Kamu hizmetlerinde dijital dönüşememenin hikayesi

Dijital okuryazarlık hamlesini tıpkı Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki alfabe okuryazarlığının artırılması için verilen mücadele kadar geniş çaplı ve hayati öneme sahip bir konu olarak değerlendirmek gerekiyor. Hayatın istisnasız her alanında teknoloji kullanımı artarken, Batı dünyasına göre toplum olarak geri kalmamak adına dijital okuryazarlık oranının bir an önce çok daha iyi seviyelere getirilmesi gerekiyor.

Google Haberlere Abone ol

Dijital dönüşüm, son 20 yıldır katma değeri yüksek teknoloji destekli ürünler geliştirilmesinden kamu hizmetlerinin dijitalleştirilmesine kadar birçok alt başlık kapsamında tartışılıyor. Kısa ve orta vadeli strateji planları, faaliyete geçen yeni kurumlar, milli teknoloji hamleleri derken korona virüsü günlerinde kamu hizmetlerinin dijital dönüşüme ne kadar verdiği cevapları yaşayarak görüyoruz. Kabul etmek gerekiyor ki bu süreç bütün devletleri, toplumları ve bireyleri hiç alışık olmadığı durumlarla karşı karşıya bırakıyor. Kamu hizmetlerinin erişilebilirliği açısından hiçbir devlet ve toplum bu sürece tam anlamıyla hazırlık olmasa da hızla ayak uydurabilenler için hayat daha kolay akıyor. Mümkün mertebe evden çıkmadan, teması azaltarak hayatımızı sürdürmemizin öğütlendiği bu günlerde, toplumun büyük bir bölümünü etkileyen iki temel konu üzerinden Türkiye’deki kamu hizmetlerinin dijital dönüşememe hikayesine kısaca göz atalım.

FATİH, TÜRKİYE’Yİ FETHEDEMEDİ

2010 yılında, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Eğitimde FATİH (Fırsatları Artırma, Teknolojiyi İyileştirme Hareketi) Projesi’ni tanıttı. Proje; okulların ve dersliklerin internete erişim, donanım ve yazılım bakımından çağa ayak uydurmasını öngörüyordu. Atılacak adımları kısaca okulların internet altyapısının güçlendirilmesi, dersliklerde etkileşimli tahtalar, öğretmenlere ve öğrencilere e-kitaplar verilmesi, EBA’nın (Eğitim Bilişim Ağı) aktif olarak kullanılması olarak özetleyebiliriz.

Erdoğan’ın üç yılda tamamlanması hedefini koyduğu FATİH, onuncu yılına girdiğinde korona virüsü salgınıyla sınandı. Projeye dair yapılan açıklamalarının satır başlarını hatırlayacak olursak aslında projenin gidişatına dair fikir edinebiliyoruz. Milli Eğitim Bakanlığı Yenilik ve Eğitim Teknolojileri Genel Müdürü Dinçer Ateş’in 2015’teki açıklamasına göre 2012-2014 arasında öğretmen ve öğrencilere 737 bin tablet dağıtılırken 2015’te de 700 bin tablet daha dağıtılması öngörülüyordu. Ateş, yerli üretim planlaması yapıldığını ve 2016’da 5 milyon 300 bin, 2017’de 2 milyon 650 bin, 2018’de de 2 milyon 650 bin tabletin daha öğretmen ve öğrencilere dağıtılmasının planlandığını açıklamıştı.

2018’de dönemin Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz, tablet yerine klavyeli bilgisayar dağıtmayı planladıklarını duyurmuştu. Bu dönemden itibaren projenin gidişatına dair derli toplu bir veriye ulaşmak neredeyse imkansız. Dağıtılan tabletler konusunda Genel Müdür Dinçer Ateş’in 2015’teki açıklamasını baz alırsak en az 1 milyon 437 bin tablet dağıtıldığını söylemek mümkün. Bakanlık verilerine göre ise 2019-2020 eğitim öğretim yılında ise örgün eğitim gören öğrenci sayısı toplam 18 milyon 108 bin. Yani öğrencilerin çok küçük bir bölümüne tablet dağıtıldığı ve hatta aradan geçen yıllar içinde bu öğrencilerin de mezun olmuş olabileceği ihtimali, güncel olarak FATİH Projesi kapsamında tablet sahip öğrenci sayısının çok daha az olabileceğini bize söylüyor.

Hal böyle olunca, korona virüsü sebebiyle uzaktan eğitimin bir anda gündeme oturduğu ilkbaharda, Bakanlık, içerik üretimi ve yayın planlaması, teknolojik altyapı kontrolü gibi konularla bir anda yüz yüze kaldı. Öğrencilerin önemli bir bölümü EBA’daki içeriklerin yetersizliği sebebiyle televizyona yönlendirildi. Televizyonda yayınlanan derslerin içeriği ve devamlılık kurgusunun ne kadar doyurucu olduğu da ayrı bir tartışma konusu.

Üç yılda tamamlanması hedeflenen FATİH Projesi’nin aradan 10 yıl geçse de temel altyapı, donanım ve içerik hedefinin yakınından bile geçemediğini görüyoruz. Eğer gerçekçi bir proje planlaması ve takibi yapılmış ve proje büyük ölçüde tamamlanabilmiş olsaydı korona virüsü sürecinde dünya çapında örnek olabilecek şekilde eğitimin sekteye uğramadan devam ettiğini söyleyebilirdik.

E-DEVLET: TEORİDE ZEHİR GİBİ, PRATİKTE SALLANIYOR

Yıllar önce başlatılan ve kamu hizmetlerine internet üzerinden erişilebilmesini amaçlayan E-Devlet projesi yurttaşlar için büyük kolaylıklar sağlıyor. Herhangi bir işlem yapmak için mesai saatlerini kovalamak ve kamu binalarına gidip sıra beklemek gerekmiyor. E-Devlet üzerinden askerlik durum bilgisinden sigorta geçmişine kadar onlarca hizmete erişmek mümkün. Tabii ki bunun mümkün olması herkesin bu yollara başvurduğunu da göstermiyor.

Korona virüsü dolayısıyla çalışmak için dışarı çıkmak zorunda kalan insanlar arasında kamu personelleri de var. Kendi gözlemlerimden yola çıkacak olursam kamu çalışanı birçok insan, salgının ilk haftalarında hizmet verdikleri binalardaki yetersiz önlemler kadar gün boyu binaya girip çıkan yüzlerce insan dolayısıyla da kendilerini hiç de güvende hissetmiyorlardı. Kamu hizmetlerini aksatmamak adına kurumlar, bazı önlemler alarak çalışmaya devam etse de Covid-19’un yayılma ilkesini düşünürsek tek taraflı bir çabanın hiçbir işe yaramayacağını da biliyorduk. Örneğin bankacılık uygulamalarından veya E-Devlet üzerinden kolayca halledilebilecek vergi ödeme veya sorgulama işlemleri için, virüs kapma riskini göze alarak insanlar neden vergi dairelerine gitmeye devam ettiler? Cezalı duruma düşmekten mi korktular yoksa yapacakları işlemlere dair somut bir onay kağıdı almadan işlemin garantili olup olmayacağını mı düşünüyorlardı? Belki de yapmak istedikleri işlemleri birkaç dakikada E-Devlet üzerinden de halledilebildiğini bilmiyorlardı?

Eski kafa garanticiliğiyle ve olası bir sorunla boğuşurken kamunun ceberrut tarafıyla yüz yüze kalıp dert anlatmaya çalışmamak için bildikleri yoldan şaşmadılar. Acil olmayan işlemlerini bile yapmak için “Şimdi nasılsa herkes evindedir, hızlıca işlerimi hallederim” kurnazlığıyla kamu binalarına gidip önlerinde -bazen fiziksel mesafe kurallarına uygun- uzun kuyruklarda beklemeyi göze aldılar.

Soy ağacı sorgulamak için E-Devlet’i günlerce tam kapasite çalıştıran insanlar, ‘ciddi’ işleri için neden hâlâ interneti tercih etmiyorlardı? Bu noktada sanırım ciddi bir güvensizlikten bahsedebilirim. İnsanlar, en mahrem kişisel bilgilerini klavyeye tuşlayıp para-pul işlerini şansa bırakmak istemiyorlar. Bu güvensizliklerinin sebebi de E-Devlet altyapısının yetersiz olması veya güvenlik açıkları barındırması değil. İnsanların tamamen kendi korkuları. Bu korkuları da tanımadıkları şeyden; internetten ileri geliyor. Her yaş grubundan insana korkularının yersizliğini gösterme adına, eser miktarda bütçe ayrılan minicik kurumların hazırladığı ve hazırlayanı hariç kimseye ulaşmayan çağın gerisinde kalmış eğitim içerikleri hazırlamak dışında devlet ne yapıyor?

E-Devlet gibi bir altyapıyı hizmete sokmuş olsa da topluma bu uygulamaları nasıl kullanacağını, işlemlerini güvenli bir şekilde nasıl yapacağını, ne tür durumlarda kişisel veri güvenliğinden şüphe duyması gerektiğinin anlatılması gerekiyor. İnsanlar, dijital kanalların da en az fiziksel kanallar kadar güvenli veya riskli olduğunu gördüğünde ve nasıl kullanabileceğini öğrendiği zaman korkuları tamamen yok olmasa da daha gerçekçi hale bürünecektir. Vatandaşlarının el yordamıyla dijital hizmetleri öğrenmesindense özellikle okullarda dijital okuryazarlık derslerini başlatarak orta vadede gerçekten de kamu hizmetlerinde dijital dönüşüme dair anlamlı ve faydalı bir adım atılabilir. Peki ya okul çağı geçmiş insanlar için ne yapmalı?

HALK EĞİTİM MERKEZLERİNİN MİSYONUNU YENİDEN DÜŞÜNMEK GEREK

Her kamu kurumu kendi görevi kapsamında dijital okuryazarlığı artırıcı faaliyetlerde bulunmalı. Bu faaliyetler artık yıllardır gelen “Kendini hakim, savcı, polis olarak tanıtan…” diye başlayan dolandırıcılığa karşı uyaran SMS’lerden artık birkaç adım öteye geçmeli. Kamu hizmetlerinde dijital dönüşümün dinamosu olabilecek en uygun kamu kurumu bence halk eğitim merkezleri olabilir. Her il ve ilçede teşkilatı bulunan merkezlerin birçoğunda temel bilgisayar kullanımı dersleri olmakla birlikte yeterli kapsayıcılığa ve derinliğe sahip değil. Emekliler için hobi, gençler için meslek edindirme kurslarının dışında toplumda dijital okuryazarlığın artırılması için daha kapsamlı planlar yapılabilir. Kamu, dijital okuryazarlığı artırmak için öncelikle kendi organizasyonunu elden geçirip gerekli dijital dönüşüm hamlelerini olabildiğine hızlı yapmalı ki toplumdan gelecek talebi karşılayabilsin.

Dijital okuryazarlık hamlesini tıpkı Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki alfabe okuryazarlığının artırılması için verilen mücadele kadar geniş çaplı ve hayati öneme sahip bir konu olarak değerlendirmek gerekiyor. Hayatın istisnasız her alanında teknoloji kullanımı artarken, Batı dünyasına göre toplum olarak geri kalmamak adına dijital okuryazarlık oranının bir an önce çok daha iyi seviyelere getirilmesi gerekiyor. Dijital okuryazarlığın artırılması politik bir tercih veya dünya görüşü olarak değil, bu çağın öncelik verilmesi gereken olmazsa olmaz genel politikalarının başında gelmelidir.

Şu bir gerçek ki Türkiye’deki hanelerin çok büyük bir bölümünde bugün artık internete bağlanabilen en az bir tane cihaz var. Özellikle eğitimde fırsat eşitliği kapsamında öğrencilerin, öğrenim materyallerine erişebilmesi konusunda kamunun üstlenmesi gereken sorumlulukları olmakla birlikte toplumun da bu dönüşüme zihnen hazır hale gelmesi gerekiyor. Elimizdeki cihazlarla balon patlatma oyunu mu oynayacağız yoksa ders mi dinleyeceğiz, foto galeri içinde mi kaybolacağız yoksa katma değerli bilgilere mi ulaşacağız? Bunun kararını verecek olan kullanıcılar olarak bizleriz.