YAZARLAR

Tehlikeli bir adam

Geçmişinde İslâmcılık, hattâ dikkati çekecek mertebede dindarlık olanlara bugünün seküler, sol-muhalif saflarında iyi gözle bakılmaz. Hattâ aslında hiçbir yerden ayrılmadıkları, hiçbir yere gitmedikleri, boyalarının kamuflajdan ibaret olduğu, “hareket ediyor” olmalarının işgüzarlık, cüretkârlıklarının da provokasyon olabileceğinden şüphelenilir.

Levent Gültekin’i karşımıza, "sahneye" çıktığından beri ilgiyle izliyorum. Saldırıya uğramasına çok üzüldüm ve belki artık yaşlanmanın da ittiği yöne meylederek, saldırının siyasî geri planı, şusu busundan evvel, saldırılan kişinin neler hissettiğiyle, en çok neye üzüldüğü bozulduğuyla uğraştım. Sanırım onunkilere benzer duyguları paylaştım. (Geçmiş olsun dileğimi buradan da tekrarlamak isterim.)

Bunlara dayanarak söyleyebilirim ki, böyle bir saldırı onu korkutmayacak, sindirmeyecektir. Eğer bir şekilde kendini geri çekerse, bu korkunun değil, üzüntünün ya da belki bir çeşit küskünlüğün sonucu olur. Muhtemelen o da olmaz.

Mümkün en genel ve kalın hatlı ifadeyle söze dökecek olursak, bazı insanların kendi çabalarına ve hayatlarına yükledikleri anlamları ellerinden aldığınızda ortada yaşanacak hayat kalmaz. Bazılarımız hayatlarımızı, hasbelkader tayin edildiğimiz yerde doldurmamız gereken görev süresi ya da şuradan şuraya götürelim diye elimize tutuşturulmuş angarya çuvalı gibi görmeyiz. (Elbette, mecburen sırtladıkları yüklerin altında ezilen, hayatlarına anlam yükleyip bunu sırtlama şansı olmayanlardan değil, seçme şansına sahip insanlardan söz ediyoruz.)

Hayatı başkaları için de en azından daha az meşakkat çekerek yaşanır kılmaya uğraşanlar, korkuyla dönülecek virajdan itibaren kendi anlamlandırdıkları hayat ellerinden gideceği için o yola sapamazlar. Burada, gerçekte ölümlü her canlı için efsaneden öteye gitmeyen korkusuzluk değil, korkuya âdetâ mecburen pabuç bırakmama hali vardır. Kahraman dediğimiz insanlar bile, bu payeye layık görülmelerine yol açan o kahramanlıkları korka korka yaparlar.

UFAK, ORTA BOY, BÜYÜK ZALİMLER

Kalabalık ve güçlü olduğunda saldırma, bir canlıyı aciz duruma düşürüp bundan tatmin duyma kültürlerinin linççi, pusucu küçük insanları bu duyguyu ve bununla baş etme halini tanımazlar. Çünkü her zaman “arkadan”, “yukarıdan”, bir yerlerden kollandıklarını bilerek davranırlar.

Korkuya rağmen tehlikenin üstüne yürümeye bireyi âdetâ mecbur eden soylu duyguları bunların şefleri de tanımaz. Zaten bizzat riske girmiş, kahramanlık yapmış büyük zalim pek azdır. Büyük zalimlik makamına yükselmeden yapmıştır yaptıysa. Büyük zalimlerin canı kıymetlidir. Hele Şark’ın zalimleri!.. Kahramanca çarpışıp ölmeyi akıllarından geçiremezler, yeraltında ufacık delikte, lağım borusunda yakayı ele vermeyi, aşağılanmayı göze alırlar; o kadar kıymetlidir canları.

Orta boy ve ufak zalimler de, tıpkı ona buna saldırttıkları küçük pusucular gibi, arkalarındaki o koruma-kollama kalkanının varlığını hep hissederler. Ufaklarına zaman zaman karakola uğrayıp bir abinin çayını içmek nasip olur, orta boylarına beyefendinin selamını götürdükleri yerde kuyrukta beklememe, irilerine de doğrudan muhataplık, telefonu yanındakilere göstererek, “Meşgûl herhal, döner birazdan,” yapabilme falan…

YALNIZLAR VE ORTAM

Bizde birilerinin pek bayıldığı “yalnız kurt” kavramı kadar, linççi-pusucu güruhlara yabancı kavram az bulunur.

Levent Gültekin gibi, başkalarını da kapsayan, herkes için hayatı iyileştirmeye yönelik hedeflerin peşinde koşan insanlara yalnız kurt denemez. Ama, Aydın Selcen’in “okkalı” yazısında ileri sürdüğü üzere, “yalnız” denebilir. Selcen, Gültekin’in yalnızlığına kırk ayrı yerden delil getirmiş. Ben birini seçeceğim. Ve Gültekin’i -ve başka bazılarımızı- yalnız kılan ortamımıza lafı getireceğim. Selcen o yazısında şöyle tarif etmişti paylaştığım merâmı: “Bizde bir yerden kalkıp bir yere gelenler, bir şeyken başka bir şeye dönüşenler, boyalı kuşlar sevilmez (…) bizde cüret edenler, hareket edenler sevilmez.”

Aslında pekâlâ daha somut da ifade edebiliriz: Geçmişinde İslâmcılık, hattâ dikkati çekecek mertebede dindarlık olanlara bugünün seküler, sol-muhalif saflarında iyi gözle bakılmaz. Hattâ aslında hiçbir yerden ayrılmadıkları, hiçbir yere gitmedikleri, boyalarının kamuflajdan ibaret olduğu, “hareket ediyor” olmalarının işgüzarlık, cüretkârlıklarının da provokasyon olabileceğinden şüphelenilir.

Maalesef bu kadar da değil. Elbette -siyasî etkisi bazen bunu aşsa da- toplumdaki kitle desteğinin ufaklığına, siyaseten marjinalliğine rağmen seküler, sol-muhalif âlemin de ana akımı, yerleşik düzeni, popüler eğilimleri, kastları, kanaat önderleri vs. var. Ve bunların paylaştığı ortak zemine ayağını basmayan, azıcık açılıp başka yerlere de uzanmayı önerme cüretinde bulunan, evet, aykırı konumlanan herkes, ana akımdan ayrı düşmenin bedelini şöyle ya da böyle öder. Hattâ dışlanır. Bu ortak zemin, ayrıca, bütün sol siyaset felsefesine aykırı şekilde, topluca, baştan aşağı, küllî, monolitik değerlendirmelerle örülüdür. Birileriyle şu konuda anlaşıp bu konuda ayrı düşerek birlikte siyasî mücadele verilmesi pek güçtür. Çünkü sonunda hedeflenen şey farklılıklara izin vermeyecek tarzda tarif edilir.

Bunu uzatmayayım. İlgili herkese, şunları okur okumaz bana nasıl küfredeceğini dahi bilecek kadar tanıdık geliyordur tasvir ettiğim vaziyet.

Ne yazık ki durum Kürt siyasetinde de genel olarak böyle. Bir “resmî” tutumlar silsilesi var, bunlara laf edildiğinde ortalık ayağa kalkıyor. Tabu konular var, bunlara el, bazı kabullere dil uzatıldığında derhal dışlama hamleleri başlıyor.

ÜTOPİKLİK “MESELEMİZ”

Gültekin ortaya çıkıp konuşmaya başladığından beri peşini bırakmayan ithamlar, ne söylediği için nasıl suçlanacağı, ona takılacak sıfatlar, hepsi önceden tahmin edilebilir şeylerdi. Tahmin edemediğim, yalnız, gayet aklı başında bir tanıdığımın sarf ettiği “tehlikeli” nitelemesiydi. Niye tehlikeli olsun bu adam? Veya, nasıl olacaktı? Tek başına bir adam, ne yapacaktı da ne tehlike yaratacaktı? Kavalıyla herkesi peşine takıp “gericiliğin” kalesinde hizmetkâr mı edecekti?

Sanırım aşağı yukarı böyle bir “tehlike”den çekiniliyordu. Nitekim geçen gün, üstelik saldırı ertesinde, Gültekin’e sahip çıkan mesajlarımıza tepki gösteren biri, beni ve mesajını paylaştığım kişiyi “Kürt siyasetini tasfiye etmeye çalışan bir adama” arka çıkmakla suçladı! Onlarca senelik silahlı örgütü ve yine onlarca senelik kitlesel parti siyasetini, yanında, arkasında hiçbir güç bulunmayan tek bir adam, üç yazı, beş televizyon programıyla nasıl tasfiye edecek? Nasıl bir “tehlike”dir bu, Bakırköy Meydanı’nda yere yıkılıp tekmelenen adamın uğursuz yıkıcı kuvvet misâli barındırdığı? O faşistlerden biri kayık ayakkabısının burnunu olmadık yerine saplamış olsa, hareketler tasfiye edecek bu tehlikeli adam şu anda yaşamıyordu! Azıcık izan!..

Oysa karşımızda, sağıyla soluyla memleketimiz Şark siyasetinin koridorlarında henüz yeterince turlamamış, aralık kapılardan içerilere yeterince kulak kabartmamış, “demokrasi” diyenlerin anca bir kısmının demokrasiye benzer bir şeyler hayal ediyor oluşunu, hukuk diyenlerin pek azının müstakbel hukuka kendilerinin de uyacağını varsayışını dikkate almayan birinin bulunduğu açıktı. Gültekin’in naifliği âşikârdı. Meselenin bir yandan mecburî ütopiklikten öbür yandan kime neyi nasıl söyleyeceğine dair “derin” marjinal siyaset tecrübesi yoksunluğundan kaynaklandığı ortadaydı. (Bunları bilmediği ya da takmadığı için kendisine sempati duymaya başlamıştım, onu da belirteyim.)

“Mecburî ütopiklik” diyorum, çünkü Gültekin’e de, aynı konumda söz söyleyen/söyleyecek başkalarına da haksızlık etmek istemem. Zira tamamen gerçekçi birinin memleket şartlarında demokrasi ve insan hakları (hukuk) mücadelesi yürütmeye kalkışamayacağı açık. Saçma olur. Başta, demokrasi-hukuk mücadelesi yürütmesi beklenen cephe içinde başkaları için de haklar isteyenlerin azınlıkta kalması yüzünden. Bu alengirli meseleye girmeyelim. Buradaki mevzumuz açısından sadece şuna işaret etmekte fayda var: Gültekin’in demokrasi-hukuk devleti-insan hakları düzleminde asgarî gerekleri apaçık, basit dille, dürüstçe ve mütemadiyen, ısrarla dile getirmesi, naifliğine, ütopikliğine değil, tavrının “gerisinde bir şeyler olduğuna” yoruldu. Burada kabahat Gültekin’de midir?

Kendisine yönelik önyargılı, hastalıklı yaklaşımlarda elbette kabahati yok, ancak Levent Gültekin’in de ihmali var: Propagandasını yaptığı siyasî-toplumsal hedefe dair söylediklerinin çoğu, asgarî demokrasi, hukuk vs. isteyen herkesin kolayca katılacağı sözlerdi, ama bugünden bakıldığında pek anlamlı görünmeseler de büyük bedellere mal olmuş tartışmaları, bunlardan doğmuş ayrışmaları, hangi mesele hangi terimlerle dile getirildiğinde hangi kırmızı çizgilerin nereden çekilmekte olduğunu bilmeyen biri, haliyle, en doğru sözü de söylese bazen boşa düşüyor. Ayrıca tavrı, bir tür hafifseme ve kolaycılık olarak algılanabiliyor. Gültekin böyle bir yanlışa sık düştü. Belki şu soruyu kendine gerektiği kadar sormadı: Bana bu kadar açık, basit görünen şeyler hakkında bu insanların bu direnci, laf anlamazlığı niye?

FAŞİST SALDIRI STRATEJİSİ 

Bitirmeden, bizim kuşağın muazzam tecrübeye sahip olduğu “faşist saldırı stratejisi”ne dair bir çift laf etmek isterim.

Faşist saldırılar önce “karşı kampın” en etkili, en gösterişli, sesi en çok duyulan, lider şahsiyetlerine değil, “arada” görülen kimselere yönelir? Levent Gültekin, bugün muhaliflik bakımından elbette “arada” değil. Ancak “angaje” solcu, hattâ CHP’li birinin asla ulaşamayacağı insanlara sesleniyor. Üstelik, “bu tarafta” kimilerine sinir bozucu naiflik gibi görünen hal, “öbür tarafta” hiç de böyle yankılanmıyor, aksine, eski komşunun gittiği yerden hal hatır sorması, komşularını da çağırması gibi karşılanabiliyor. Türkiye’nin devlet rejimi için nasıl Kürtlerin isyanının gücünden çok, bu isyanın memleketin Batı’sındaki ahaliden görebileceği ilgi ve destek kabul edilemez -yıkıcı- meseleyse, bugünkü iktidar koalisyonu için de, özellikle iktidar destekçisi dindar saflardan başka yerlere geçiş yolları üzerinde herhangi bir sıçrama taşı bulunmaması hayatî.

Gültekin özellikle solcuları sık sık “şu ‘gerici’ kelimesini kullanmayın” diye uyarmaya çalışıyor. “Laf anlatabileceğiniz insan sırf bu yüzden size kulak vermeyecek” demek istiyor. (O insana herhangi bir lafın anlatılmadığı ve “gerici” kelimesini cümle içinde kullandıkça puan kazanılan oyunu bilmiyor!) Herhalde özellikle solcuları en çok kızdıran yanı, bu tip tavırlarıdır. Faşistlerin saldırısına uğramasının nedeni de aynı.