YAZARLAR

Taşıyıcı annelik: Hamile emeği, ebeveynlik bedeli

Ukrayna’nın en önemli tıbbi gelirlerinin başında, taşıyıcı annelik simsarlığı geliyor ve 35 yaş altı kadınlar arasında taşıyıcı annelik oldukça yaygın olarak deneyimleniyor. Dahası, taşıyıcı annelik, Ukrayna devleti tarafından desteklenen tıbbi turizm uygulamalarından birisi. Burada da tıpkı satılan çocuklar ya da kadın-eşler meselesine benzer bir şekilde ne kutsallık var ne de mucize. Karşı karşıya olduğumuz şey dünyanın büyüsünü bozan bir murdarlıktan başka bir şey değil.

Uzun bir girizgâh oldu diyebilirim ama yazdığım son iki yazı “Hortlaklar ve Hayaletler” ve “Odun Hırsızlığı” yazıları kendi kendilerine de anlamlı olmakla birlikte, aynı zamanda lafı bir yere getirmek için de yazıldı.

Kapitalizmin hücrelerinde, öldürülememiş ama Keynesçilik ve Sosyal Devlet marifetiyle, ancak zincirlenebilmiş ifritler, neo-liberal piyasanın marifetleriyle (tıpkı sabık mafya babaları gibi) salıverildikçe, insanlık, kapitalizmin fabrika ayarlarına ya da öncesine doğru büyük geri adımlar atıyor. Kapitalist sistem yeniden, Manifesto’nun meşhur pasajında söylendiği gibi, “Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini[…], şövalyece yüksek heyecanları […], dar kafalı burjuva duygusallığı […]  bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuş […]. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş…” olarak, insan ‘doğası’ ve doğayı tahrip ederek, kendi doğasına dönüyor.

İngiltere'de 'satışa çıkarılan' eş... 

E.P. Thompson’un Avam ve Görenek isimli çalışmasının en çarpıcı bölümü herhalde İngiltere’de evli kadınların, kocaları tarafından satılmalarının anlatıldığı bölümdür. Burada satılan şey, kadının seks için değil bizzat bir eş olarak, evlilik mülkiyeti ve nikahı ile birlikte satılmasıdır. Zira, İngiltere’de 19. Yüzyıla kadar evlenmek görece kolay ama ayrılmak son derece zor pahalı bir işlemdir. Bu yüzden, evlenme ile birlikte ortaya çıkmış olan nikah ve bu nikahın taraflarından birisi olan kadın/eş, (tıpkı bir tüzel kişilik olarak şirket ve onun gayri menkul ya da menkulü olan bir mülk gibi) bütün “hukuki hakları ile birlikte” kamuya açık, açık arttırmada satılabilmektedir. Üstelik bu açık arttırmada satılan eş/kadınlar, ‘köle’ değil, yoksul İngiltere vatandaşlarıdırlar. Sonrasında, bu durum, kadın hakları ve ailenin kutsallığı gibi gerekçelerle tedrici olarak ortadan kalkar.

Eş/kadının satılmasının kaldırılmasının ardından bu kez, 2. Dünya Savaşı yılları ve sonrasında Avrupa ve ABD’de satılık çocuklar furyası başlar. 1948 yılında ABD’de Vidette-Messenger isimli bir yerel gazetede çıkan “Satılık 4 Çocuk” haberi, bütün Amerika’yı sarsar. Bununla birlikte bütün çocuklar, hatta fotoğraf çekildiği esnada annesinin karnında olan 5. çocuk da satılır ve tahmin edileceği üzere, son derece zor hayatlar yaşarlar.

….

İngiltere’de kadın/eş satılmasının aile kurumunun kutsallığını; ABD-Avrupa’da çocuk satışının ise ebeveynlik ve çocuk kurumunun kutsallığını pek çok bakımdan tartışmaya açtığı açıktı. Dolayısıyla, en azından Avrupa’da aile ve çocuğun kutsallaştırılması[1], tartışılmaz hale getirilmesi, modern dünyanın en uzun projelerinden birisi.

Öte yandan, savaş ve kıtlık dönemlerinde ya da genel olarak yoksullar için “hiç kimsesi olmayanların kimsesi”[2] olan devlet kurumlarının inşa edilmesinin son derece yakın bir tarihi var. Tüm bunlar, dediğimiz gibi, modern dünya için ailenin kutsallığı, sürdürülebilir ailenin (ulusun) garantörü olarak çocuklar ve bunların hamisi olarak devlet kurumlarının birbirleriyle doğru bir şekilde ilişkilendirilmesine bağlı.

Bu amaçla, şu ya da bu sebepten dolayı çocuk sahibi olamayanlar için ya da kendi çocuklarını yapmak istemeyenler için, sosyal hizmet ve çocuk esirgeme kurumları aracılığıyla (her ülkenin kendi hukuki sistemine göre değişkenlik arz edecek şekilde) evlat edinmek mümkündü. Ya da daha aile içi bir çözüm olarak, yakın akrabaların, çocuksuz akrabalarının (Türkiye’de tahmin edilenden daha yaygın bir uygulama) ‘yuvaları yıkılmasın diye’, onlar için çocuk yapıp, emanet etmek bir başka ara çözüm. Bütün sorunları ile birlikte, devlet ve akrabaların, ‘yuva’ denilen kutsallığı sürdürülebilir kılmak için başvurduğu pek çok kombinasyon var(dı).

Öte yandan, beden ve üreme teknolojilerinin gelişmesiyle birlikte, sosyal devlet kurumlarının ve ailenin, toplumun kutsallığını inşa etmek için kurduğu mekanizmalarda da arızalar çıkmaya başladı.

Sperm ve yumurta bankaları ile ilgili etik/hukuki sorunlar henüz yeterince tartışılmamışken, taşıyıcı annelik “surrogate motherhood” tıbbi endüstrinin en kârlı alanlarından birisi olarak, kabul edilebilir hukuki normların askıya alındığı coğrafyalarda uygulanmaya başlandı.

Annelik teknolojileri üzerine en bilindik medikal firmalardan birisi olan newlife’ın internet sitesine girdiğinizde, hizmet verdiği ülkeler (Çin, Polonya, Gürcistan, Ukrayna, Hindistan, Güneydoğu Asya, Latin Amerika…) aynı zamanda, mafya-devlet ve hukuksuzluk alacakaranlığının da koordinatları.

Gene, newlife’ın sitesine girdiğinizde, yumurta ‘bağışçısı’ ve alıcısı olma imkanları, bunların etnik dağılımları üzerine oldukça ayrıntılı bir portföy sizi karşılıyor.

Mafya-devlet sisteminin[3] post-sovyet temsilicilerinden Ukrayna’nın en önemli tıbbi gelirlerinin başında, taşıyıcı annelik simsarlığı geliyor ve 35 yaş altı kadınlar arasında taşıyıcı annelik oldukça yaygın olarak deneyimleniyor. Dahası, taşıyıcı annelik, Ukrayna devleti tarafından desteklenen tıbbi turizm uygulamalarından birisi.

Ukrayna’nın, taşıyıcı annelik hukukunun uyarlandığı yerlerden birisi de, Polonya ve katolog taşıyıcı anne uygulamasının en yaygın olarak uygulandığı yer Polonya gibi görünüyor. 

İnsanların anne-baba olma özlemlerini bir şekilde gidermeye çalışmalarına “eee ne var bunda” demek tabii ki mümkün. Hatta, bu konuda endüstri oluşturmuş olan tıbbi firmalar, “yumurta bağışlayın ebeveynleri sevindirin”, “bize gelin size yaşam armağan edelim” gibi söylemlerle bir yandan mucizeyi diğer yandan hayırseverliği piyasalaştırmaya çalışıyorlar. Ama mesele bundan biraz daha karışık.

Taşıyıcı annelik meselesinin ilk defa sosyal bir mesele haline gelmesi, pandemi ile birlikte ortaya çıktı. Avrupalı ve ABD’li aileler, pandemi ile birlikte yaşanan kapanmanın ardından, önce taşıyıcı annelere ardından da doğumu gerçekleşmiş çocuklara ulaşamadılar. 

Böylelikle, taşıyıcı anneliğin mucize getiren harika bir fikir olamayabileceğine, zira dünyanın bunu sağlayacak kadar globalleşmemiş olabileceğine ilişkin bir tartışma başladı. Ardından, Ukrayna savaşı başlayınca, taşıyıcı anneliğin anavatanında bekleyen yumurtalar, spermler ve dondurulmuş embriyolar da bombalar altında kalmış oldu. 

Taşıyıcı annelik ilan görselleri. 

Hal böyle olunca, Avrupa devletlerinin, örneğin Suriyelilerden esirgedikleri muhabbeti, neden Ukraynalılara karşı esirgemedikleri biraz daha anlaşılır olsa da, burada daha derinlerde ırkçılık ve öjeni kokan bir şeyler var. Avrupalı ve Amerikalı high class anne adayları, kendilerinin dublörü olarak, bir başka beyaz tenli-mavi gözlü, beyaz ırktan kadını tahayyül ediyorlar. Daha orta-alt sınıflar ise, daha ucuz taşıyıcı annelerin olduğu, Latin Amerika, Güney Doğu Asya gibi, teni koyu kadınların yaşadığı ülkeleri tercih ediyorlar.

Dahası, burada, Marks’ın odun hırsızlığı üzerine yürüttüğü tartışma ile Foucault’un bir bedenimiz var mı sorusunun etrafında dönen mülk tartışmasının kesiştiği gri bir alan var. Annelik nedir, babalık nedir? Ya da bebek yumurta ve spermin sahibi olan biyolojik ebeveynlere mi aittir yoksa 9 ay boyunca hormonları ve sıvılarıyla onu besleyip büyüten anneye mi? Eğer bebek biyolojik ebeveynlere aitse, memeleri sütlenen, kalça kemiği doğuma hazırlanmak için çatlayan, vücudunun tamamı doğum sonrasına hazırlanan taşıyıcı annenin biyolojik katastrofisi ne oluyor? Ya da örneğin bir ev kiralamak ile bir rahim kiralamak arasında en azından mülkiyet sorunları bakımından bile teknik bir ayrım yok mudur? Ev-içi emeğin akıbetini bile açıklığa kavuşturamamışken, hamilelik emeğini hangi bedel ödeyebilir?... gibi sorular henüz ne hukuki, ne etik, ne de ahlaki olarak yeterince tartışılıp bir yerlere bağlanmadı. Tam da bu yüzden tüm bu işler, uygar Avrupa’da ya da in  god we trust ABD’de değil de, bunları tartışmaya müsaade etmeyecek derecede büyük bir yoksulluğun, bu yoksulluğu sömüren mafyanın ve bu ikisinin ombudsmanlığını yapan otokratik liderlerin hüküm sürdüğü memleketlerde vuku bulabiliyor.

Dolayısıyla, burada da tıpkı satılan çocuklar ya da kadın-eşler meselesine benzer bir şekilde ne kutsallık var ne de mucize. Karşı karşıya olduğumuz şey dünyanın büyüsünü bozan bir murdarlıktan başka bir şey değil.

Kapitalizm bildiğimiz gibi, kolonicinin rüyasına inen melekler, kölenin senaryosunda hortlağı oynamaya devam ediyor.

NOTLAR:

[1] Bu konu için, Voltaire’in Candide serisine, Elias’ın Uygarlık Sürecinde Avrupa isimli tarihsel çalışmasına, ve elbette Foucault’un Cinselliğin Tarihi’ne bakılabilir.

[2] Öksüz – yetimlerin kaldığı Dar-üş Şafaka 1863 yılında kurulmuş ve neredeyse Avrupa’daki muadilleriyle akran bir kurumdur.

[3] Taşıyıcı annelik Türkiye’de yasak, ama elbette Kıbrıs’ta serbest.


Osman Özarslan Kimdir?

1977 yılında, Burdur’un Çavdır ilçesinde doğdu. 2005 yılında, Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü’nü kazanıncaya kadar öğrencilikten başka pek çok iş ile iştigal etti. 2010 yılında aynı okulun Sosyoloji Bölümü’nde yüksek lisansa başladı. Nisan 2015’te, Masculinities at Night in the Provinces başlıklı tezini savunarak, yüksek lisansını tamamladı. Bu tez, Hovarda Alemi, Taşrada Eğlence ve Erkeklik ismiyle 2016 yılında yayınlandı. 2015 yılında Pamukkale Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nde doktoraya başladı ve 2019 yılında Organ Bağışı ve Kaçakçılığı, Yeni Tıbbi İmkanlar, Yeni Sosyolojik Meseleler adlı tezini savunarak doktorasını hak etti. Değişik dönemlerde, gazete-dergilerde, fanzinlerde, bloglarda ve internet sitelerinde, ideoloji, politika, kültür yapıları, ve filmler üzerine yayınlanmış pek çok inceleme, deneme ve eleştiri yazısı vardır. Bundan başka, üç bireysel (Kemalizm Sovyetler Sosyalizm; Dekalog-Kemalist İlahiyat İçin Bir İlmihal; Hovarda Alemi-Taşrada Eğlence ve Erkeklik) kitabı yayınlanmış, dört de editörlü (Resmi İdeoloji ve Kemalizm; Öncesi ve Sonrası ile 1915 İnkar ve Yüzleşme; Emile Durkheim'ı Yeniden Okumak; Sıkıntı Var-Sıkıntı Kavramı Üzerine Denemeler) kitaba katkı sunmuştur. Halen, merkezin dışında kalmış taşra coğrafyalar ve toplumsal normlar tarafından içerilemeyen berduşlar, piizciler, defineciler, kumarbazlar, muskacılar, gibi değişik gruplar arasında, çalışmalarını sürdürmektedir. Osmanlıca ve İngilizce bilir.