsalı bütünleştiren bir anlayış. Kent dokusu içinde yamalar halinde var olan kırsal ve tarımsal alanların değerlendirilmesini öngören bu ekolojik yaklaşımın uygulanabilirliği halen soru işaretleri taşısa da potansiyeli yüksek çözümlerden biri.

Bu durumda yaşamın sürdürülebilmesi ve ekonomik dengenin sağlanmasında halen anahtar olan tarımın geleceği ne olacak? Tarımın geleceği için geçmişinin anlaşılması, kadim tarım havzalarının belirlenmesi, geleneksel ve doğal çevreyle barışık yöntemlerin tekrardan hafızamıza girmesi önem taşıyor. 1990’lardan bu yana hızla değişen dünya politikası ve neoliberalizmin hakimiyeti ile ekolojik dengeler hızla altüst olmuş durumda. Belki de arkeoloji ve ekolojinin iş birliği bugün çok daha anlamlı ve işlevsel. Antroposen’in getirdiği yeni kavrayışlarla ikisi arasındaki bağ giderek kuvvetlenmekte. Daha iyi bir gelecek için geçmişten öğreneceğimiz çok şey olduğu düşüncesi giderek yaygınlaşmakta. Ancak yaşadığımız ülkede tarımın hem geçmişi hem de geleceği büyük tehlike altında. Önce geçmişinden başlayalım;

TÜRKİYE’DE KIRSAL ARKEOLOJİ YAPMAK…

Dünyada arkeoloji son elli yıldır farklı yöntem ve araştırma metotlarını kullanarak çok daha niş alanlara yöneldi. Böylelikle küçük parçaları bir araya getirerek insanlığın derin tarihi hakkında çok daha detaylı ve renkli bir manzara sunma çabasına girdi. Ancak bu değişim ve gelişimi Türkiye arkeolojisinde uygulamak bugünlerde pek mümkün görünmüyor. Arkeolojinin politika ve bürokrasi ile olan malum bağı kaçınılmaz olarak pratiğini de şekillendiriyor.

Evrensel nitelikteki arkeolojik yaklaşım ve uygulamalar kırsal peyzajı, tarım pratiklerini, üretim zincirlerini, kırsal ekonomiyi, gündelik yaşam döngülerini anlamaya ve kavramaya yönelirken Türkiye arkeolojisinde bu alanlar halen hak ettiği takdiri kazanmış değil. Oysa geçmişteki kırsal yaşamı anlamak bize doğayla daha barışık bir yaşamın kapılarını açıyor. Geçmişten süregelen üretim gelenekleri, tarım uygulamalarındaki derin hafızanın hepten unutulmadan korunması ve bilgimizin artması belki gezegenimizi kurtarmaya yetmez ama daha iyi bir ömür geçirmemize ve daha iyi bir gelecek inşa etmemize yarayabilir. Bu da ancak araştırmaların yapısal olarak gelişimi ile mümkün.

TÜRKİYE’NİN TARIM POLİTİKALARI

Bugün Türkiye arkeolojisinde en büyük bütçeler iyi korunmuş antik kentlerin hızla restore edilmesi ve turizme açılmasına ayrılmakta. Adeta bilime yapılan yatırımın hızla karşılığını almak üzerine kurulu bir anlayış var. Yüzey araştırmaları ve kırsal arkeoloji çalışmalarının hakkını vererek yapılabilmesi ise mevcut koşullarda pek mümkün değil. 2020 yılında alınan bir karar ile Ankara’da bulunan İngiliz Arkeoloji Enstitüsü ve Koç Üniversitesi laboratuvarlarında yıllardır bulunan, arkeobotani alanında eğitim için referans koleksiyon olarak kullanılan tohumlara “kamu malı” olduğu ve “ata tohumu araştırmalarında kullanılacağı” gerekçesiyle Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından el konuldu. Bu sene projelere yollanan ve her tür organik bulgunun analizlerinin yapılmasına kısıtlama getiren karar yazısı da bu yeni yaklaşımın son halkası. Bu topraklardaki tarımın geçmişinin çağdaş bilimsel anlayıştan ziyade tekelci ve devletçi bir anlayışla araştırılması planlanıyor. Bir yandan karbonlaşmış tohumlardan mucizevi biçimde bire sekiz ürün veren ata tohumu peşinde koşarken bir yandan da var olan tarım arazilerinin kullanılmaz hale getirildiğini izliyoruz.

Son 20-30 yıldır izlenen tarım politikaları, bu alandaki bilimsel çalışmalara ilişkin alınan kararlar, bugünkü yaşam kalitemizi düşürürken bir yandan da bu topraklardaki tarımın geçmişini anlamamıza engel olmakta.

Derin geçmişinden pek yakın zamana dek bir tarım ülkesi olan Türkiye’de arkeolojik araştırmalar açısından tarım, belki de bugüne dek vurgulanandan çok daha önemli. Türkiye arkeolojisinde arkeobotani, arkeozooloji, çevresel arkeoloji gibi çok önemli çalışma alanlarında yetişen uzmanların sayısı henüz bir elin parmaklarını geçmemekte. Organik buluntuların analiz için ilgili üniversitelere dahi gönderilemiyor olması, uluslararası iş birliklerinin kurulmasının önüne konulan bir engel olarak gelişmeye başlamış araştırma alanlarının ülkemizde ölü doğmasına en büyük sebep. TÜBİTAK ve diğer kurumların destekleri ile ileri teknolojilerle donatılan laboratuvarlar uzman yetersizliğinden daha kullanılamadan atıl hale gelmiş durumda. Tüm bu sorunlar bu topraklarda derin bir geçmişi ve gelişimi olan tarımın bilimsel olarak araştırılmasına engel teşkil etmekte. Oysa geçmişteki toplulukların tarımla ilişkisini yeterince anlayabileceğimiz çok disiplinli, çok sesli bir bilimsel ortam uzun vadeli de olsa çevresel sorunlar açısından en yapıcı çözüm.

PEKİ YA TARIMIN GELECEĞİ?

Ülkemizde tarımın ve kırsalın arkeolojisine yönelik çalışmalar büyük bir sekteye uğramış durumda. Tarım arazilerinin ve zeytinliklerin imara açılması, bu alanlarda maden işletilmesine, turizm sahaları inşa edilmesine, taş ocakları açılmasına izin veriliyor olması antik kırsal peyzajın geri dönülemez biçimde tahribatına sebep olmakta. Ancak bu politikalar kuşkusuz sadece tarım ve kırsal peyzajın geçmişine dair bir kayıp değil, aynı zamanda geleceği için de büyük bir risk.

Son yirmi yılda tarım arazilerinin, meraların, ormanlık alanların ve zeytinliklerin imar, madencilik, taş ocaklarına açılması yönünde durmaksızın yönetmelik değişiklikleri yapılıp kanun tasarıları hazırlanmakta. Ülkenin dört bir yanında temiz enerji kisvesi altında gereğinden fazla kurulan Rüzgar Enerji Santrali (RES) tesisleri, ülke ekonomisi için çok önemli olduğu savunulan taş ocakları ve madenler, yine en büyük ekonomik girdilerden biri olduğu için tarım alanlarımızın, sulak arazilerimizin, zeytinliklerimizin katledilmesini neredeyse meşru bulmamızı bekleyen mega turizm projeleri ile bugüne dek önemli bir tarım ülkesi olan Türkiye, gıdasını dışarıdan almaya mahkum edildi. Çiftçinin ve hayvancının desteklenmemesi, bilakis ürününü çöpe dökecek raddeye getirilmesi, tarımla uğraşan ailelerde yeni neslin bunu sürdürmemesi ve hatta köyleri terk etmesi ile sonuçlanıyor. Böylelikle tarım alanlarının fiziki ihlalinin yanı sıra nesiller boyu elde edilen kırsal yaşam hafızası ve iyi tarıma dair bilgi de kaybolmak üzere. Sadece ekip biçmek değil hayvancılık da önemli ölçüde küçülmüş ve yine bu alandaki sağlıklı hayvancılık yöntemleri unutulmaya yüz tutmuş durumda.

Sözgelimi, yıllardır Toroslardan Ege’ye bu toprakların en eski sakinlerinden olan keçilerin beslenmesi ormanları tahrip ettikleri gerekçesi ile 2012’de yasaklanmıştı. Sürü sahipleri ve çobanlar bir anda geçimlerini kaybetmiş ve hayvanlarını devletten gizlenerek kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde mağaralarda saklamaya çalışmışlardı. Oysa bu coğrafyada yaşayan herkes keçilerin doğal ekosistemin ayrılmaz parçası olduklarını ve öne sürülen gerekçenin aksine filizleri yiyerek orman yangınlarının azalmasına katkıda bulunduğunu biliyordu. Bugün neredeyse her yerde peyzajın bir parçası haline gelen RES’ler ölçüp tartmadan meskûn mahallerin yakınına, köylere yapıldığından, önce arıları, kuşları sonra da köy sakinlerini yerinden ediyor. Adeta kaş yapayım derken göz çıkartır gibi temiz enerji vaadiyle pek çok yerde arıcılığın son bulmasına ve köylerin boşalmasına neden oluyorlar. Ne tesadüftür ki temiz enerji vaadinde bulunan RES şirketlerinin çoğu rantın yüksek olduğu bölgelerde hazine arazilerinde kuruluyor. Taş ocaklarına gelince inşaat sektörünü doyurmak için adeta giderek büyüyen bir canavarı beslercesine dağlar oyulmaya devam ediliyor. Taş ocaklarının yegâne zararı bitkisel dokuyu tahrip etmek değil. Taş çıkartma işlemi sonucunda ortaya çıkan yüksek miktardaki toz, bu ocakların çevresindeki ağaçların kurumasına sebebiyet verdiği gibi yine tarımın yapıldığı pek çok köyde yaşamın sürdürülmesine engel teşkil ediyor. Mega turizm projeleri ise yüzlerce kilometrekarelik alanlarda oteller, kulüpler ve golf sahaları inşa ederek dış turizmden gelir sağlamayı planlarken kıyılarda, sulak alanlarda binlerce yıllardır var olan ve gelişen ekosistemler yok olma tehlikesi ile yüz yüze.

Sözün özü, tarım insanlık tarihinde uygarlığın en önemli parçası. Arkeoloji aracılığıyla geçmişi daha iyi kavrayabilmemiz için antik kırsal peyzajın belgelenmesi, anlaşılması ve korunması çok önemli. Bu alanlar aynı zamanda günümüzün de kadim tarım havzaları. O nedenle hem geçmişimizi hem de geleceğimizi kurtarmak adına tarım alanlarını, ormanları, meraları, makileri, sulak alanları, keçileri, domuzları, kuşları ve tüm doğayı savunmamız ve korumamız boynumuzun borcu.

*Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Arkeoloji Bölümü