T.C. Mutluluk Enstitüsü: Kendinden memnuniyet 8, bağışlayıcılık 1, toplumla birlik 4, öfke 10…
Bhutan… Himalayalar’da küçük, dağlık bir krallık…. Alameti farikası, herkesin gayri safi milli hasıla ölçtüğü dünyamızda, onun gayri safi mutluluk endeksi çıkarmasıydı. Bu ilginç krallık, brüt ulusal mutluluk diye bir kavram belirlemiş ve vatandaşlarının refahını, iyiliğini, çıkarlarını bu kavram etrafında ölçmeye başlamıştı. Fakir de olsalar, mutlular mı; yaşamlarıyla barışıklar mı; kendilerine yetiyorlar mı? Bhutan Krallığı’nın hedefi buydu. Endeks de işte bunu ölçüyordu.
O tuhaf adamı bir iş arkadaşımın nikâhında tanıdım.
Gazeteye yeni başladığım günlerdi; üstelik şehre de sadece birkaç ay evvel gelmiştim. Kimin kim olduğundan bile haberim var denemezdi ama aynı departmanda çalıştığımız genç muhabir nezaket göstermiş, aslında pek tanımadığı beni de diğer arkadaşlarla birlikte nikâh törenine davet etmişti.
Sade, şatafatsız bir nikah töreniydi. Bir kenar semtte, küçük, tatlı bir bahçeye doluşmuş elli, altmış kadar kişiydik. İnsanın üstüne üstüne gelmeyen, hoş bir yaz akşamıydı. Ihlamur ağaçlarının dallarına dolanmış renkli lambalar yanar yanmaz, bu sanki gizli bir işaretmiş gibi törene geçildi. Biz misafirler, milyon kere tekrarlanmış olsa da herkese kendi düğününde çok özel gelen “kabul ediyor musun, evet, evet, o halde ben de sizi belediye başkanının bana verdiği yetkiyle…” laflarını sahici bir coşkuyla alkışladık. Tek ayrım, acemice ayağa basma çabalarına kimin ne kadar güldüğüydü. Mutlu çiftin yakınları kahkahalar atıp yeni evlileri “bas bas, sen bas” diye neşeyle kışkırtırken, benim gibi uzak çemberde kalanlar yine de bir bahtiyarlık hissedip kendi kendimize saflıkla gülümsüyorduk.
Törenin kalanını çok anlatmayacağım. Çünkü sonraki dakikaları çok da idrak ettiğim söylenemez. Kuyruğa girip çeyrek altınlarımızı taktık. Ben bir şekilde sıranın başına düştüğümden, genç çiftin elini hararetle sıktıktan sonra, üzerinde hiç dokunulmamış çerez tabaklarının bekleştiği uzun kokteyl masaları arasında ne yapacağımı bilmez şekilde kalakaldım. Tanıdığım birkaç kişi halen kuyruktalardı ve muhabbetle çene çalıyorlardı. Yalnızdım. İçecek bir şeyler var mı diye bakınırken, papyonunu bu tür törenlerde nedense adet olduğu üzere eğreti bir şekilde takmış bir garson, yarısı ince limonata bardağı, yarısı kırmızı şarapla dolu kadehlerle yüklü geniş tepsisiyle yanımda belirdi. Siftahı ben yapacaktım anlaşılan. Bir şarap kadehine uzandım, ağzıma bir fındık attım ve tam o sırada, ıhlamurlardan birine iliştirilmiş hoparlörden eski usul bir komparsita’nın bahçeye dalga dalga yayılmaya başladığını duydum. Pek tanıdığım olmadığımdan davete icabet edip etmemeye karar vermekte zorlanmıştım ama işte o an “iyi ki gelmişim” diye düşündüm. Ne güzel bir akşamdı, ne tatlı bir bahçeydi. Mutlu insanlar arasındaydım. Onların mutluluğu hiç sebepsiz bana da bulaşıyordu. Mutluydum.
Genç çiftin takıları ve tebrikleri kabul ettiği tarafa doğru bakıyordum ki biri omzuma dokundu. “Ben de şurada sizin yanınızda dursam, olur mu?”
Döndüm. Karşımda elli yaşlarında, saçları iyice kırlaşsa da, hep hareketli gözlerinin yaydığı enerjiden mi bilmem yüzü bir şekilde gençliğini koruyan, uzun, ince bir adam duruyordu. Üzerine nefis bir şekilde oturan, belli ki ısmarlama dikilmiş, simsiyah, son derece janti görünümlü bir takım elbise giymişti. Elinde bir şarap kadehi vardı. Adam kıyafetinin içinde o kadar iyi görünüyordu ki, benim bir kravat, bir spor ceketten ibaret mütevazı kostümümün verdiği mahcubiyet nedense boynumu kaşındırmaya başlamıştı. Bilemiyorum, boynumu kaşındıran belki de karşımdaki adamın kendi boynuna doladığı ilginç fulardı. Bir dönem kayak otellerinin bornozlarında ya da pahalı yılbaşı hediyelerini kaplayan kağıtlarda olduğu gibi yeşil kırmızı pötikareli bu fular, akşamın da ortamın da ruhuna uymadığı gibi, bu güzel takım elbisenin uyandırdığı o sessiz vakar hissini bir çırpıda bozuyordu.
Adam kemikli, ince parmaklı elini uzattı ve adını söyledi. “Aman beni sakla genç adam” dedi gülerek. Rahat ve samimi bir tonu vardı. Dili biraz dolanıyordu. Akşam yeni başlamıştı ama şimdiden azıcık çakırkeyf olduğu belliydi. Belki doğal hali buydu. “Kimden koruyayım” dedim aynı şekilde doğal ve rahat davranmaya çalışarak, yine de pek ayak uyduramayarak… “Herkesten” dedi. Eliyle hafifçe hâlâ kuyrukta dikilenlerin olduğu tarafı işaret etti. “Şunlardan mesela.” Kaşlarını çattı, biraz düşünür gibi yaptı; belki gerçekten de biraz düşündü. “Akrabalarımdan, hepsinden.” Sonra ekledi: “Gelin hariç, hepsinden.”
Başkaları tarafından gerçekten görülmek istemiyor olmalıydı ki, tüm gövdesiyle bana döndü, ortamı da düğünü de unutmuş gibi hararetle anlatmaya başladı.
Gelinin dayısıydı. Kızın annesi olacak o ‘mendebur’ (tam olarak böyle dedi) kardeşiyle de diğer akrabalarıyla da asla görüşmüyordu ama işte yeğeni bir başkaydı. Eline doğmuştu o; ne küçüktü, küçücüktü… Ne tatlı gezerlerdi beraber. Sandal gezintileri, dondurmacılar, faytonlar ve lunaparklar… Ne güzel günlerdi. Hem kız kardeşi de o zaman o kadar mendebur değildi.
“Ne oldu peki” diye sordum ilgiyle… “Şimdi niye kaçıyorsunuz onlardan?”
Birdenbire durdu. Kimle konuştuğunu ancak anlamış gibi beni ilgiyle süzdü. O sıra gözlerinde, hafif çılgınca bir kıvılcım çakıp geçti mi, ayırt edemedim.
“Siz” dedi biraz uzak, “siz kimdiniz azizim?” Karşısında bir muhatabı olduğunu, kanlı canlı biriyle konuştuğunu ancak idrak etmiş gibiydi. Ne tuhaf ve bir yandan da ne ilginç bir adamdı. Yanımızdaki kokteyl masaları artık yavaştan dolmaya başlamıştı. Hiç tanımadığım bazı misafirlerin, belli ki sohbet arkadaşımın uzak yakın akrabalarının, karşımdaki bu tuhaf adama çaktırmadan bakmaya çalıştığını ben bile hissediyordum.
Kendimi tanıttım; işimden bahsettim ve aslında bu ortamla da şehirle de pek az bağlantım olduğunu söyledim. Rahatlamış göründü. “Siz gazeteciler” dedi… “İnsanın ağzından laf almayı nasıl da bilirsiniz.”
Ağzımı bile açmamıştım. Ama yine de zorlu bir şey başarmışım gibi hoşuma gitti bu söz.
“Sonra zengin oldum azizim.”
Zararsız olduğumu anlamış, sözlerine yeniden başlamaya karar vermişti. Karşısında bir gazeteci bulduğuna için için sevinmişti de… Bugünlerde sosyal medya aldı yürüdü, herkes kendini rahatça ifade ediyor ama insanın o biricik hayatını bir gazeteciye anlatma hazzı baki. Bizim meslekte kalan tek şey de bu haz zaten.
“Piyango vurdu bana.” Eskilerin pek sevdiği o piyango vurma tabirini kullanmış ve söylediklerinin üzerimdeki etkisini görmek için de fazladan iki saniye durup beklemişti. Takdir veya şaşkınlık göstermesini umduğum bir dudak hareketi yapınca devam etti. “Hem de çok büyük piyango… Büyük ikramiye. Yalan yok, kimseye ses etmedim. Parayı bir bankaya yatırdım. Dünya turuna çıktım. O gün bugün de yoldayım.”
“Ne kadar zamandır yani?”
Kaşlarını çatıp düşündü yine. “Aşağı yukarı yirmi yıldır.”
Adamın akrabalarından kaçma nedeni belli olmuştu işte.
“Yirmi yıldır dünyayı mı dolaşıyorsunuz?”
“Eh, son iki yıl hariç. İki yıldır Türkiye’yi dolaşıyorum, hem de az buz değil; dağ tepe dolaşıyorum ve uzun yıllardır ilk defa çalışıyorum.”
“Paralar suyunu çekmiş anlaşılan” diye, masa arkadaşımın samimiyetinden de cesaret alarak hafifçe güldüm.
“Yoo” dedi. “Bir dava uğruna dolaşıyorum. İş dediysem, sen onu bir dava olarak düşün.” Bir çırpıda, siz’den sen’e geçmişti. Aldırmadım.
“Nedir bu dava” diye merakla sordum.
Şarap kadehini masaya bıraktı. İlginç fularını hafifçe kaldırıp, ceketinin iç cebinden bir kart çıkartarak, bana uzattı. Halen kart taşıyan, nadir insanlardandı.
Karta baktım. Karşımdaki adamın ismini görmeyi beklediğim yerde, iri ve resmi puntolarla bir kurum ismi yazıyordu: T. C. Mutluluk Enstitüsü… Altında da şunlar: “Ulusal Mutluluk Ölçümü - Anket ve Form Üretimi.’ Bir cep telefonu numarası ve başkentte bir adres...
“Devletin böyle bir kurumu olduğunu bilmiyordum” dedim şaşkınlıkla.
“Devletin değil” dedi adam muzipçe gülerek. “Benim kurumum… T.C. benim adım ve soyadımın baş harfleri. Ama bir şekilde işe yarıyor, hele köylük yerlerde.”
Hoparlörden tatlı, yumuşak ezgiler dökülmeye devam ediyordu. Masalar artık iyice kalabalıklaşmıştı. İş arkadaşlarım da takı kuyruğunu geride bırakmış, bahçenin öteki köşesinde bir masada şen şakrak konuşuyorlardı. Bana aldırdıkları ya da beni aradıkları yoktu. Karşımdaki eksantrik adama yönelik ilginin de yavaştan azalmaya başladığını seziyordum; akrabaları dahil kimse bizden yöne bakmıyordu.
Ama masa arkadaşım yine de etrafına çabucak bir göz attı ve sözlerinin işitilmesini istemez gibi bana doğru iyice eğildi. “Dünyada hiç kimsenin yapmadığı bir işi yapıyorum ben. Mutluluk ölçüyorum. Daha doğrusu, bir ülke hariç. Orada yapılıyor bu iş. Ama özel olarak bir tek ben… Bhutan’ı biliyor musun?”
Biliyordum. İşim zaten bunları bilmekti. Bhutan… Himalayalar’da küçük, dağlık bir krallık…. Alameti farikası, herkesin gayri safi milli hasıla ölçtüğü dünyamızda, onun gayri safi mutluluk endeksi çıkarmasıydı. Bu ilginç krallık, brüt ulusal mutluluk diye bir kavram belirlemiş ve vatandaşlarının refahını, iyiliğini, çıkarlarını bu kavram etrafında ölçmeye başlamıştı. Fakir de olsalar, mutlular mı; yaşamlarıyla barışıklar mı; kendilerine yetiyorlar mı? Bhutan Krallığı’nın hedefi buydu. Endeks de işte bunu ölçüyordu.
Bildiğimi söyledim. Yeni arkadaşım bana bildiklerimi yine de tekrarladı. Ses çıkarmadım. “İşte geze geze ben bir gün dünyamızın çatısına da çıktım, Bhutan’a gittim ve oraya vuruldum. Doğasına vuruldum, insanına vuruldum. Hayatımın sonuna dek orada yaşayabilirdim.” Kafasını toplamak istermiş gibi durup bir an bekledi.
“Ama belli ki fikriniz değişmiş” dedim, bir şey demiş olmak için.
Belli belirsiz güldü. Yine dili şaraptan hafifçe peltek, “Orada ölene kadar yaşamaktan vazgeçtim çünkü bir gün, dağın başında, bir başıma otururken yanıma bir adam geldi” dedi. “Konuşmaya başladık. Anketörmüş. İşte bu meşhur mutluluk endeksinin anketörü. Köy köy, tepe tepe dolaşıp insanların mutluluğunu ölçüyormuş.”
“Aaa” dedim şaşkınlıkla. “Sahiden ölçülüyor muymuş o?”
“Tabii ya. Hem de ne ölçülmek… Ben de böyle senin gibi ilgi gösterince, bana da anket yaptı; jeton bende o zaman düştü işte.” Yine eski tabirler… Jeton düşmesi… Jeton mu kalmıştı artık? Tam kuşağının adamıydı karşımdaki.
“Ne soruyorlar bu ankette?”
“Her şeyi… Neyin var, neyin yok? Para, arkadaş, sağlık, eğitim, bilgi, huzur… Aklına ne gelirse. O kadar uzun bir liste ki… İnce ince de hesaplıyorlar. Çünkü devlet binlerce memura eğitim veriyor; sonra onları dağa bayıra salıyor; ‘halk mutlu mu değil mi’ bana bulup getirin, diyor memurlara. Onlar da formları yüklenip çıkıyorlar yola. Masal gibi değil mi?”
“Hakikaten öyle. Masal bu.” Eh, alkol hafiften benim de kanıma karışmıştı.
“Ama ince nokta şu: Mutluluk esasen bu söylediklerimle de ölçülmüyor. Sende bunlar varsa güzel de, sen bunların ne kadarında varsın?” Coşkuyla anlatıyordu artık. “Belki hepi topu bir eşeğin iki evlek toprağın var ama mutluluk endeksinde kişisel not olarak 10 alabiliyorsun. Tam aksine, parası pulu çok olsa bile, 5 alan da oluyor.”
“Karne notu gibi not mu veriyorlar?”
“Hah ağzına sağlık, tam da karne notu veriyorlar. Kendinden memnuniyet 8, doğayla uyum 9, merhamet 7, haksızlıklara karşı öfke 10, toplumla birlik duygusu 4, bağışlayıcılık 9… Böyle notlar. Para pul, zenginlik, sağlık yetmiyor bir de bunlar var. Mutluluk endeksini bunun gibi duygular belirliyor. Bir de şey… Hayatındaki amaç ve o amaca uygun yaşayıp yaşamadığın… Anketör bana bunu sorunca ‘yok’ demiştim. ‘Bir amacım yok; geziyorum işte.’ Bana acıyarak baktı, bir şeyler yazdı. Meğer notumu hesaplamış kaşla göz arasında. Gösterdi. T. C. Mutluluk 4… Nasıl yani? Alttaki rakamlara baktım. Para 10. Merak 10. Falan filan 9, 10…. Ama bir yerin karşısına 0 yazmış, mutluluk ortalamamı düşürmüş. Baktım, ‘hayatın anlamı 0’ yazıyor. Dank etti orada. Hayatın anlamı 0 olur mu ya… Kaldım öyle. Karşımda ulu dağlar, baktım da baktım.”
Sanki hâlâ o dağları seyrediyormuş gibi, bir süre benden ötelere baktı.
“Sonra ne yaptım biliyor musun? Adamdan bildiği her şeyi öğretmesini istedim. Seninki de sanki bu anı bekliyormuş. Kalender adamdı zaten. Beni de kattı yanına, günlerce beraber dolaştık. Yoksulluk, zenginlik, mutsuzluk, mutluluk…. İnsanlar insanlar insanlar… Yaşlı genç çocuk. Neler gördüm. Bu yaşımda stajyer olmuştum. Sessizce izliyor, notlar alıyordum. Bu böyle aylarca sürdü. Derken, kalktım memlekete geldim. Şimdi iki senedir Bhutan kralının memurları gibi Türkiye’de dağ tepe geziyorum. Mutluluk ölçüyorum. Anket yapıyorum, soruyorum, not ediyorum, yazıyorum. Buraya Bayburt’tan geldim mesela. Dağlarda dolaşıyordum, düze indim. Düğün için. Yeğenim için.”
İnanmaz gözlerle baktım.
“İnanmadın bana, önemli değil. Anket yaptığım insanlar da inanmıyor zaten. Ama herhalde yaşıma hürmeten cevap veriyorlar.”
“Yok inanmazlıktan değil” dedim. “Neden yapıyorsunuz bunu, o kısmını anlamadım.”
“Hayatın anlamı” dedi ağır ağır. “Notum 0’dan 1’e, 2’ye belki daha yukarıya ancak böyle çıkar gibi geldi. Hayatta en çok sevdiğim şeyler, dolaşmak, öğrenmek, insanlarla konuşmak… Şimdi onları bir bilgiye çeviriyorum. Bir mutluluk bilgisine… Yazıyorum. Kim neyle mutlu, kim nasıl mutsuz yazıyorum. Ölçüyorum. Giderek ben de mutlu oluyorum; bunu hissediyorum. Bir işe yaradığımı hissediyorum.
“Hangi işe?”
“Pmmhh” diye güler gibi bir ses çıkardı burnundan. Sanırım karşısındakinin beklediğinden cahil biri olduğunu anlayıp gülmüştü. Boynundaki fuları gösterdi. “Bu” dedi, “yanında dere tepe dolaştığım memurun hediyesi, onu yanımdan hiç ayırmıyorum, neden biliyor musun?”
“Neden” dedim; sorunun aslında retorik olduğunu anlayarak; bir yandan da ortamla alakasız bu fuların hikâyesi nihayet ortaya çıktığı için rahatlayarak…
“Bana her güldüklerinde adamın bu çabasını hatırlamak için.”
Ben de geri durmaya niyetli değildim. “Tamam da adamın işi o, bu işin memuru adam. Zor bir iş, anladım ama iş neticede.”
“O çabadan bahsetmiyorum. Adamın işi o, tamam. Bunun için maaş alıyor, tamam. Ama ben bu işi, dünyanın bir ucundan gelmiş elli yaşında birine öğretmek için aylarca uğraşmasından bahsediyorum. Ben de onun ancak böyle mutlu olduğunu anladım. Mutluluk, farklı farklı yollardan gelir.”
Şarap kadehine uzun uzun baktı, bitmişti. Sonra kafasını bir köşede mutlu mutlu oturan gelinle damata çevirdi.
“Neyse” dedi… “Neyse seni de sıkmayayım şimdi. Hem şu kızı da bir görüp gideyim.” Kadehini dikkatle masaya bıraktı.
Mutluluk Enstitüsü’nün ülkemizdeki kurucusu T.C. başka da bir şey demeden, bana bir veda bile etmeden, geldiği gibi hızla yanımdan ayrıldı. Gelin ve damata doğru sallana sallana yürürken sanki tek yapması gereken oymuş gibi fularını özenle düzeltiyordu.
Ihlamur ağaçları arasında yine komparsita çalmaya başladı. Şen kahkahalar artık iyice çöken akşamın karanlığına karışıyordu. Ya ben? Ya ben mutlu muydum?