Televizyon ekranından Türkiye’ye bakmak
Televizyon ekranının toplumun yansıması olduğu varsayımı tartışmalı bir konudur. Bu varsayımı doğru kabul edersek son 30 yılda ekrandaki değişim toplumdaki değişimle paralel olmuş diyebiliriz.
Türkiye’de televizyon tarihini yazmaya başlamak elbette TRT’nin kuruluşuna gitmek anlamına geliyor. Ama televizyonun tam anlamıyla renkli bir eğlence kutusuna dönüşümü ilk ticari televizyon kanallarının açılmasıyla birlikte oluyor. Gazete Duvar’ın 100. yılda 100 yazı serisinde bu yazılarla öznel olarak tarihe not düşen metinler üretiyorsak benim kişisel televizyon tarihim 1990 yılında başlıyor. Özel televizyonların açıldığı, basının ve devlet televizyonun ardından Türkiye’de ‘medya’ sektöründen bahsetmeye başladığımız yıl.
Türkiye’de televizyon tarihini incelemek biraz siyaseti, biraz ekonomiyi, biraz da toplumu incelemek anlamına geliyor. Sahi 1990’lı yıllarda televizyon ekranı rengarenk bir dünya sunarken ülkede neler oluyordu?
ÖZEL TELEVİZYON YAYINA BAŞLADI YASA ARKADAN GELDİ
Magic Box’ın kurulduğu yıl anayasada “Türkiye’de radyo ve televizyon yayıncılığı yapma hakkı TRT’ye aittir” yazıyordu. Star 1 kanalı yeni yıla birkaç ay kala açılmış ve yılbaşı gecesinde yaptığı yayınla Nesrin Topkapı’lı TRT yılbaşı eğlencelerini yıkıp geçmişti. Ekranda bol dansöz, her türden müziğe yer veren bir repertuar ile ‘eğlence kutusu’ tanımını hak eder bir yeni yıl girişi olmuştu. Star’ın ardından bugün ana akımda izlediğimiz kanallar arka arkaya açıldı. Bu televizyon kanallarını açanların bir kısmı gazete patronlarıydı, bir kısmı da bankacılık sektöründen geliyordu. Zaten 1970’lerin sonuna doğru gazetelerin patronları gazeteciler yerine iş adamlarından oluşmaya başlamıştı (bakınız Aydın Doğan). Bu iş adamları ‘korsan’ olarak da başlasa televizyon sektörüne koşar adım yatırım yaptılar. Medya plazalar televizyon kanallarıyla birlikte gazeteleri de yanına alıp şehrin (o zaman için) çeperlerine taşınmaya başladı. ATV, Show TV, Kanal D, TGRT (bugünün Fox TV’si) çoktan kurulmuştu, ama ticari yayıncılığa izin veren yasa sonradan çıktı. Dönemin başbakanı Tansu Çiller’in korsan yayıncılığa karşı hareketiyle özel radyoları kapatması o zamana kadar geçirdiği askeri müdahale dönemlerinden sonra kendi kabuğuna çekilen toplumu bir araya getirip eylem yaptıran ilk olay olmuştu. ‘Radyomu geri istiyorum’ kampanyasıyla halk sesini duyurmuş, araba antenlerine takılan siyah kurdele protestosu ile ticari radyolar yayına geri dönmüştü. Özel kanallarla birlikte reklamlar daha büyük yer kaplamaya ve önem kazanmaya başladı, bu beraberinde izleyici ölçümlerini getirdi. Kanallar korsan, kanallar anayasaya aykırı ama reyting ölçümleri başlamıştı. 1994 yılında RTÜK kuruldu, televizyon sektörü için yeni bir dönem başladı.
Televizyonun renkli dünyasında yarışmalar, diziler, Yeşilçam filmleri, yabancı sinema filmleri, Show TV’nin kırmızı nokta ile yayınladığı yetişkin filmleri derken habercilik açısından da farklı şeyler ekrana geliyordu. Reha Muhtar’ın Show TV ana haberlerini sunma üslubu, rahmetli Mehmet Ali Birand’ın Kanal D ana haberlerini sunarken yorum köşesi açması, ATV ana haberlerini sunmanın yanı sıra Ali Kırca’nın Siyaset Meydanı programında bugünün ekranlarında görmediğimiz bir çoğulcu katılımla toplumu ilgilendiren her konuyu sabaha kadar tartışması, Uğur Dündar’ın Arena’da merdiven altı üretim yapan peynircileri basmasından korsanlar tarafından kaçırılan gemiye helikopterden atlamasına kadar televizyonculuğun yeni kodları bu dönemde yazıldı. Bu isimlerin hepsinin TRT’den özel televizyonlara geçmesi de elbette çok önemliydi.
90'LI YILLAR: BİR YANDA SKANDALLAR, DARBELER, BİR YANDA: KUPONLAR, ÇEKİLİŞLER
Televizyon ekranında kanal sayısı çoğalıp eğlence ortamı genişlerken ülkede pek çok kriz aynı anda yaşanıyordu. 90’lar deyince siyasette ilk aklımıza gelenlerden biri koalisyon hükümetleri olur. 10 yılda 10 hükümet, pek çok ekonomik kriz (en meşhurlarından biri Çiller’in 5 Nisan kararları), 12 Eylül ve sonrasının kapalı toplumundan Turgut Özal’ın liberal ekonomi politikalarıyla birlikte serbestçe harcamaya, tüketmeye başlayan kapitalist bir topluma dönüşüm sırasında pek çok yolsuzluk da ortaya saçıldı. İSKİ skandalı, Susurluk kazasıyla ortaya çıkan ilişkiler ağının yarattığı skandallar kamuoyunun gündemindeydi. Susurluk kazasıyla ortaya dökülen derin devlet, toplumu ikinci kez harekete geçirdi; ‘aydınlık için 1 dakika karanlık’ diyerek evlerin ışıkları akşam 20.00’de 1 dakikalığına karardı. Bu yıllar aynı zamanda terörün arttığı, gazetecilerin katledildiği yıllardı. Ve bu yıllar aynı zamanda Türkiye’de Kürt meselesinin de tartışılmaya başladığı yıllardı. Diğer önemli bir tarih de 28 Şubat’ın medyayı bölmesi -ya da birleştirmesi demek daha mı doğru olur acaba? 28 Şubat’a karşı duran Akşam Gazetesi’ni, iki dağıtım şirketini elinde bulunduran Sabah ve Hürriyet gazetelerinin nasıl dağıtmadığının hikayesi basın tarihi yazısında anlatılacaktır belki. Toplumun siyaset, ekonomi ve sosyal ayağında hal böyleyken televizyon kanalları, sahiplerini büyütüp, siyasetle kurdukları ilişkiyi yeniden düzenleyip, ki bu düzenlemeyi ben uyumlanmak olarak adlandırıyorum, toplumu eğlendirip, eğlendirirken bir de gazetelerin ansiklopedi dağıtarak başlattığı promosyon furyasının ileri ayağında kupon toplayıp çekilişle ev-araba veriyordu. Televizyon ekranını sanki umarsız gibi anlatıyor olabilirim, ancak 90’larda hemen her televizyon kanalının bir bankasının olması, denetimsiz büyüme arzusu, orantısız rekabet (Cem Uzan’dan pek çok örnek verilebilir) köy yanarken saçını taramaya benziyor. Zaten 2001’deki ekonomik krizle bankası olan neredeyse tüm medya holdingleri batıp ve TMSF tarafından el konulunca gördük ki bankalar kendilerini fonlamaya yaramış. Bankacılık alanının düzenlenmeye başlanması (1999 yılında BDDK kuruluyor) ile görüldü ki; medya şirketlerinin kamu ihalelerine girmesi o dönemde yasak olsa da yan yollardan girmeleri mümkün kılınmış. Krizi öngörerek bankaları olmasına rağmen güvenli alanda kalan Aydın Doğan ve medyası, NTV’yi daha yeni satın alarak medyaya giren Garanti Bankası’nın sahibi Şahenk’ler krizden etkilenmeyenlerden. 1999 yılında yaşadığımız Gölcük ve Düzce depremleri, aynı yıl Öcalan’ın yakalanışı, Türkiye’nin AB aday adaylığından adaylığa geçişi, 2001 krizi ve akabindeki seçim öncesinde ülkenin önemli gündemleriydi.
AK PARTİLİ YILLAR BAŞLIYOR
Tarihimize ‘anayasa fırlatma krizi’ olarak giren ve sonunda büyük bir ekonomik kriz ve ardından seçim getiren olayın ardından 2002 yılında Ak Parti uzun süren koalisyon hükümetlerini sonlandırıp tek parti olarak seçimi kazandı. AK Parti’nin seçim kampanyasındaki ekonomik istikrar vaadi merkezde duran gazeteler ve televizyon kanalları tarafından da desteklenmişti. Yeni iktidar TMSF’nin elindeki medyayı ondan ümit besleyenlere dağıtmaya başladı. Mesela o dönemde Cem Uzan’ın eski kanalı Aydın Doğan tarafından satın alındı. Hatırlayanlar vardır; aynı izleyici kitlesini hedefleyen iki ana akım kanala (Kanal D ve Star) neden sahip olmak istenir ki sorusu çok soruldu. Ancak medya sahipliğinin iktidara karşı bir güç ya da başka bir deyişle iktidar için bir güç olabileceği de açıkça bilinen bir gerçek. Gerçi Aydın Doğan’ın medyasının özellikle Deniz Feneri davasını haberleştirmesinin ardından başlayan iktidarla çekişmesi ülke tarihinin en büyük vergi cezasını almasıyla son bulmuştu. Sonrasında bir medya kuruluşu reklam pastasının yüzde 30’undan daha fazlasına sahip olamaz denilerek Aydın Doğan’ın Star televizyonunu ve bazı gazetelerini satarak küçülmesi sağlandı.
2002-2009 yılları arasında televizyon ekranının çeşitliliği içinde dizi sektörünün kocaman bir dünyaya dönüşmesine tanıklık ettik. Asmalı Konak dizisi yayınlanırken ben üniversite öğrencisiydim. İkinci öğretim okurken dizinin finaline yaklaşan bir yayın gününde derslerin erken boşalıp üniversite kantininde Asmalı Konak izlendiğini hatırlıyorum. 90’larda Bizimkiler, Süper Baba, Şehnaz Tango 2000’lerin başında İkinci Bahar, Ekmek Teknesi, Yeditepe İstanbul, Şaşıfelek Çıkmazı, Yedi Numara bugünün hikayelerinde göremediğimiz özgür bir anlatım sunuyordu. Andığım 3 dizinin TRT’de yayınlandığını hatırlayalım. Bugünü ve 15 yıl önceyi kıyasladığımızda bugün karşımıza çıkan tarihi yeniden yazmaya çalışan iktidar dizileri ile özgürlüğe pek de yer bırakılmıyor.
İKTİDAR ELİYLE MEDYA PATRONLUĞU DAĞITIMI
Aynı yıllarda medya sektörüne ilk defa giren şirketlerle de tanıştık. TMSF’nin uzun süre yönetimini üstlendiği ATV için Çalık Holding elini taşın altına koydu. Elleri pek çok taşın -madenin- altındaydı ama medya sahipliği ile daha da büyüdüler. İktidarla bağlantısı açıkça bilinen Çalık’ların yanı sıra, Ciner yine madencilik faaliyetinin yanına medyayı ekledi. Yayına geçen ilk dijital platform Digitürk’ün bir kısmına Katarlı bir yatırım firması ortak oldu. Aynı dönemde Doğan Holding’e de yüzde 25 ile Axel Springer yatırım yaptı. Televizyon sektörünü büyüten bu girişimler yine düzenlenmesi pek de dikkate alınmayan bir şekilde yürütüldü. Örneğin, bir yabancı firma Türkiye’de bir medya kuruluşunun sadece yüzde 25’ine sahip olunabilir denirken Digitürk daha fazla yatırım almıştı. Ama platform olması kafaları karıştırmış ve televizyon kanalı ile aynı şey değil dedirtmişti. Bu kural sonra yüzde 50’ye çıktı ama o sırada da TGRT, News Corporation’a satıldı. “Hisseler başkalarının üzerinde gösteriliyor, masa üzerinde kurala uygun” dendi. Aynı dönemde Türkiye’nin ilk müzik kanalı ve -sanırım video klip sektörünü büyüten kanal dememiz yanlış olmaz- Kral TV, uzun süren TMSF yönetiminden sonra Doğuş Grubu’na satıldı. Ülkede siyasetin tekrar kızışmaya başladığı, Cumhuriyet mitingleriyle yeni bir muhalefet oluşturulurken bu mitinglerin bir çeşit sözcülüğünü yapan KanalTürk televizyonunun sahibi Tuncay Özkan, bir gecede kanalı daha sonra Fetö terör örgütü bağlantısıyla kapatılan İpek-Koza Grubu’na sattı.
Yıl 2007, Hrant Dink katledildi. Bu sırada ABD’de yaşanan mortgage krizi tüm dünya ekonomilerini etkiledi. Türkiye’ye sıcak para girişi özelleştirmelerle yapıldı. Özelleştirmelerin en çok tartışılan kurumu Türk Telekom hala gündemde. Fabrikalar, dereler, tepeler, ormanlar derken pek çok satışla ekonomi idare ettirildi. Bu sırada Oda TV, Balyoz, Ergenekon davaları ile yeni bir gündem başladı. İşte tam da bu yıllarda medyada değişim başladı. Medya dışı faaliyet alanlarında hızla büyüyenler, büyümeye devam edebilmek için, artık yasalaşan kamu ihalesi serbestliğinden daha fazla yararlanmak için ekranlarını değiştirmeye başladılar. Tam da bu sıralarda oldu NTV’den Can Dündar, Banu Güven ve Mirgün Cabas gibi ekran yüzleri gazetecilerin gönderilmeleri.
GEZİ PARKI PROTESTOLARI PENGUEN MEDYASI
2013 yılında Gezi Parkı protestoları televizyon ekranı için başka bir dönüm noktasıydı. CNN Türk’ün penguen belgeseli yayınlandığı günlerde uluslararası basının ilgisi Gezi Parkı’ndaydı. ATV ve diğer medya şirketlerini yönetmekten yorulan Çalık’ın yerine uluslararası sermayenin geçmesi istenirken, bu dönemde gördükleri baskıdan dolayı tekliflerinden vazgeçenler oldu. Böylece hayatımıza havuz medyası ve medyanın ‘inşaatçıları’ girdi. Ve elbette 15 Temmuz darbe girişimi sonrası da bugünün televizyon ekranı son şeklini almış oldu. Darbe girişimi gecesi basılan CNN Türk, kısa bir süre sonra Demirören’e satıldı, böylece farklı bir sektörden medyaya yeni bir giriş daha oldu.
Bu zaman içinde 90’ların medya ve bankacılık sektörü birlikteliği, özelleştirmelerle birlikte açılan yeni enerji alanlarında medya sektörünü enerji şirketlerine dönüştürdü. Bugünün medya holdinglerinin hemen hepsinin bir enerji yatırımı var, kimi kömür madeninde, kimi HES’lerde üretim yapıyor.
EKRANDA TEMSİLİYET SORUNU
Bu ekonomi politik yapının televizyon ekranını nasıl değiştirdiğini, gözle görülür bir değişim yaşandığını biz izleyiciler takip ettik. Haber kanallarının seslerinin birbirine benzemesi, bizi daha kapalı bir topluma dönüştüren -belki de muhafazakarlaştıran-, aileyi, toplumsal cinsiyet rollerini, toplumun kurumlarını ve sokağı yeniden kuran hikayelerde karşılaştığımız temsillerin değiştiğini gördük. Elbette değişmeyen roller de var. Televizyonun temsil ettiği değerlerde erkek egemen toplum hep öndeydi. Dizilerdeki maskülen erkek-seküler/özgür kadın ilişkileri bugün dindar erkek-seküler kadın ilişkilerine dönüşmeye başlasa da aslında çoğunlukla erkeğin etrafında kendini var eden (yok eden mi demek gerekir) kadınlar var. Bireysel hikayeler hep aileyi kutsallaştıran, evlenince aşkı şefkate dönüştüren bir hal alıyor.
GÖZLER DİJİTAL MEDYA EKRANLARINA KAYIYOR
Biz ekranda dizileri izlerken hikayeler uzadı, süreler 2 saati aştı. Aynı zamanda diziler sınırları da aştı. Türkiye’nin önemli bir ihracat gücü haline gelen diziler ‘yumuşak güç’ olarak Ahmet Davutoğlu tarafından tanımlanmıştı. O günden bugüne izleyiciler sadece komşu ülkelerle sınırlı kalmadı. Satışı yapılan ilk dizi Gümüş’ten Muhteşem Yüzyıl'a, Aşk-ı Memnu’dan Binbir Gece’ye ABD ve Avrupalı izleyiciler de bizim ekranımızın müdavimi oldu. İktidarın kültürel hegemonyayı kurmaya sıra geldi açıklamalarında sanırım öngörülemeyen bir durum dijital platformlar ve televizyon ekranından farklı olarak daha az editöryal kontrolü olan internetin sağladığı ekranlara ve içeriklere her an her yerden ulaşabilmek oldu. Daha merkeziyetsiz, daha zor kontrol edilebilen bu ortam televizyon ekranını cebimize soktu. Tam da burada RTÜK üstlendiği sorumluluk alanını genişleterek dijital platformları da denetleyeceğini açıkladı.
Türkiye’de hala en çok takip edilen mecra televizyon. Erişimi en yüksek olan mecra da televizyon. Ancak televizyonun rakipleri de televizyon setinin içine girdi. YouTube’tan Facebook’a kadar diğer platformlara da akıllı televizyonlar üzerinden bağlanabiliyoruz. Üstelik dijital platformların akıllı televizyon uygulamaları teknolojiyle haşır neşir olmayan ileri yaştaki izleyicinin de kolayca izlemesini sağlıyor. İlk yerli platform Blu TV ve ilk dizisi Masum, ardından hala ücretsiz hizmet sunan Puhu ve Şahsiyet, sonra diğer platformlardaki yerli diziler, uzun zamandır reyting sisteminin yönlendirdiği hikaye üretme pratikleri yerine bizi yeni hikayelerle buluşturdu (Bir Başkadır, Fatma, Bartu Ben, Ayak İşleri vd.).
HABERLER EKRANDAKİ ÖNEMİNİ YİTİRDİ
Haberciliğe uygulanan baskıyı görmek kolay oluyor, mesela bu baskı ana akımdan kovulan pek çok gazetecinin internet ortamında bağımsız gazetecilik yapmasına yol açtı. Ya da hapisteki veya yurt dışında sürgündeki gazetecilerle de görüyoruz. Eğlence alanında uygulanan baskı daha içselleştirilmiş bir şekilde karşımıza çıkıyor. Örneğin Acun Ilıcalı TV8’i aldığında (ortağı Şahenk ile) kanalı eğlence kanalına çevireceğim, o yüzden haberleri kaldırıyorum dedi. Tematik kanallar da haber yayınlamayabiliyor diyenlere TV8’in ana akımda olduğunu hatırlatmak gerekir. Kolayca kabul edilen bu baskılar, baskı olmaktan çıkıp normalleştirildikçe aslında yaratıcılık da ölüyor. Yaratıcılık ölünce ekrandaki hikayeler kimin hikayesi diye sormaya başlıyoruz. Dijital platformlar belki nefes alan hikayeler anlatmak için bir alan açar diye düşünmüştük ama bugün RTÜK ekranda olan-olmayan hiçbir şeyi kaçırmadan ‘aile yapısına’ uygun mu, değil mi diye denetliyor. Hikayeler anlatamadıklarıyla, gösteremedikleriyle, temsil edemedikleriyle cezalandırılıyor.
Televizyon ekranının toplumun yansıması olduğu varsayımı tartışmalı bir konudur. Bu varsayımı doğru kabul edersek son 30 yılda ekrandaki değişim toplumdaki değişimle paralel olmuş diyebiliriz. Ekranının temsil ettikleri hep eksik, hep yanlış, hep ayrıştırıcı, hep kutuplaştırıcı olabilir. Ama bugün geldiğimiz noktada ekranın biriyle uğraşacağıma hepsine sahip olurum söyleminden kendine yeni ve küçük yerler bulup ortaya çıkan muhalif ve alternatif seslerle ikiye bölünen, kutuplaşan bir medya var. Bu medyanın bize ekrandan söyledikleri kadar söylemedikleri üzerine düşünmenin zamanı çoktan geldi.