Tekinsiz sükûnetin içinde var olmak: Bir Şeyim Yok Anne, Ben İyiyim

Hüseyin Kıyar'ın romanı 'Bir Şeyim Yok Anne Ben İyiyim', İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Yağmur Yıldırımay Bayrakçı

“Vücut hep bildik, güvenli ve hafif rüzgârın ortasındayken bir zaman sonra algılar körleşiyor. İnsanın içiyle dışı birbirine karışıyor, ayrım ortadan kalkıyordu. Farklılığın olmadığı yerde hareket de yoktu, hayat da.” Böyle düşünülen bir yerde, başkarakterin sütliman bir hayatının olmasını beklemek pek abes kaçar. Demek ki deriz, fırtınalı, sisli bir mekâna aşina olacağız. Pek tabii öyle anlatılıyor Mahmut; tekinsiz, meçhul, suskunlukların, içten içe konuşmaların hâkim olduğu bir dünyada. Burası, zifiri bir heyula. Mahmut bundan pek şikâyetçi değil, “iradesiyle hayatın yeknesaklığını aştığını” düşünmek, bunun için çabalamak -yaşadığını hissettirir çünkü- çoğu zaman istediği şey ama yine de insan olmanın uçsuz bucaksızlığıyla sarsıldığı yerler de var: Yanında hissedemediği, çoğu zaman öfkeli olduğu ağabeyleri; yanı başında ama ulaşamadığı annesi, düş mü gerçek mi olduğunu kestiremediği -belki de kestirmek istemediği- “hülya”sı. Böyle bir dünyada kendini arıyor Mahmut, “yıkık dökük, düşüp devrilmemek için birbirine yaslanmış gibi duran eski binaların önünden” geçerek, bazen vakur bir kahraman, bazen annesinin memesinde bir bebek.

Mahmut, elli yaşında emekli makine mühendisi. Hayatının son birkaç yılını okuduğumuz zamana kadar tek yaşarken, hem annesini yalnız bırakmak istemediğinden hem de artık maaşının yetmemesinden seksen yaşındaki annesiyle yaşamaya başlar. Bu birliktelik, Mahmut’u geçmişine, “soluk bir zaman çizelgesinde zorluklarla” hatırladığı yıllarına götürür. Bir sorgulama evresine girer, nasıl biri olduğunu düşünür. Kendini tartmaya başladığında görür ki ağır gelen şeyler vardır kefede. Biri, sevgi üzerinedir. Mahmut’un en çok korktuğu şeydir sevilmemek. Bu sebeple hep tereddütlü yaşamış, eksik kalmış, soramamış, içindeki kaygı deryasında dolanıp durmuş. Bıçak sırtında yaşadığı bu düzende hatırladıklarıyla mütereddit Mahmut’u okuruz biz de. Kitabın formu ise bu yaşamak uğraşını iki farklı açıdan takip etmemize yardım eder. İtalik yazılanlarla “hülya”sına, rüyasına -gerçeğine?- odaklanırken diğer sayfalarda annesiyle geçirdiği sessiz-renkli, fail-mağdur, kırılgan-kudretli hayatına odaklanırız. “Peki öyleyse ben nasıl ve neye hizmet etmek üzere biçimlendirildim?” diye bağırdığı kitapta Mahmut’un ailesine dair hissettiği duyguları, taşıdığı “yükü”, kaçmak istemesinin ama başaramamasının sancısını görürüz. Mizah ise en sadık eşlikçimizdir, çünkü ara sıra gülümsemek herkese iyi gelir:

“Anne ilacını aldın mı?”
“Aldım. Az önce. Görmedin mi?”
“Görmedim.”
“O zaman gözlüğünü tak!”
“Ben gözlük kullanmıyorum ki.”
“Demek ki zamanı gelmiş, kullansan iyi olur.”

Bir Şeyim Yok Anne Ben İyiyim, Hüseyin Kıyar, 207 syf., İletişim Yayıncılık, 2022.

ESER MİKTARDA AİLE, BOLCA HÜZÜN

Günlerin birbirine benzediği hayatta, içine çaresizliğin işlendiği Mahmut’un bazen bir “yük” gibi gördüğü -bunu dışarıdan söylerse canı çok yanacak- annesiyle olan ilişkisi, kitabın merkezinde. Babası ölü, bir ağabeyi yurt dışında, diğeri Antalya’da yaşıyor. Ankara’da kalan Mahmut, evin küçük oğlu, annelerini yalnız bırakan bu aile üyelerine öfkeli. Kendisi ise annesiyle birlikte geçirecekleri zaman azaldığı için hüzünlü, sonunun gelmeyeceğini anladığı bu düşüşü kabullenmiş fakat bundan mustarip de çünkü kusamadığı bir öfkesi var. En korktuğu şey sevilmemek demiştim ya, bu korkunun nedeninin kimden kaynaklandığını düşündüğünde ilk aklına gelen annesi olur. Bunun üzerine konuşarak sorununu aşmak ister fakat anne ile iletişimi kuvvetli değildir. Kitabın mizahi dili de Mahmut’un acısına acı katmak istercesine anne-oğul arasındaki diyaloglarda belirir. Çoğu zaman dinlemeyen, kafası başka yerde olan, alakasız birçok şeyi yan yana getiren anne, Mahmut’un dediği çoğu şeyi anlamaz. Hep bir anlaşamama hali var aralarında, anneden kaynaklı. (Bunun sebebi yaşlılık mı yoksa başka şey mi buna okur karar verecek elbette.) Mahmut ne yaparsa yapsın kendini anlatamayacağını düşünse de bir gün, kendine has çelimsiz kahramanlığıyla annesiyle yüzleşmek ister ve sorar:

“Anne, suçluluk duyguları içinde yaşıyorum. Mesela birisiyle konuşuyorum, değil mi, o sırada konuşulan konunun dışında o kadar çok şey düşünüyor ve o kadar çok şey sarf ediyorum ki. […] Birisiyle konuşurken, işte, sanki bir şeyler içimi eziyor. Nerede olduğunu kestiremediğim bir açıklıktan içeriye sızan rüzgâr, karşımdakinden daha değersiz biri olduğumu fısıldıyor bana. Açıklık dedim de, bir pencere bir kapı bulabilsem tüyeceğim ama orada durmak zorundayım. […] kendimi değersiz hissediyorum ama niye? Senin bu konuyla bir ilgin olabilir mi acaba?”

Bu yüzleşmeyi kabul etmek bile meşakkatliyken dile getirmek epey sancılı ilerler. Anne, duymaz oğlunu. Cesareti kırılır Mahmut’un. Hiçbir şey olamamanın ağırlığında, kurduğu hayali ile gerçek arasında sıkışıp kalır. Sadece yaşamak değil, var olmak iste. Bu nedenle korkularını aşmak için annesine, bebek muhtaçlığında el uzatır çünkü hâlâ sımsıkı bağlıdır annesine. Fakat Mahmut’unki gibi bir hayatta çoğu zaman el değdiğinde kırılırsa onarılamayacağına inanılan aile mefhumu, vicdanının üzerine olanca ağırlığıyla çöker. Cevap alamayan, bir şey diyemeyen, sevgi ve öfke ile hemhal olan Mahmut, şöyle tarif eder kendini: “Güneşin alnında kuruttu beni, sonra biraz kıyma ve pirinç ile, bolca da kendine acıma, korku, keder, suçluluk duygusu ile, tatsız tuzsuz iyilikle doldurdu, afiyetle yedi.” Mahmut, bu öfkeyle mücadele etmek zorunda olduğunu düşünür, hem kendini hem de annesini üzmemek için. Bunu ona yaptıran şey ise aksini yaparsa hatırladığında içini acıtacak bir anıya sahip olmak istememesidir. Yani aile, taşıması zorlayan bir yük olur.

CESUR OLUNABİLİR Mİ?

Annesini terk etmeye çalıştıkça başaramayan, kenarları iyice keskinleşen, içini yırtan, kanatan doğrular onu “hülya”lara bağlar. Merkezinde, bir türlü arayıp bulamadığı Hülya’nın olduğu, rüya mı yoksa düş mü olduğunu kestiremediğimiz italik yerler buraya odaklanır. Bu kısımlarda Hülya’yı ararken pavyonda dayak yer Mahmut, bazen de kayıpların arandığı bir programda çağırır onu. Hareketin daha çok olduğu, absürde kayan bu kısımlar bir arayış koşturmasıdır. Mahmut’un “gerçek” hayatındaki kaygan zeminleri burada da devam eder. Haliyle, ne yazık ki kalbinin üzerine basan o “yumuşak ama ağır el”in geri çekildiğini hayal ettiği bu yerler de buruk bir sona çıkar.

Mahmut bu romanda “usul usul ağladıkça makyajı akan bir palyaço” gibidir. Kendine sordukça cevap bulamaz. “Bazen, cevabı verilemeyen soruları dümensiz, boş bir kayığa bindirmek ve kayığı denize itmekten başka çare” yoktur ya, tam oradadır bittiğinde. Annesiyle plajda, öylesine, şu sorusuna cevap vermemizi beklercesine: “Mümkün müydü, ardında birikmiş su ve toprak bulamacının gittikçe artan basıncı yüzünden yıkılmak üzere olan bir istinat duvarına artık payanda olmaktan vazgeçip bir kenara çekilmek? Bu kadar cesur olunabilir miydi?”