YAZARLAR

Tek biz yaşamıyoruz bu dünyada!

Daire 16 ruhu genelleşirse dünyaya baktığımız pencereler ardına kadar açılır, pek çok canlı kendi cehenneminde sessiz sedasız acı çekmekten kurtulur. Umut burada, bu bakış açısında. “Tek biz yaşamıyoruz bu dünyada!”

Irkçılık, komploculuk, aşı karşıtlığı… Bunların üçü azımsanmayacak bir kesişim kümesi oluşturuyor. Ortak noktaları ne peki? Dünyayı kendine ait saymak. Ötekileri, farklı olanı yok sayan, yok sayamadığında düşman gören bir tür narsisistik içe kapanma hali. Bu hal dünyaya, sisteme hatta devlete, hükümete her şeye karşı yoğun bir güvensizlik de içerebiliyor. Ama böyle olduğunda bile buradan bir muhalefet, eleştiri çıkmıyor. Bu türden toplam güvensizlik her şeyin daha beter olabileceği kaygısıyla hali hazırda güçlü olanın, muktedirin eteğinden ayrılmamakla sonuçlanıyor daha çok, ironik biçimde. Ya da çok büyük kaygı uyandıran düzensizliklerle olabilecek en uç noktaya, aklın kesinlikle dışına savrulmakla başa çıkılmaya çalışılıyor. Fırtınada bir dal parçasına kör bir inançla tutunan kişiyi “kurtarmak” da mümkün olmuyor. Buraya döneceğim, öncelikle Afganistan’la imtihanımızın söyledikleri üzerinden, ırkçılık meselesinden bahsedeyim.

Afganistan’da olan bitenlerin birkaç gün boyunca bir kısmımızda uyandırdığı samimi üzüntü ve öfke son dönemlerde yaşadığımız belki de en insanca hislerdi. Kadınların, kız çocuklarının çığlığı gerçekten kalbimize değdi. Bunu hissedenler de büyük oranda kadınlar ve LGBTİ+lar oldu ama, kabul edelim.  Bunun önemli bir nedeni, benzeri bir yakın geleceğin bizler için de distopik olmaktan çoktan çıktığını bilmenin verdiği ilk elden özdeşleşme olsa gerek. Doğudan batıya farklı ölçek ve nedenlerle derin bir göz yumma ve işbirliğiyle, Taliban’ın mesajlarını olumlu bulma yarışı sürerken, “burada öleceğiz,” diyen kadın sanatçı, siyasetçi, aktivistlere ses olmaya çalışıyorduk, elimizden bir şey gelmese de. Taliban’ın ev ev dolaşıp aktivist, gazeteci avına çıktığı haberleri, yarısı teyitli olsa yetecek türden dehşet üreten katliam haberleriyle gerçekliğe büründü. Olumlu mesaj falan da yoktu zaten baştan ortada. İlk günlerden hiçbir şekilde demokratik bir yönetimin olmayacağı, kadınların haklarının da “şeriat çerçevesinde” verileceği (yani verilmeyeceği), beyan edilmişti.

Dünya kapıyı kapatmış, kulaklıklarını takıp “bizlik bir durum yok, aman tadımız kaçmasın,” hissiyle konfor alanlarına çekilmiş gibi görünüyordu. Daha büyük dehşetlerden kaçınmak için çatılardan atlayan kadınlar için yapılabilecek bir şey yoktu. Uçak kanadına tutunarak kaçmaya çalışan erkeklerse biraz da kendi cahilliklerinin kurbanı değil miydi? Evlerinde korkuyla ölümü bekleyen kadınlar ve kız çocukları için bir şeyler yapılabilirdi belki. Sahi ne diye tehlikeli genç erkekler geliyordu, kadınları ve çocukları alsaydık ya ülkemize. Kulağa doğru gelse de pratikte bunun çok mümkün olmaması bir yana, bu en iyi noktada bile hâlâ gerçek bir empati yok aslında.

Uçak kanadına tutunduracak çaresizliği “cahillik” diye niteleyen bu duygu cahilliği inanılmaz bir şey. Uçak kanadında seyahat edemeyeceğini, bunun sonucunun saniyeler içinde ölüm olacağını bilmek için eğitim gerekmez, bunu herkes bilir. İnsanı o kanada sarılacak kadar çaresiz bırakan korkuyu ucundan kıyısından anlayabilmek içinse asgari empati şart. Tepesinden bakmadan hiçbir kuyunun derinliğini sezemeyen kişi, esas o, umutsuzca cahildir.

Kabil havaalanından kaçmaya çalışanların neredeyse tamamı erkekti. Erkeklerin, sonu ölüm olsa bile kaçma fırsatına sahipken kadınların bu ihtimalden bile yoksun oluşu korkunç. Ama sanki ortada savunulacak, ait hissettikleri bir vatan varmış gibi “kalıp savaşsalardı” diye şişinenlerin, erkeklik taslayanların görmezden geldikleri gerçekler de var. Çok çok düşük olan kurtulma şansını deneyen erkekler göründüğü gibi kadınları, sevdiklerini düşünmeden arkalarında bırakmış olmayabilir. Bir kısmı son derece zahmetli, tehlikeli bir yolculuğun sonucundaki düşük kurtarma olasılığını gerçekleştirmek üzere önden gitmeyi denemiş olabilir. Bir kısım erkek de hiçbir şey düşünmeden sadece kendi canını kurtarmaya kalkmış olabilir elbette. Sadece doğunun değil batının da tarihi “kahraman” erkeğin kuyruğu sıkışınca, afette, yangında, katliamda tek başına ya da kadınların üstüne basarak kaçış hikâyeleriyle dolu. Bunun çok incelikli bir sorgulaması için izlemediyseniz Ruben Östlund’un Force Majeure (Turist) filmini izlemenizi öneririm. Yüceltilen, sığınılan eril gücün en zor durumda çoğu kez kendinden başka kimseye bir hayrı da olmuyor. Afganistan deneyiminden çıkarılabilecek tek kesin sonuçsa trajedinin her zaman kadınlar için daha trajik olduğu.

Bu trajedinin esas sorumlusu siyasal İslam olsa da göz yuman, kendi konforunu sürdürmek için dünyanın bir kısmının trajedisi üzerinden kirli oyunlar oynayan batının da suçu var. “Spotlight” filminde izlediğimden beri aklımdan çıkmayan bir söz var. “Bir çocuğu yetiştirmek için tüm bir köy gerekir, bir çocuğa tecavüz etmek için de.” Kadınların, çocukların kapalı kapılar ardında yaşayacakları vahşetlere terk edilmesi için bu kez tüm dünya işbirliği yaptı.

Bunlar olup biterken, dondurma yiyen, trendy kıyafetlerle gezen, lunaparkta çarpışan otolara binen Taliban üyelerinin iç kaldıran güya sempatik görüntüleri her yerdeydi. Yakın tarihin en vahşi trajedilerinden birinin şakaya evrilmesi üç gün bile sürmedi. Mizah hayatla başa çıkmanın bir yolu ve bu şakaların bazıları gerçekten komik. Ama hızlı şakalı, dergi kapaklı, uçaktan düşen Afgan tişörtlü, Kabil havaalanı tablolu yabancılaşma ve pazarlamayla gerçeklik arasındaki mesafenin bu denli kısalmış olması çok ürkütücü. Kıyafetlerine güldüğümüz o adamlar şu an bir yerlerde birilerinin kafasını kesiyor, kadınlara tecavüz ediyor olabilirler.

Tüm bu trajediye tanıklık etmek toplumun geniş bir kesimini daha az ırkçı yaptı mı peki? Keşke ama sanmıyorum. “Daha ırkçı” tanımını da bilerek kullandım. Herkesin içinde belirli oranlarda ırkçılık, homofobi ve kadın düşmanlığı olduğuna, bunun kültürel olarak çok derinden ekildiğine inanıyorum. Kendimizi bundan azade saymadığımız ölçüde kurtulma şansımız artar. İçimizdeki ırkçılığın ucunu gördüğümüz anda onunla mücadele eder ve bunların hayat boyu meşgul olacağımız ezberler olduğunu bilirsek, “çok daha az ırkçı” oluruz.

Değişmek mümkün mü bilmiyorum ama dünyaya baktığımız pencereyi genişletmek mümkün. Mesela başkalarının acılarıyla kendi deneyimimiz aracılığıyla değil onların gözüyle, üstten bakmadan, alttan almadan, göz hizasında temas kurmaya çalışmak, gerçek bir empati çabası pek çok şeyi daha iyi anlamamızı çok kolaylaştırır.

Yazının başında aşı karşıtları, ırkçılar ve komplocular arasındaki gözden kaçırılması zor bazı benzerliklere değinmiştim. Ayşe Çavdar bu yazısında bu konunun çeşitli yönlerine güzel değiniyor. Bu yazıyı yazdığım gün de bu üçünü birden bünyesinde eritmeyi başaran Yıldız Tilbe aşı karşıtı söylemleriyle gündemdeydi. “Aşı da olmayacağım, PCR de yaptırmayacağım, Allah’ın dediği olur,” diyor, okullarda test zorunluluğuna isyan ediyordu.

Kuşkusuz bizdeki az sayıda gerçekten renkli popüler figürlerden biri olarak bir tür ilgiyi hak etse de Yıldız Tilbe’ye bol keseden atfedilen (olumlu manada) “delilik” ve “deli bilgelik” sıfatlarını hiçbir zaman benimseyemedim. Evet o köpükler saçan eril dilinin cevabını vererek İbrahim Tatlıses’in programını terk etmesi doğru davranıştı. Şarkı sözlerinin, danslarının “değişik” var oluşunun ihtiyaç duyulan “çatlak star” kontenjanında denk geldiği bir yer var. Ama aynı kişi Yahudi düşmanı, ırkçı sözlerle, aşı karşıtlığıyla sık sık gündeme geliyor, hemen hemen hep yanlış tarafta yer alıyorsa burada ne bir isyan görmek mümkün, ne de atfedilen deli bilgeliği. Aksine dünyanın onu getirdiği yerde kolaylıkla hakkı yenenlerin sesi olabilecekken şansını hep güçten yana kullanıyor gibi görünüyor.

Aşı karşıtlığını “benim bedenim benim kararım” gibi bir yerden görmek çok zor. Saptanan vakaların neredeyse hepsi aşısızlardan çıkar, bu durum başta sağlık görevlileri herkesi riske atarken, bu artık inada binmiş kör inanca “özgür seçim” deyip geçmek de. Dünya yanarken olmayan bir ihtimale oynayacak denli kendini “akılsızca” sevmenin çok narsisistik bir yanı var. İşte o yanda ırkçılar, aşı karşıtları, kadın düşmanları, homofobikler, hayvanlara şiddete göz yumanlar düşünüş tarzı bakımından ortaklaşıyor.

Delilikten bahsedeceksek yerli yerince edelim. Bugün biri güzelce, olması gerektiği şekilde delirerek isyanını yüksek sesle dile getirdi. Beslediği sokak köpeğinin barınağa alınması için şikâyet edilmesine tepki gösteren aparman sakini, daire 16’dan Özay Kaya. “Tek biz yaşamıyoruz bu dünyada, hayvanlar da var!” diye haykırdı. İşte bu daire 16 ruhu genelleşirse her yer pırıl pırıl olur, dünyaya baktığımız pencereler ardına kadar açılır, pek çok canlı kendi cehenneminde sessiz sedasız acı çekmekten kurtulur. Umut burada, bu bakış açısında. “Tek biz yaşamıyoruz bu dünyada!”


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.