Tasarımda tereddüt çağı ve mihenk taşı
Serginin başlığı olan Mihenk Taşları, içinde bulunduğumuzu iddia ettiğim tereddüt çağı için de çok önemli bir eşya bir bakıma. Bulunan madenin altın olup olmadığını anlatan bu sert ve kara taş, bir bakıma asıl olan ile olmayanın ayrılmasına aracılık ediyor.
Bugünlerde nesneler üzerinden toplumsal bir betimleme yapmak imkansız. Oysa geçmişte toplumlar belirli nesneler üzerinden kültürel ortaklık kurabiliyordu. Bu üretici ve yaratıcı kültürünün yerini artık çok yönlü marka kültürü aldı. Teknolojik ürünlerde, hazır giyimde, ev dekorasyonunda veya mimari yapıda tek tipleşmenin dorukta olduğu bir dönemde olduğumuzu sanıyorum.
2006 yılında gerçekleştirdiğim bir sergi projesi olan Objekült (Feshane, İstanbul) içerisinde toplumsal hafızamızda yer alan sıradan nesneleri sergilemiş; plastik terlik, darbuka, çay tabağı, sarı süpürge, bahar dalı gibi gündelik eşyalar üzerinden bu kolektif hafızaya gönderme yapmayı amaçlamıştım. Projemi ilk hazırladığımda değerli fikirlerini almak üzere kapısını çaldığım isimlerden biri, o dönemde İzmir Ekonomi Üniversitesi’nde görevli olan Prof. Dr. Tevfik Balcıoğlu olmuştu. Balcıoğlu özellikle yerel yaratıcı potansiyel üzerine olan merakım adına beni Sabiha Tansuğ ile de tanıştırmıştı.
Yağmurlu bir İzmir gününde sevgili Tansuğ’un evine ziyarete gittiğimizi hayal meyal hatırlıyorum. 1933 yılında Yunanistan’da Gümilcine de doğan ve ne yazık ki geçtiğimiz yıl ocak ayında kaybettiğimiz Tansuğ, yaşamını Anadolu kültürüne ve koleksiyonerliğe adamış bir isim olarak bana Balcıoğlu’nun hediyesi olmuştur. Sonraları birkaç kez Mecidiyeköy’deki apartman dairesinde de bir araya geldiğim ve sohbet ettiğim Tansuğ, folklorik giysileri araştırıyor, topluyordu. Özellikle gelin başları üzerine inanılmaz güzellikle bir birikimi vardı. Tansuğ’un etnografik çalışmalarının bir uzantısı, 1971-1989 arasında tedavülde kalan 50 kuruşluk madeni paralarımızın üzerinde Anadolu’yu temsilen O’nun Ankara başlığı ile kabartmasının yer almasıdır. Tansuğ’un ardından bu koleksiyona ne olduğunu, sizlere bu satırları yazarken merak ettim ve araştıracağım; bir kenarda dursun.
Nesneler, ister özel gelin başları olsun ister sıradan günlük eşyalar, zamana dair bir belge oluşturuyor ve toplumsal bellek dediğimiz kavramın içini dolduruyor. Bu aslında kültürün kendisi. Özetle nesneler kültürel tarihin somut birer göstergesi. Yaratıcı endüstriler her gün her alanda milyonlarca insanın içinde iş gücü olduğu bir fabrika olarak yapılı çevremizi inşa ederken, çeşitli eşyalar ve tüketim ürünleri üretirken bir tür kültür de oluşturuyor. Bugün bu kültürün bırakın niteliğini, varlığı bile şaibeli. Varlığını ispatlamak üzere durmaksızın üreten ve düşünen insan bir eşiğin kenarında. Düşünen ve üreten artık sadece o değil.
Geçen yıllar ve gelişen teknoloji Descartes’ın kült “Cogito, ergo sum!” deyişini bile sorgulatıyor. Bir tür “Tereddüt Çağı”ndayız. Genç okuyucu için tereddüt kelimesinin eş anlamlılarına baktım: “Duraksama, kararsızlık, ikircim” olarak tanımladı yüce Google. TDK ise “Olumsuza yakın duraksama hali” demiş. Tereddütte bir tür çekince vardır; bir korku hali gerçekten de.
Teknoloji ile yayılan ve son yıllarımızı kaplayan yapay zekanın, sanal gerçekliğin, arttırılmış gerçekliğin, bileşik gerçekliğin (bunların tümü birleşti ve kısaca XR olarak anılıyor artık!) gerçek ötesinin, makine öğrenmesinin, ikinci yaşamların, meta alemlerin, siber güvenliğin (ve suçların) ve daha sayamayacağım onlarca farklı kavramın ve gelişmenin kafamızı karıştırdığı, duraksama yarattığı bir çağdayız.
Çok şey bildiğimizi sanıyoruz, ama artık gittikçe daha az şey biliyoruz. Yeri geldikçe belirttiğim gibi, eşyalarımız akıllandıkça biz aptallaşıyoruz. Bireyselliğimizin önemine inanıyoruz ama artık daha az düşünüyoruz ve manipülasyon altında oldukça az kararımızı “gerçekten” biz alıyoruz; bu halimiz bizi gittikçe daha da ilkel bir sürü haline dönüştürüyor. Pek çok alanda sunulan fazla çeşitlilik yüzünden kararsızız. İşte düpedüz bir tereddüt çağındayız!
İçinde bulunduğumuz duruma arafta kalmak da denilebiliyor ancak araf için bile cennete veya cehenneme dair mitlerle örülü bir tanım var belleğimizde. Oysa dört nala koştuğumuz, kararsızlıklarla, belirsizliklerle dolu geleceğimiz için bir tanım yok; bilmiyoruz. Canım Aşık Veysel: gerçekten de bilmiyoruz ne haldeyiz; gidiyoruz gündüz gece!
Böyle bir zamanda kuruluşlarımız, kavramlarımız, kurallarımız, sistemlerimiz, kentlerimiz, ikili ilişkilerimiz, toplumsal bağlarımız, hatta bireysel duygu dünyamız bile sönüyor; seyreliyor. Bunları distopik bir senaryo olarak ifade etmiyorum; bilakis dönüşüyoruz ve değişiyoruz; kendi adıma heyecanlı buluyorum. Dikkat çekmek istediğim bu. Buharlaşıyor ve kaynaşıyoruz sanki ve buradan yeni bilmediğimiz formlar alacağız, adapte olarak var olmaya devam edeceğiz. Bugünün yapay zeka, sanal mekan, kripto para gibi gözde konuları geleceğimiz için şimdiden ilkel kavramlar.
Böylesi bir zamanda, temeli nesnelliğe oturan endüstriden, bugüne dek bilegeldiğimiz yapıdan, kent kavramından ve tüm bunların tasarımından söz etmek gittikçe anlamsızlaşıyor. Fiziki çevreyi tasarlayan yaratıcı endüstriler teknolojinin yeni dayatmaları ile her çarpışmasında yeniden tanımlanıyor.
Yaşamı boyunca insanın bilinci ile ilgili araştırmalar yapan felsefeci David Chalmers, Virtual+ isimli kitabında, gerçekliğin yeniden tanımlandığı bu çağda, klasik felsefenin nasıl da yetersiz kaldığına dikkat çekiyor. Simülasyonların illüzyon olmadığını, sanal dünyaların, sanal nesnelerin yeni gerçeklik olduğunun altını çiziyor Chalmers ve soruyor: Bilinç nerede duruyor ve dünyanın geri kalanı tam olarak nerede başlıyor? 1995 yılında Andy Clark ile birlikte yazdıkları tezleri “The Extended Mind” isimli makaleyi, 1998 yılına dek üç bilimsel dergi “fazla spekülatif” bularak yayınlamayı reddetmiş! O günün spekülasyonu bugünün gerçeği. Bu nedenle spekülatif tasarım denilen alan nasıl da önemli.
Chalmers tarafından Matrix filminin resmi sitesinde, felsefe bölümünde yer almak üzere 2003 yılında yazılan “The Matrix as Metaphysics” başlıklı makale, her ne kadar felsefe veya bilim ile çok da ilgisi bulunmayan genel okuyucu için kaleme alınmış olsa da, günümüzde önemli bir bilimsel yapıt olarak ele alınıyor. Bu filmin hayatımıza soktuğu kavram genel olarak “simülasyon” idi.
Eğer Matrix'te doğup büyümüş olsaydık simüle edilmemiş hiçbir nesneyle karşılaşmaz ya da simüle edilmemiş etkileşimlerden kaynaklanan hiçbir deneyim yaşamazdık. Örneğin "Ağaç" dediğimiz şey filmdeki gibi aslında dijital bir simülasyondan ibaret olurdu. Ancak simüle edilmemiş bir ağacı hiç görmediğimiz için"ağaç" olarak adlandırdığımız şeyin teknik olarak "atom altı parçacık yığılmaları" veya "çökmüş kuantum dalga formları" veya "geçici olarak ele geçirilmiş enerji" olduğunu keşfetmekten öteye gidemezdik. Chalmers şöyle ifade ediyor: “Bir gün uyanıp bir simülasyonda yaşadığımı keşfedersem, dış dünyanın var olmadığı ya da bedenimin olmadığı ya da masa ve sandalyelerin olmadığı sonucunu çıkarmamalıyım... Aksine, fiziksel dünyanın mikrofiziksel düzeyin altındaki hesaplamalar tarafından oluşturulduğu sonucunu çıkarmalıyım. Hala masalar, sandalyeler ve bedenler var: bunlar temelde bitlerden ve bu bitleri oluşturan şeylerden oluşuyor; ve bu dünya başka varlıklar tarafından yaratılmıştır ama yine de tamamen gerçektir."
Yazıma gerçeklik algımızı kırıp büken bu düşüncelerle girizgah yapmak istedim; zira tereddüt çağı tam da bunu gerektiriyor. Sizi bilmem ama ben içinde bulunduğum bu duraksama anında deliler gibi geçmiş felsefecilerin çıkarımlarını, yeni felsefecilerin – çoğu onların gölgesinde kalan- çalışmalarını yeniden yeniden okumaya anlamaya çalışıyorum. İnsanlığın bu eşikten sıçrayacağı yerler ve düşeceği senaryolar fazlası ile ilgimi çekiyor. Bizleri bugünlere dek getiren gelişmelerin 20. yüzyılın ortalarından itibaren ivmelenerek devam eden aralıksız çalışmaların eseri olduğunu keşfettikçe, belki de geleceğe dair aradığımız kimi cevapların da önümüzde, zaten masanın üzerinde olabileceğine olan inancımla kafamdaki nodları birbirine bağlamaya çalışıyorum. Bir doktor, bir avukat, bir akademisyen, bir sanatçı veya bir mimar, teknolojinin mesleğini ne yönde dönüştüreceğine dair nasıl bir merak taşıyor ise ben de mesleğim olan endüstri ürünleri tasarımı için öyle bir merak taşıyorum.
Dün, 29 Haziran, Dünya Endüstriyel Tasarım günü idi. Endüstri, yukarıda bahsettiğim ölçüde nasıl değişiyor ise mesleğimizi tanımlayan bu kelimeyle paralel olarak mesleğimizin içeriği de değişiyor. Bir tasarımcı olarak bu tür gelişmelere kayıtsız kalmak zaten imkansız; bir tür mesleki intihar olur.
Dünya Tasarım Günü’nün kutlanmasına vesile olan WDO (World Design Organization) 2008 yılından bu yana global tasarım sektörlerini bir araya getirmeyi ve aralarında bir tür etkileşim kurmayı hedefliyor. Bu yıl tema olarak, nesnelerin insanların üzerinde yarattığı duygulara odaklanmışlar ve “Let’s get emotional? Hadi biraz duygusallaşalım” diye bir motto atmışlar ortalığa. Barbie pembesi ile birlikte sunulan bu paket, ister istemez içinde bulunduğumuz tereddüt çağının, gelecekte daha yıkıcı olabileceği paranoyasını bende yaratmıyor değil. Nesnelerin insanlar üzerindeki pozitif duyguları arttırabileceğinin hatırlatıldığı bu kavramsal çerçevede Barbie göndermesini yapmam da boşuna değil. İçinde bulunduğumuz çağın en büyük özelliği teknolojinin tüm araçları ile bizleri, en bayta duygularımızı manipüle etme becerisi. Endüstrinin ve teknolojinin hakimi kapital, bizi pembe rüyalar içinde yaşadığımıza inandırmak ve hayatlarımıza pozitivizm aşılamak için çırpınırken dünya ülkeleri arasındaki rekabet, sınır kavgası ve ekonomik darboğaz hiç olmadığı kadar keskinleşiyor.
Bu yıl Dünya Tasarım Günü, İstanbul için her zamankinden farklı bir hoşlukla geldi. Yazımın başlarında sözünü ettiğim Prof. Dr. Tevfik Balcıoğlu’nun son kitabının lansmanı ve imza töreni ile beraberinde ona saygı olarak hazırlanan Mihenk Taşları isimli sergi için tasarım dünyasının büyük bir kısmı TMMOB İstanbul’un Karaköy’deki merkezinde buluştu.
Balcıoğlu, 1976 yılında ODTÜ mimarlık Fakültesi’nden mezun olduktan sonra 1986-1988 yılları arasında yeni kurulmuş olan Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nün yöneticiliğini üstlenmiş bir akademisyen ve teorisyen. 1988 yılından itibaren Royal College of Art ile birlikte İngiltere yolculuğu başlayan Balcıoğlu meslek yaşamı boyunca İngiltere – Türkiye arasında mekik dokudu. Sayısız proje ve yayın hazırlayarak sunan Balcıoğlu aynı zamanda İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin kurucu dekanlığını üstlendi. 4T Tasarım tarihi Topluluğu’nu kurdu. Gerek İngiltere gerekse Türkiye’deki pek çok kuruluşta dersler veren Balcıoğlu, İzmir Akdeniz Akademisi’nin danışma ve bilim kurulu üyesi, Urla’daki tasarım kütüphanesinin de kurucusu. Yıllarca her İstanbul’a geldiğinde bizleri etrafında toplayan Balcıoğlu için bu kez biz tasarımcılar bir araya gelerek ona sürpriz yaptık. Mihenk Taşları isimli bu sergiyi Gülay Gamze Güven, Murad Babadag, Eray Makal ve Kunter Şekercioğlu hazırladı.
Bir araya gelinen bu günde Tevfik Hocamızla birlikte Gamze Güven, Behiç Ak ve Ahmet Erkan’ın Balcıoğlu’nun Tasarım Dünyasına Yolculuk Rehberi adını taşıyan son kitabı kapsamında bir söyleşisi gerçekleşti. Bir başka oturumda ise bu kez akademisyen meslektaşlar Özlem Er, Aren Kurtgözü, Can Özcan ile birlikte Erdem Akan, tam da yazımın başında değindiğim kaygılara dokunan bir başlıkta söyleşti: Tasarımın ikinci yüzyılı: Olanlar, Olmayanlar ve Gelecek.
Mesleğe dair tartışmalarla ve mesleki dünyamıza eşsiz bir katkı sağlamış Tevfik Hocamızla kutladığımız bu günümüz, işte böyle bir eşikte tarihe not düştü.
Katılımcıları arasında benim de yer aldığım ve dün açılan bu sergi, tasarımcıların işlerini ve metinleri ile hazırlanan bir fanzini sunuyor. 14 Temmuz tarihine kadar açık kalacak sergi tasarım meraklılarını ağırlayacak; gidip izleyebilirsiniz. Kendi adıma bu sergideki fanzin vurgusundan heyecanlanıp bana ayrılan sayfalarda kendi mihenk taşlarıma kısa kısa değindim. Sergide yer alan diğer tasarımcılar da kendi mesleki pratiklerindeki mihenk taşlarını izleyici ile paylaşıyorlar.
Serginin başlığı olan Mihenk Taşları, içinde bulunduğumuzu iddia ettiğim tereddüt çağı için de çok önemli bir eşya bir bakıma. Bulanan madenin altın olup olmadığını anlatan bu sert ve kara taş, bir bakıma asıl olan ile olmayanın ayrılmasına aracılık ediyor.
Özlem Yalım Kimdir?
Ankara doğumlu, İstanbul’da yaşıyor ve aydınlatma sektöründe strateji ve marka yöneticisi olarak profesyonel kariyerine devam ediyor. 1995 yılında ODTÜ Mimarlık Fakültesi, Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü’nden lisans derecesi aldı, tasarım mesleğinin hemen her alanında gerek kendi firmalarında gerekse çeşitli kurumsal firmalarda ve pozisyonlarda rol aldı. Sivil toplum çalışmaları gerçekleştirdi, uluslararası sergilerde koordinatör ve katılımcı olarak yer aldı, pek çok yarışmanın yazımında ve jürisinde katılımcı oldu. Aydınlatma başta olmak üzere halen tasarımla ilgili alanlarda eğitimler, atölyeler ve konferanslar vermekte. Tüm meslek yaşamı boyunca düzenli olarak çeşitli aylık mecralarda mesleki yazılar yazan tasarımcı, 2013-2015 arasında Optimist dergisinde aylık köşe yazarlığı yaptı. 2018 yılından bu yana sırasıyla Cumhuriyet Pazar, T24 ve Gazete Pencere Pazar’da haftalık köşe yazarlığı yaptı. ‘Bidebunu izle’ Youtube kanalında Şehirler/Şekiller programını, Açık Radyo’da Rotatif programını (cohost) hazırladı ve sundu. Yaratıcı endüstriler alanındaki kritikleri ve ürettiği içerikler talep üzerine halen farklı mecralarda yayınlanıyor. Bunlar arasında Arkitera, Manifold, Sanatatak, Art Unlimited, Oggusto gibi yayınlar sayılabilir. NTV kanalında yayınlanan TurkMucit yarışmasının jüri üyeleri arasında bulundu; İstanbul Tasarım Bienali’ni tasarladı ve İKSV ile birlikte hayata geçirdi. İKSV de görev yaptığı 2010-2014 döneminde iki kez Turkishtime dergisi tarafından üst üste Türkiye’nin en yaratıcı 50 profili arasında gösterildi. Kanada’da yaşayan ve çalışan bir kızı var.
Genç kadın girişimcilerden etik mobilya markası: Edizione Living 17 Kasım 2024
Festivallerden felsefeye ışık hakkında notlar 10 Kasım 2024
Simetri: Duygu dünyamızla tasarım arasında güçlü bir bağ 03 Kasım 2024
Tasarımda global disiplinlerarası pratik: Snøhetta 27 Ekim 2024 YAZARIN TÜM YAZILARI